Amerikan Psikiyatri Derneği, 2000 yılı Oscar Pfister Ödülü’ne din ve psikiyatri alanlarındaki önemli katkılarından ötürü Irvin Yalom’u layık gördü. Okuyacağınız metin, Yalom’un, 2000 Mayısında New Orleans’taki Amerikan Psikiyatri Derneği yıllık toplantısında yaptığı ödül töreni konuşmasıdır. Konuşma metni American Journal of Psychotherapy’nin 3. sayısında yayımlanmıştır.
Dr. Harding, psikiyatri ve din komitesinin beni bu muhteşem ödüle layık gördüğünü haber verdiğinde, birbirinden yoğun duygular sardı benliğimi: Öncelikle büyük bir keyif, ama aynı zamanda, bu ödülü benden önce almış olanların arasına katılmanın gururu ki hepsi hayranlık duyduğum düşünürlerdir. Hele Oscar Pfister ödülünü alan ilk kişinin hocalarımdan Jerome Frank olduğunu duyunca daha da gururlandım. Kendisinin bugün 93 yaşında, hala eskisi kadar meraklı, tutarlı ve düşünsel açıdan bir o kadar üretken biri olduğunu sizlere bildirmekten kıvanç duyuyorum.
Ama başka duygular da karışmıştı işin içine: Daha karmaşık, tuhaf, karanlık, ifade etmesi güç duygular. “Din mi? Ben mi? Bir yanlışlık olmalı.” Nitekim Dr. Harding’e ilk şu sözlerle karşılık vermiştim: “Emin misiniz? Ne de olsa ben, namazında niyazında bir ateistim.” Oysa yanıt gecikmeden geldi: “Sizin, kendinizi dini meselelere adadığınıza inanıyoruz biz.” İşte bu yanıttaki yüce gönüllülük elimi kolumu bağlayıverdi ve önce terapistim, sonra can dostum olan Rollo May’i getirdi aklıma. May, akademik bir metin olarak kaleme aldığım Varoluşçu Psikoterapinin dini bir kitap olduğu konusunda ısrarlıydı. Lou Salome’nin Nietzsche’yi, din karşıtı perspektifi olan bir dini düşünür olarak nitelediğini de hatırlıyorum.
İşte bugün yapacağım konuşmanın odak noktası, birbiriyle çelişen bu duyguların gündeme getirdiği konular ve özellikle Dr. Harding’in de dikkatimizi çekmekte olduğu gibi, çoğu zaman dini nitelik taşıdığı kabul edilen kimi varoluşçu terapi meseleleri olacak.
Ayrıca varoluşçu psikoterapi ile dini avuntu arasında bazı karşılaştırmalar yapacağım. Bu iki yaklaşım arasında karmaşık ve gerilimli bir ilişki olduğu kanısındayım ben. Bir bakıma bunlar, soyu aynı atalara dayanan, aynı temel kaygılarla ilişkili iki yakın akraba: Ortak misyonları, insanlık durumunun kendi doğasından gelen, yani batini diyebileceğimiz ümitsizliği vaaz yoluyla hafifletmeye çalışmaktır. Nitekim bazen ortak yöntemler uygularlar: Bire bir iletişim, itiraflardan yararlanma, içgözlem yoluyla didikleme, başkalarını ve kendini bağışlamayı vaaz etme gibi. Aslına bakarsanız, yaşım ilerledikçe psikoterapiyi de meslekten ziyade bir misyon olarak görmeye başladım. Bir yandan da, psikoterapi ile dini avuntunun, temel inançları ve uygulamadaki başlıca yaklaşımlarıyla birbirine taban tabana zıt olduğu doğrudur.
Tarih boyunca, yahut en azından birinci yüzyıldan 17. yüzyıl ortalarına kadar, varoluş meselelerine en çok ilgi gösteren düşünürlerin köklerinin dinsel bilgelik geleneklerine dayandığı da doğrudur. Bakışlarının doğrudan temel dini inançlardan kaynaklandığı anlamına gelmez bu, ancak bu tarz bir düşünsel faaliyeti besleyip büyüten yegane zemini de dini kurumlar sağlamıştır. Bu olgunun hem olumlu hem olumsuz yönleri üzerinde durabiliriz: Olumlu yönü, dini kurumların felsefi sorular sorulmasını teşvik etmiş, bunlara destek sağlamış olmasıdır (aslında yüzyıllar boyunca onlardan başka da destekleyen olmamıştır bu uğraşı); olumsuz yönü ise yine bu kurumların, nelerin düşünülebileceğine ve hangi sorunların ele alınıp incelenebileceğine dair kısıtlamalar getirmiş olmasıdır.
Nietzsche İyinin ve Kötünün Ötesinde kitabında şöyle demiş bir zamanlar:
“Giderek anladım ki bugüne dek ortaya konmuş her büyük felsefe, eninde sonunda yaratıcısının kişisel itirafnamesi, bir anlamda bilmeden, farkında olmadan kaleme alınmış bir hatırat olmuştur; benim gözümde gitgide daha fazla açıklığa kavuşan bir başka şey, yine oluşturulan her felsefenin ahlaki (veya ahlakdışı) amacı, bütün o hayat çiçeğinin büyümesinin ardındaki asıl tohumu meydana getirir.”
Böyle bir perspektivizm, her türlü değişmez hakikat ihtimalinin reddi riskini getirir gerçi ama (nitekim Nietzsche’nin seve seve girdiği bir risk olmuştur bu), ben yine de ciddiye alıyorum onun bu sözlerini ve aynı nedenle de kendi dini perspektifim ile düşünsel tavırlarımın kökenine dair bir iki şey söyleyeceğim. Aldığım ilk din eğitimi pedagojik bir facia niteliği taşır, zira ailemin bağlı olduğu ortodoks Yahudi sinagogu, bana tam anlamıyla berbat gelen son derece katı, ödün vermez bir otoriteryanizme sığınmaktaydı. Uzun vadede benim açımdan belirleyici olmuş bir etkendir bu, çünkü herhangi bir şeye iman etme olanağını daha küçük yaşta kaybettim. Schopenhauer, dini inancın gelişip serpilebilmesi için çocuklukta kök salması gerektiğini hatırlatır bize. Onun deyişiyle, “inanç kapasitesinin en güçlü olduğu dönem çocukluktur; bu nedenle dinler, her şeyden önce ağacın henüz yaş olduğu bu yıllarda etkilerini kabalaştırmaya uğraşırlar.” Dolayısıyla ben, erken yaşta kök salmış imanın yükünü taşımadım hiç ve imanın da tıpkı hayatın ilk dönemlerinde gelişen bütün diğer akıldışı inanışlar ve korkular gibi bir yük olduğu yolundaki tutumu benimsedim.
Yine Schopenhauer’ın sözleriyle, “Din, alegori ve mitoslar yoluyla ifade bulmuş hakikattir, bu sayede hakikat de, insanlığın geniş kesimlerinin erişebileceği, sindirebileceği bir şey haline gelir.” Ama işte darkafalı din eğitmenlerinin ya kişisel düzeyde alegori ile metaforu tarihsel hakikat zannetmeleri ya da bu doğrultuda bir eğitim vermeyi kasten seçerek kutsal kitapların buyurduğunu akim yerine koymaları, bazı öğrencileri dinden tamamen soğutma riskini getirmektedir. Nitekim ben de küçük yaşta bu işten soğuyanlardan biriydim.
Varoluşa ilişkin kavrayışım beni gitgide daha bilimsel, daha materyalist bir dünya görüşüne yöneltmiştir. Schopenhauer, Voltaire, Nietzsche ve Freud’un görüşlerini büyük ölçüde benimserim. Zaten bu konuşmayı hazırlarken, Freud’un din üzerine yazdıklarını yeniden okudum (Bir Yanılsamanın Geleceği) ve söylediklerine ne kadar çok katıldığımı gördükçe ilk başta şaşırdım, ta ki kendi inançlarımın şekillenmesinde zaten bu yazıların şüphesiz çok büyük bir katkısı olduğunu hatırlayıncaya dek. Dinsel ve bilimsel dünyaların birbiriyle bağdaşmaz olduğuna inanarak yetişmiş biriyim Schopenhauer’ın metaforunu, yani dinin, ateşböceği gibi ancak karanlıkta görülebileceği sözünü hep çok beğenmişimdir. Bu metaforun kaçınılmaz sonucu olarak Schopenhauer, bilimsel bakışın ışığı, cehaletin karanlığını bir kez dağıttı mı, dinlerin ışığının da sönüvereceğini öngörmekteydi. Oysa ABD’de son zamanlarda dini inancın yaşadığı canlanışa bakınca, bu öngörünün nasıl da hedefi ıskalamış olduğuna şaşmamak elde değil.
Ayrıca, Francis Crick’in (DNA araştırmaları alanında Nobel kazanan bilim adamı) yeni kitabında {The Astonishing Hypotheses [“Hayret Veren Hipotezler”]) dile getirdiği görüşleri de son derece yakın buluyorum kendime. Kitabın ilk satırları şöyle:
“Hayret veren hipotezler sizin, sevinç, keder ve anılarınızın, hatta hırslarınızın, kişisel özgür irade anlayışınızın, geniş bir kümelenme gösteren sinir hücreleri ile bunlara bağlı moleküllerin davranışından başka bir şey olmadığını söyler.”
Nihayetinde elektrokimyasal güce dayalı sinir hücrelerinin davranışından ibaret olan bütün bu insan deneyimlerine, yine deneyime dayalı başka fenomenleri ekleyebilirim: İlahi kıvılcım Atman anlayışı, Buda doğası, insan ruhu, kutsal yer gibi anlayışların yanı sıra satori, nirvana, aydınlanma veya selamete erme arzusu. Benim fikrime göre insan zihnine böyle maddeci yahut isterseniz doğalcı diyelim biçimde bakmak acınası, küçültücü ve berbat bir şeydir, ama aşikar ve kaçınılmazdır. İçimde bir ilahi kıvılcım olmasını nasıl isterdim, bilemezsiniz, kutsallığın bir parçası olmayı, sonsuza dek varlığımı sürdürebilmeyi, kaybetmiş olduğum kimselere kavuşmayı ben de çok istiyorum ölesiye istiyorum bunların hepsini, ama biliyorum ki istemekle gerçeklik değiştirilemez ve yoktan var edilemez. İnanıyorum ki olağanüstü iddialara olağanüstü dayanaklar gerekir dayanak ile kastettiğim de saf deneyimin ötesi’dir, ki biz terapistler bunun ne kadar kırılgan ve yanılgıya açık olabileceğini, büyük bir hızla değişip büyük ölçüde etki altına alınabilir olduğunu iyi biliriz.
Son dönemlerde bu konularda kalem oynatıp da benim bakışımı en anlaşılır dille ifade ettiğini düşündüğüm yazarlar, yani bilimsel bakışı dile getirirken hayatın kendinde saklı haşyeti ve esrarı korumayı beceren (tıpkı Santayana ve Spinoza’nın ateizminde [ya da panteizminde] olduğu gibi, aynı zamanda evrene gerçek bir imanla ve başka inanç sistemlerine saygıyla yaklaşanlar), Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı kitabıyla Cari Sagan ve Skeptics and True
Believers (“Şüpheciler ve Gerçek Müminler”) adlı eseriyle de seçkin fizikçi (ve Katolik) Chet Raymo olmuştur.
Bu ülkede insanın inançsız olduğunu açıkça söylemesi kolay değil artık Gallup kamuoyu yoklamalarına göre Amerikalıların yüzde 80’den fazlası ölümden sonra hayata inanıyormuş. Bildiğimiz gibi bu rakamlar, başka bütün ülkelerde bildirilen oranlardan çok yüksek. Fransa, İsveç, Danimarka, Avustuıya, Büyük Britanya, Hollanda, Japonya ve Çek Cumhuriyetinde nüfusun yüzde 40 ile 70’i ölümden sonra, maalesef, hayat olmadığına inanıyor. Amerikalıların ancak yüzde 3’u Tanrıya inanmadığını söylerken, Avrupa ülkelerinde bu oran 67 kat fazla çıkar. Çeşitli ülkelerde dini inanç konusunda yapılmış bu türden kamuoyu yoklamalarını okurken kendimi kenarda köşede kalmış hissetmemek güç benim için, ama yine de görüşlerimin, aynı gruba girdiğim akademisyenler ile terapistlerin ezici çoğunluğundan çok farklı olmadığı kanısındayım.
Aldığım yüksekokul eğitimi, fen ağırlıklı bir tıbba hazırlık müfredatına dayanıyordu ve girebildiğim az sayıda seçmeli dersi de şaşmaz bir şekilde edebiyatla doldurmuştum. Doymak bilmez bir roman okuruydum, hala da öyleyim ve zaten daha ergenlik çağındayken şu büyük romancıların özellikle Rusların ve Fransız varoluşçularının ölüm, anlam, özgürlük ve ilişkilere dair temel sorunları irdeleyişi müthiş etkilemişti beni.
Psikiyatri öğrenimim sırasında da, John Whitehorn ve Jerome Frank gibi hocaları tanıdığım Johns Hopkins Üniversitesi’nin eklektik psikiyatri ihtisas programı tam bana göreydi. Ortodoks yöntemlere dayalı uzun bir kişisel analizden geçtiysem de, analistin katı ve kişiselliğe yer vermeyen tutumundan hoşlanmamıştım. Zamanın dar kafalı ve indirgemeci analitik inanç sisteminden de hoşlanmıyordum analitik doktrin, zaman zaman köktenci dini akımlara uğursuz bir benzerlik göstermeye başlıyordu benim gözümde.
Eğitimimin ikinci yılında Rollo May’in kitabı Existence (“Varoluş”) yayımlandı ve üzerimde olağanüstü bir etkisi oldu; ümitsizliğin nasıl ele alınıp nasıl iyileştirileceği konusunda yepyeni bir perspektif sundu bana. O sıralarda karşılaştırmalı edebiyat (Kafka ile Camus) alanında doktora tezini yazmakta olan karımla günlük konuşmalarımız da varoluşçu yazarlara ilgimin büyümesini sağlıyordu, nitekim ihtisasımın üçüncü yılında ilk felsefe dersimi almak üzere kaydımı yaptırdım. O noktadan itibaren de bağımsız biçimde olsun, birinin yol göstermesiyle olsun, felsefe incelemelerine önemli ölçüde zaman ayırdım ve insanlık durumunu keşfe yönelen filozoflar üzerinde yoğunlaşmaya başladım tabii onları tam olarak nasıl niteleyeceğimi bilemiyorum, hiçbir zaman hiçbir filozof kendi için varoluşçu terimim kullanmamıştır, belki daha eski bir terim olan Lebens philosoph (hayat filozofu) en iyisi. Sokrates öncesi filozoflar, Stoacılar, Lucretius, Schopenhauer, Sartre, Camus, Heidegger, Nietzsche, Corlis Lamont ve Santayana, beni özellikle çeken isimlerdir.
Oysa benim için felsefe, esinleyici olmaktan çok doğrulayıcı olmuştur daima. En önemli öğretmenlerim hastalarımdı hep ve onca yıl klinik çalışmalarımı, terapist olarak beni ilgilendiren felsefi meseleleri keşfetmeme yardımcı olacak şekilde düzenledim. Bir terapistin varoluş sorunlarını ham halleriyle öyle kolay kolay ele alamayacağını erkenden öğrendim: Bunlar korku dediğimiz duyguya öyle derinden kök salmıştır ki, ancak belli belirsiz bir hayal gibi görünüp hemen kaçıverir, sonra bir anda yerlerini günlük hayatın hayhuyuna bırakırlar. Sonuç olarak klinik pratiğimde, herhangi bir nedenle temel hayat memat meseleleriyle yüz yüze gelmek durumunda kalmış hastalara ağırlık verdim. Stanford Üniversitesi’nin akademik kadrosunda bulunmanın en büyük avantajlarından biri, hastalarımı dikkatle ve ekonomik koşullardan bağımsız biçimde seçmemi sağlayacak kaynaklara ve özgürlüğe sahip olmamdı. Tabii bu anlattığım, sağlık sigortası düzenlemelerinden önceye rastlayan o mesut günlerdeydi; üniversite hastaneleri birbiri ardından iflas bayrağını çekmeye başlamamıştı daha.
Gün be gün ölümlülük denen durumla yüzleşmek zorunda kalarak yaşayan hastalara terapi sunmayı seçtim birkaç yıl. Metastazlı kanser hastalarıydı bunlar. Önceleri bireysel terapi uygulayarak çalıştım, sonra yavaş yavaş cesaret buldukça grup terapisine yöneldim. Sonraki yıllarda da, hem eşini hem ebeveynini kaybetmenin acısını yaşamakta olan hastalar üzerinde yoğunlaştım. Çalışmalarımın odak noktasını, ölenin ardından yaşadığımız kederin, bizi yalnızca bir kayıpla değil, kendi ölümlülüğümüzle de yüzleştirmesi oluşturuyordu.
Sonunda, artık varoluşçu terapi konusunda söyleyecek sözüm olduğuna inanır bir noktaya geldim ve yıllarımı vererek bir metin hazırladım bu konuda: Varoluşçu Psikoterapi gibi etkileyici, dramatik bir başlığı vardı bu metnin. Belirsiz bir terimdir gerçi bu, o yüzden, devam etmeden önce izninizle varoluşçu terapiye ilişkin pek aydınlatıcı denemeyecek bir tanım sunayım.
Varoluşçu psikoterapi, odağı varoluşa ilişkin kaygılar olan bir dinamik terapi yaklaşımıdır.
Tanımın aydınlatıcı olmayacağı konusunda uyarmıştım sizi ama. “Dinamik yaklaşım” sözünün ne demek olduğunu anlatarak biraz açayım şunu. Dinamik kelimesinin hem uzman olmayanlarca kullanılan hem teknik tanımları vardır.
Uzman olmayanlar için dinamik, aktif ve etkili veya hayatiyet dolu olmayı belirtir (nitekim Yunanca dunasthi kökünden gelir kelime: “Kudret ya da güç sahibi olma”). Oysa bu anlamın (canlı bir düşünce yapısı, dinamo, dinamik futbolcu veya siyasi hatip gibi kullanımlarıyla) bizim konumuzla ilgisi olmadığı ortada. Hem dinamiği bu anlamda kullanmış olsaydık, dinamik terapistlerden ayrı olduğunu söyleyen terapistlere de uyuşuk veya atıl terapist mi diyecektik yani?
Hayır, “dinamik” terimini teknik anlamında kullanıyorum ben, nitekim bu anlam da kuvvet ve etki kavramlarını içinde barındırır, ama kökeni Freud’un zihinsel işlevsellik modeline dayanmaktadır. Bu modele göre bireyin içinde birbiriyle çatışma halinde olan kuvvetler, onun düşüncesini, duygularını ve davranışını meydana getirirler. Üstelik bakın bu nokta önemlidir birbiriyle çatışma halinde bulunan bu kuvvetler, bilincin farklı düzeylerinde yer alır; aslına bakarsanız bir kısmı tamamen bilinçdışıdır.
O halde varoluşçu psikoterapi, dinamik bir terapi yöntemidir ve tıpkı çeşitli psikanalitik terapiler gibi o da, bilinçli işleyişi etkileyen bilinçdışı kuvvetler bulunduğu kabulüne dayanır. Ancak, bir sonraki soruya geçtiğimizde onun, çeşitli psikanalitik ideolojilerden tümüyle ayrı düştüğünü görebiliriz: Birbiriyle çatışma halindeki bu iç kuvvetler nasıl bir nitelik taşır?
Varoluşçu psikoterapi yaklaşımına göre, ruhumuzu altüst eden iç çatışmaların yegane kaynağı, bastırılmış içgüdüsel çırpmışlar veya hayatımızda tanımlayıcı yer edinmiş yetişkinlerle ilgili deneyimlerimizin içselleştirilmesi veya unutulmuş travmatik anıların kırpıntıları değildir. Aynı zamanda bizim, varoluşun “verili” halleriyle yaşadığımız yüzleşmelerdir de.
Psikoterapiyle ilişkili olan dört nihai kaygı
Peki nedir bu varoluşun “verili” halleri? Kendimize hayatın gündelik kaygılarını bir kenara bırakma ya da bir “parantez” içine alma iznini verip de bu dünyadaki durumumuz üzerine derinlemesine düşünürsek, eninde sonunda varoluşun derinindeki yapılara erişiriz (ilahiyatçı Paul Tillich’in yerli yerinde ifadesiyle “nihai kaygılar” dır bunlar). Bana göre psikoterapiyle çok yakından ilişkili olan dört nihai kaygı vardır: Ölüm, yalnızlık veya kopuş hayatın anlamı ve özgürlük. İşte kitabımın belkemiğini bu dört tema oluşturmaktadır ve bugün de konuşmam ilerledikçe bunları daha etraflı biçimde ele alacağım.
Varoluşçu terapi pratikte nasıl bir şeydir? Bu soruya yanıt verebilmek için hem “içerik” hem “süreç”, yani terapi söyleminin belli başlı iki boyutu üzerinde durmak gerek. “İçerik” zaten adı üstünde, tam olarak konuşulanlar, ele alman önemli meselelerdir. “Süreç” ise tümüyle farklı ve olağanüstü bir boyutu ifade eder: Hasta ile terapist arasındaki kişisel ilişkiyi. Bir etkileşimdeki “süreci” sorduğumuzda şunu sormaktayızdır: Sözler (ama söze dökülmeyen davranışlar da), etkileşime giren taraflar arasındaki ilişkinin niteliği hakkında ne anlatmaktadır bize?
Biri benim terapi seanslarımı gözlemleyecek olsa, ölüm, özgürlük, anlam, varoluşsal yalnızlık veya kopuş üzerine uzun uzadıya ve açık tartışmaları çoğu kez boş yere arayacaktır. Böyle bir varoluşçu içerik kimi hastalar için (gerçi yine de hepsi için değil), terapinin kimi aşamalarında (gerçi yine de bütün aşamalarında değil) fazlasıyla kör parmağım gözüne bir şey olurdu. Zaten etkili bir terapist, içeriğe dair hiçbir alanda hiçbir zaman bir tartışmayı zorlamaya kalkmayan terapisttir: Terapinin itici gücü teori değil, iki insan arasındaki ilişki olmalıdır.
Oysa aynı seansı, belli bir varoluşsal yönelimden kaynaklanan karakteristik bir süreç arayarak gözlemlediğinizde, bambaşka bir hikaye çıkar karşınıza. Varoluş meseleleri konusunda keskinleşmiş bir duyarlılık, terapist ile hasta arasındaki ilişkinin niteliğini derinden etkilediği gibi, her bir terapi seansı üzerinde de etkisini duyurur.
Belki de bunu ayrıntılı biçimde açıklamanın en iyi yolu, terapi ilişkisinin temel niteliği üzerine birkaç söz etmek olacaktır. Bize terapiye gelen insanlarla aramızdaki ilişkiyi belirtmek için kullandığımız terimlerin hangisi daha iyi? Hasta/terapist mi, danışan/danışman mı, analiz gören/analist mi, danışan/kolaylaştıran, yardımcı, aracı mı ve en sonuncusu aynı zamanda da şu ana dek icat edilenlerin en iticisi olan kullanıcı/sağlayıcı mı? Benim açımdan, huzursuzluk verici bir seçim süreci bu, çünkü saydığım terimlerin hiçbiri, benim terapi ilişkisinden anladığımı tam yansıtmıyor. Yine de ben, hasta/terapist yoldaşlığından söz etmeyi seviyorum, zira içten içe hastalar ile terapistleri birlikte yol alan iki taraf olarak görmekteyim. Hem “onlar” (hastalıklı ruhlar) ile “biz” (şifa dağıtanlar) arasındaki ayrımı da ortadan kaldıran bir bakış bu.
Fransız romancı Andre Malraux’nun bir kitabındaki köy papazı, yıllar yılı günah çıkaranlara kulak verdikten sonra, bu sayede insan doğası hakkında öğrendiklerini şöyle özetler: “Her şeyden önce insanlar, sanıldığından çok daha mutsuz… ve olgunlaşmış insan diye bir şey yok.” Herkes ve buna hastalar kadar terapistler de dahilsadece hayatın tükenişini değil, kaçınılmaz karanlığını da yaşamaya mahkûmdur: Düş kırıklığıdır bu karanlık, yaşlılıktır, hastalık, yalnızlık, kayıp, anlamsızlık, acı dolu seçimler ve ölümdür.
Ve kimse Schopenhauer’dan daha acımasız, daha kasvetli biçimde ifade etmemiştir bunu:
“Gençliğin baharında” der Schopenhauer, “önümüzde uzanan hayatı düşünürken, daha perde açılmadan bir tiyatro salonunda bekleşen çocuklara benzeriz, keyfimiz yerinde oturmaktayızdır koltuklarımızda, oyunun başlamasını büyük bir hevesle beklemekteyizdir. Neler olup biteceğini henüz bilmiyor oluşumuz büyük bir şanstır. Önceden görebilseydik, öyle zamanlar olacaktı ki birer mahkûmu andıracaktı o çocuklar, ölüme değil hayata mahkûm olmuş, ama giydikleri hükmün ne anlama geldiğinden bihaber kimseleri. “
Gerçi Schopenhauer’ın bakışma kendi kişisel mutsuzluğu o koyu damgasını vurmuştur ama, yine de kendini bilen, özgür düşünceli bütün bireylerin hayatında ister istemez görülen ümitsizliği yadsımak güçtür. Karımla bazen eğlence olsun diye benzer eğilimler taşıyan kişilere hayali ziyafetler veririz mesela tanıdıklarımız arasındaki tekelcilere bir ziyafet, veya ilgi oburu narsistlere, efendim, üçkağıtçı pasif agresiflere, bazen de tersine, karşılaştığımız insanlar içinde gerçek anlamda “mutlu” olanların davet edileceği bir “mutlu” ziyafet. Problemlilere verilecek ziyafetlere davetli bulmak hiç sorun olmadı şimdiye dek, gelgelelim “mutlu insanlar” ziyafetimizde daha bir masa bile dolduramadık. Her seferinde yapı olarak neşeli birkaç insan bulur, bunları davetliler listesine yazıp başka kimleri çağıracağımızı düşünmeye koyuluruz, tam o sırada bir de bakarız ki mutlu konuklarımızdan biri ya da öbürü sonunda kaderin sillesini fena halde yemiş, ya kendi ya da eşi veya çocuğu ansızın ağır bir hastalığa yakalanmış falan.
Hayata ilişkin bu trajik ama gerçekçi bakış, benden yardım isteyen kişilerle ilişkimi belirleyen etken oldu uzun zamandır. Eğitimim sırasında “tam bir analizden geçmiş terapist” düşüncesiyle sık sık karşılaştım hatırlıyorsunuz değil mi bu masalı? Ama hayat tecrübem arttıkça, çok sayıda terapist meslektaşımla yakın ilişkiler kurdukça, çalıştığım alanın emektarlarıyla tanıştıkça, eski terapistlerimin ve hocalarımın yardımına çağrıldıkça, nihayet kendim bir hoca ve emektar haline geldikçe, anladım ki bu fikir efsaneden başka bir şey değil. Hepimiz aynı gemideyiz ve varoluşun beraberinde getirdiği trajedilerden muaf hiçbir terapist, hiçbir insan yok.
Ölüm, anlam, özgürlük, yalnızlık şeklinde sıraladığım nihai kaygılardan söz ederken, her dini geleneğin konusunu oluşturan bir alana çok yaklaşmış oluyorum kuşkusuz. Dini inanç ve ibadetin her çağda, her yerde görüldüğü tartışılmaz bir gerçektir hiçbir dini geleneği bulunmayan bir kültür keşfedilmiş midir ki bugüne dek? Zaten dini inancın her zaman her yerde var olması, her zaman her yerde var olan bir ilahi güce kanıt olarak ileri sürülmüştür.
Oysa ben de başka pek çokları gibi bunun tam tersini düşünüyorum: Yani, tarih boyunca her kültürde her insan, nihai kaygılarla boğuşmak zorunda kalmış ve insanlık durumunun kaçınılmaz bir öğesi olan endişeden kurtulmanın yollarını aramıştır. Ölüm, anlamsızlık, özgürlük (yani varoluşun mutlak biçimde bir yapıdan yoksun olması, Das Nichts) ve mutlak yalnızlık düşüncelerine eşlik eden endişeyi her insan yaşar ve işte din de, insanlığın varoluş endişesini dağıtma yönündeki başlıca çabası olarak ortaya çıkmıştır. Neticede dini inancın her zaman her yerde görülür oluşu, varoluş endişesinin her zaman her yerde görülür olmasındandır. Bu nedenle, Tanrılar tarafından yaratılmış olmadığımız, biraz huzur bulabilmek uğruna bizim Tanrıları yaratmış olduğumuz çok açıktır; üstelik de yazılı sözün ilk ortaya çıktığı andan beri filozofların sürekli tekrarladığı gibi, kendi suretimizde yaratmışızdır Tanrıları. 2500 yıl öncesinin Sokrates öncesi düşünürlerinden Ksenophanes demişti ki, “Aslan düşünebilseydi, Tanrıların da yelesi olur, Tanrılar da kükrerdi. “
Varoluş endişesini dindirme yönündeki dini çabalarla birlikte psikoterapötik uğraşlardan söz edeyim şimdi de. İlk olarak nihai kaygılardan anlamsızlığı ele alalım.
Anladığım kadarıyla biz insanlar, anlam arayan, ama kendi başına anlamdan yoksun bir dünyaya atılıvermiş olmak gibi bir talihsizliğin de pençesine düşmüş olan yaratıklarız. Hayattaki en önemli ödevlerimizden biri, bize bir hayatı sürdürme gücü verecek kadar sağlam bir hayat gayesi icat etmektir. Bundan sonra da, kurnazca bir manevrayla bu gaye üzerindeki yaratıcılık haklarımızı inkar eder, gayenin zaten “mevcut” ve bizi beklemekte olduğunu, bizimse onu sadece “keşfetmiş” olduğumuzu öne süreriz.
Hayatın düzenleri içinde dişe dokunur bir gaye bulabilme yönünde sürüp giden arayışımız, çoğu durumda bunalıma sürükler bizi. Hayatta bir gayeye sahip olma konusundaki kaygılarından ötürü terapiye başvuran insanların sayısı, genellikle terapistlerin sandığından daha fazladır. Sözgelimi Jung’un tahminine göre hastalarının üçte biri ona bu nedenle gelmekteydi. Ama şikayetler çok farklı biçimlere bürünmüş olabilir, mesela: “Hayatımda bütünlük, tutarlılık yok.” “Hiçbir şeye istek duymuyorum.” “Neden yaşıyorum ben? Ne için? Hayatın daha derin bir anlamı olmalı mutlaka.” “Büyük bir boşluk içindeyim her akşam TV izleye izleye kendimi çok anlamsız, işe yaramaz hisseder oldum.” “Elli yaşma geldim, büyüyünce ne olmak istediğimi hala bilmiyorum.”
Geçenlerde çok güzel bir kitap okudum, olağanüstü Şiirsel bir dili olan San Francisco’lu psikanalist ve yazar Alan Wheelis’in anılarını anlattığı The Listener (“Dinleyici”). Bu anlattıklarımla yakından ilgili olan bir paragrafı hiç aklımdan çıkmıyor. Yazar, köpeği Monty’yi gezdirmektedir:
Sonra eğilip yerden bir sopa alırsam hemen düşüyor önüme. İşte beklenen büyük şey gerçekleşti. Bir misyonu var artık onun… Gerçi bu misyon üzerine düşünmek asla aklına gelmiyor. Tek ama tek düşündüğü, misyonu yerine getirmek. O sopaya ulaşabilmek için koşarak veya yüzerek her mesafeyi alabilir, her engelin altından veya üstünden geçebilir.
Sopaya ulaştığı anda da alıp geri getiriyor onu: Ne de olsa misyonu, sopayı ele geçirmek değil sadece, geri getirmek. Yine de bana yaklaştıkça hareketleri yavaşlıyor. Sopayı bana vererek görevini tamamlamak istiyor ama, bir yandan da misyonunu tamamlamış olma, tekrar bekleme durumuna geçme düşüncesinden nefret ediyor.
Kendi benliğinin ötesinde bir şeylerin hizmetinde olmak, benim için olduğu kadar onun için de önemli. Ben hazır olana kadar beklemek zorunda. Ne mutlu ki ona kendisi için bir sopa fırlatacak biri var hayatında. Ben de Tanrı benim sopamı fırlatacak diye bekliyorum. Uzun zamandır bekliyorum hem de. Kim bilir bir daha ne zaman dikkatini bana yöneltecek, yöneltirse tabii, ve benim Monty’ye yaptığım gibi, bir misyon duygusuyla dolmama izin verecek?
Niye kafama takılıp kaldı bu paragraf? Hayatta önceden tanımlanmış somut bir görevimiz olduğu düşüncesine kapılmamak mümkün değil ki. Hangimizin aklından geçmemiştir ki bu dilek: Birisi çıkıp benim sopamı fırlatsa. Bir yerlerde hakiki, sahici, bir üst irade tarafından atanmış, önceden belirlenmiş bir “hayat gayesi” olduğunu bilmek nasıl da güven verici; tek seçeneğimizin, ancak örümceğin ördüğü ağ kadar sağlam, şu kof ve sonradan icat edilmiş gaye olmadığını bilmek nasıl da rahatlatıcı bana öyle geliyor ki güneş sistemimizin harabeye döneceği bir son düşüncesinin kaçınılmaz ürünü olarak icat edilmiş zaten bu gaye.
Hayatın anlamı meselesi, kendi varlığı üzerine düşünebilen bütün varlıkların başındaki beladır. Tanrı’nın bizim için belirlediği nihai kişisel gayeyi bize ileten dini vahiy ise ne kadar zor olursa olsun, ne kadar teferruata dalarsa dalsın, elbette sevinçle karşılanır. Bu soruna getirilen dini çözüm, doğanın gönderdiği daha akılcı ama kasvetli mesajdan, bize evrendeki ve varoluşun muazzam zincirindeki minicik yerimizi hatırlatan o mesajdan ne ölçüde daha avutucudur? Çok sarsıcı ve unutulmaz bir karikatür geldi aklıma şimdi. Birkaç kareden oluşmuştu ve her karesinde bir canlı türü yer alıyordu, solucan, balık, kuş, yılan, inek gibi. Her karedeki yaratık aynı nakaratı tekrarlıyordu: “Ye iç, yaşa, üre. Ye iç, yaşa, üre.” Son karede ise Rodin’in “düşünen adam”ı pozunda bir insan vardı ve o da şöyle söylenip duruyordu: “Bütün bunların anlamı ne? Bütün bunların anlamı ne?” Öyle görünüyor ki diğer bütün canlı türleri meselenin özünü kavramış, ama biz insanların bir türlü aklı almıyor bu işi, tersine hiç durmadan daha yüksek bir gayenin ya da misyonun bulunmasını talep ediyor, sonra da kendi kendimize meşrulaştırıyoruz onu.
İnsan hayatına sağlam, tatmin edici bir gaye kazandırmayı hedefleyen klinik ve teorik araştırmaların çoğu hedonizm, diğerkamlık, kendini bir davaya adama, üretkenlik, yaratıcılık, kendini gerçekleştirme gibi hedefleri işaret ediyor. Hayata gaye bulmaya yönelik projelerde, kişi kendini ne ölçüde aşarsa, yani kendi dışında bir şeye ya da birine ne kadar çok yönelirse (dava aşkı, yaratıcılık süreci, bir başkasına ya da ilahi öze bağlanma), söz konusu projenin de o kadar derinleşip kuvvetlendiğini düşünüyorum.
Günümüzün vaktinden önce palazlanmış genç hitech milyonerleri, hayatı anlamlandırma açısından kendini aşmayı beceremeyen sistemlerin sınırlı kapasitesi konusunda çok öğreticidir. Bu bireyler, kariyerlerine hep ne istediklerini gayet iyi bilerek başlarlar ve istediklerini elde etmeye kararlıdırlar: Çuvalla para kazanacak, iyi bir hayat sürecek, meslektaşlarından saygı görecek, erkenden emekli olacaklardır. Nitekim önceden hiç benzeri görülmemiş bir şekilde, çok sayıda genç, daha otuzlu yaşlarında tam da bunu yapmıştır bu yakınlarda piyasalarda yaşanan çöküşle birlikte mutlu günler sona erene dek tabii. Ama sonra şu soru gelir gündeme: “Peki şimdi? Ya bundan sonra ne olacak sonraki kırk yıl boyunca yani?”
Benim bildiğim bu genç hitech milyonerlerin çoğu, yine aşağı yukarı aynı şeyi yapmaya devam ederler: Yeni şirketler kurar, aynı başarıyı tekrarlamaya çalışırlar. Neden? Kendi kendilerine söylediklerine göre, başarılarının tesadüf olmadığını kanıtlamak içindir bu; tek başlarına da yapabileceklerini, belli bir ortak veya akıl hocası olmadan da bu işi kıvırabileceklerini kanıtlamak içindir. Çıtayı yükselttikçe yükseltirler. Kendilerini ve ailelerini güvencede hissedebilmek için banka hesaplarında bir iki milyona ihtiyaçları yoktur artık beş, on, hatta yirmi beş milyon lazımdır güvence için. Daha fazla para kazanma hırsının anlamsızlığını ve akıldışılığını kavradıklarında, harcayamayacakları kadar çok paraları olmuştur bile, ama duramazlar. Onlar da bilir ailelerine ayırmaları gereken zamandan çaldıklarını, gönüllerinden geçene kulaklarını tıkayarak yaşadıklarını, ama bu oyunu oynamaktan vazgeçemezler “para orada duruyor” derler bana hep, “tek yapmam gereken elimi uzatıp almak.” Durmadan birtakım görüşmeler, anlaşmalar yapmaları gerekir. Bir emlak yatırımcısı, bir an durursa yok olacakmış gibi bir korkuya kapıldığını anlatmıştı bana. Birçoğu can sıkıntısından korkar, sıkıntının en ufak fısıltısını duydukları anda hemen oyuna dönerler.
Varoluşun diğer nihai meselelerine (ölüm, yalnızlık, özgürlük) yaklaşımımdan farklı olarak bu konudaki klinik çalışmalarımda, hayatın gayesi konusuna yaklaşmada en iyi yolun, bir gayeyi doğrudan kovalamak yerine anlamlı bir işe kendini sahiden vakfetme, gitgide genişleyen, tatmin verici ve benliği aşan bir çabaya dalarak gayenin kendiliğinden ortaya çıkmasına izin verme olduğunu gördüm. Biz terapistlerin yapıp yapacağı en iyi iş de, kişinin kendini böyle bir şeye vakfetmesi önündeki engelleri tespit edip ortadan kaldırmaktır. Buda’nın da Öğrettiği gibi, hayatta doğrudan gaye arayışı, insanı terbiye etmez, ruhunu yüceltmez: En iyisi kendini hayat ırmağının akışına bırakmak, deyim yerindeyse, suyun yolunu bulmasına izin vermektir. Bu arada, değinmeden edemeyeceğim bir başka nokta daha var ki, terapist olarak sahip olduğumuz en büyük ayrıcalıklardan biri, işimizin, gayesizlikten kaynaklanacak her türlü bunalımdan bizi uzak tutmasıdır deneyimli terapistlerden gerçekten çok ender işittiğim bir şikayettir bu.
Anlamsızlıktan sonra şimdi de başka bir nihai meseleye geleyim: Varoluşsal Yalnızlık veya Kopuş. ilk olarak, bu kavramın bizim meslekteki çeşitli kullanım biçimlerini birbirinden ayırmamız gerekiyor.
İnsanın kendi benliğinden kopuşunu içeren bir ruh içi yalnızlık (intrapsişik yalnızlık) vardır, örneğin. Eski bir kavramdır bu. Binswanger’ın, bir tartışmada artık kendi fikrinin ne olduğunu bilemez hale gelen Ellen West örneğini düşünün: “İnsanın içine düşebileceği en büyük yalnızlık veya kopuş durumu budur, kendi özerk organizmasından neredeyse tam anlamıyla kopmuş olmak anlamına gelir.” Freud bir başka kopuşu, bir savunma mekanizması olan soyutlamayı ise şöyle tanımlamıştı: Hoş olmayan bir olayı hatırlama süreci duygulanımdan soyutlanır ve aradaki bütün çağrışım bağları kopartılır; söz konusu hatıra, böylece normal düşünce süreçlerinin dışına çıkarılmış olur. Birçok terapist, sözgelimi Fritz Perls, terapide bir hedef olarak hastanın, kendinden kopup gitmiş parçalarını yeniden benliğiyle bütünleştirmesine yardımcı olmaktan söz etmiştir pek çok kez. Hatta “bütünlük” hedefine verdiği önemi vurgulamak üzere bu yaklaşımına Geştalt terapisi adını koymuştur. (İngilizcedeki whole [bütün], heal [şifa], healthy [sağlıklı], hale [sağlam] kelimelerinin ortak etimolojisine dikkatinizi çekmek isterim.)
Sonra, terapi sürecinde sürekli karşılaştığımız ve yalnızlık biçiminde yaygın yaşanan bir durum, yani Kişilerarası Kopukluk vardır. Bu tür yalnızlığın çok farklı nedenleri olabilir: Toplumsal, coğrafi, kültürel faktörler, toplumumuzda kişilerarası yakınlığı destekleyen kurumların çöküşü, toplumsal beceri eksikliği, yakınlık kurmayı engelleyen kişilik tarzları (örneğin şizoid, narsist, istismarcı, yargılayıcı). Biz terapistler, yalnızlık ve kopuş durumlarıyla uğraşmaya alışığızdır, üstelik ben, grup terapisi ortamında ruh içi derin yalnızlık durumuna çözümler bulma konusunda özellikle etkili olduğumuza da inanıyorum.
Son olarak intrapsişik ve kişilerarası kopukluğa ek olarak daha da derinden ilerleyen Varoluşsal Kopuş vardır. İnsanın varoluşuna damgasını vurabilen çok daha temel bir kopuş biçimidir bu ve kişinin benliği ile başkaları arasında kapatılması imkansız bir uçurum, sadece kişinin benliği ile başkaları arasında değil, benlik ile dünya arasında bir kopuş yaratır. Benim deneyimimde bu olguyu en derin biçimde yaşayan hastalar, ölümle burun buruna olanlardır, çünkü insanın, bu dünyaya yapayalnız geldiğinin ve bu dünyadan yine yapayalnız gitmek durumunda olduğunun en kesin biçimde farkına vardığı andır bu. Ölüm anında başkalarının da yanımızda olmasını isteyebiliriz, bir başkası veya bir dava uğruna da ölebiliriz, ama ölümü bir başkasıyla paylaşmak hiç kimse için hiçbir ölçüde mümkün değildir. Başkalarının ölümde bize eşlik etmesini isteyebilecek olsak bile (ki antik çağın bazı kültürlerinde hükümdarların isteği olmuştur bu), ölmek, insanın en yalnız deneyimi olmaya devam eder. Yedi yüzyıldan beri hala sahnelenen “Everyman”” oyununu düşünün. Ölüm meleği yanma geldiğinde Everyman’in kendisine biraz daha zaman tanınması için yalvarmasını hatırlayın. Bu istek reddedildiğinde de yolculuğuna yalnız çıkmamak için yalvarır Everyman. Ölüm meleği bunu kabul eder, “Tabii” der, “eğer birini bulabilirsem” Ve oyunun sonuna kadar yanma bir yoldaş arar durur Everyman. Ne kadar dostu, akrabası varsa, saçma sapan bahaneler uydurarak kaçarlar. Mesela, kuzeninin ayak parmağına kramp girmiştir. Sonunda Everyman, güzellik, bilgelik, servet gibi alegorik kahramanlara yönelir ama, onlar da yolculuğunda kendisine eşlik etmeye yanaşmazlar. Tek bir istisnayla: Vadesi dolduğunda sevapları eşlik eder Everyman’in son yolculuğuna, zaten bu Hıristiyan ahlak oyununun ana fikri de budur.
Dini avuntu ve psikoterapi, yalnızlık duygusunun getirdiği ruhsal sarsıntıyı gidermek için kendilerine özgü yöntemler geliştirmiştir. Oxford İngilizce sözlüğüne göre dilimizdeki “religion” (din) kelimesinin köklerinden biri, “bağlamak, birleştirmek” anlamındaki religare dir. Romalılarda religare kelimesi, aileye, atalara, devlete duyulan olmak üzere çok çeşitli bağları ifade ediyordu. Bağlama, bir arada tutma biçimindeki bu anlam, veya isterseniz biz buna birleştiricilik diyelim, psikoterapi ile dinin benzer misyonlarını olanca canlılığıyla aydınlatmaktadır. Zaten birleştiricilik, çağımızdaki manevi arayış biçimleri için de iyi bir ortak payda oluşturur.
Dine ve psikiyatriye ilişkin her türlü tartışmada “birleştiricilik” terimi büyük değer taşır. Terapistler için hiçbir şey, hastalarıyla, olabilecek en derin ve sahici bağı kurma hedefinin önüne geçemez. Terapist hasta ilişkisini konu alan profesyonel literatür, bir araya gelme, sahicilik, kesin empati, kayıtsız şartsız pozitif saygı, “bensen karşılaşması” gibi terimlere dair tartışmalarla doludur. Grup terapistleri için de en büyük öncelik, grubu bir arada tutacak bağlan oluşturmaktır. Grup, bu bütünlüğe bir kez eriştikten sonra her üye, diğer üyelerin her biriyle kendi ilişkisini daha iyi inceleme ve sağlamlaştırma olanağına kavuşur. Kanser hastalarının bir araya geldiği gruplarda, ölümle başa çıkma deneyimi yaşamakta olan hastalarımın çoğu, sırf aynı durumu yaşayan başkalarıyla bir arada olmanın bile derin bir bağ yarattığını ve başlı başına rahatlatıcı olduğunu söylemişlerdir. Bu hastalardan biri, “birleştiricilik” kavramım çok hoş tarif etmişti: “Her birimiz, karanlıkta yol almakta olan birer gemiyiz, bunu biliyorum, ama yine de yakından geçen başka gemilerin kılavuz ışıklarını görmek muazzam bir teselli sağlıyor insana.”
Eşini kaybetmiş hastalarımla çalışırken bu birleşme duygusunun paramparça olmasından kaynaklanan korkunç umutsuzluk hep çok etkilemiştir beni. Kaybın kendisinden çok daha öte bir acıdır bu. Dul kalan eş, kimsenin kendisini gözlemlemediği bir hayat sürmenin zorluğundan söz eder: Saat kaçta eve girip çıkacağını, ne zaman yatıp ne zaman kalkacağını bilen kimse yoktur artık etrafta. Sırf hayatlarına tanıklık edecek birinin yokluğuna katlanamayacakları için mutsuz ilişkileri sürdürüp giden insanları hangimiz görmedik? Ve biz terapistler, kim bilir ne kadar çok kez sırf bir insanın hayatına tanıklık ediyor olmakla ona yardım sağlamışızdır?
Din de işte böyle güçlü bir birleştiricilik sunar. Dinine bağlı insanın avuntusu, sonsuza dek onun yaşamını gözlemleyen bir ilahi kuvvetin varlığıdır, üstelik bu kuvvet, onun varlığının farkında olmakla kalmayıp sonunda kavuşma vaadi de sunmaktadır kaybettiği sevdiklerine, Tanrı’ya, evrensel yaşam kaynağına kavuşma. Ve tabii herkesin bildiği üzere örgütlenmiş haliyle din, bir cemaat üzerinden birleştiricilik sunar: Kilise, benzer düşüncedeki insanları bir araya getiren istikrarlı bir cemaat sağlar, sayısız küçük grubu destekleyerek bir arada tutar; bunlar arasında sosyal gruplar, özel çıkar grupları, Kitabı Mukaddes inceleme grupları, eş bulma grupları, bekarlara ait gruplar da vardır. Çok sayıda insanın bir dini cemaatin parçası olmasının altındaki neden, söz konusu dinin doktrininden ziyade bu sosyal birleştiricilik işlevidir kuşkusuz.
Ölüm, kaçınılmazlığını hepimizin sezgi yoluyla bildiği, en aşikar nihai meseledir. Terapistlerin çoğu, Adolph Meyer’ın “Kaşıntı yoksa kaşıma” öğüdüne uyarak terapide bu konudan uzak dururlar ama, ölüm meselesinin her an aramızda bulunduğunun, yüzeyin altında süzülüp durduğunun hepsi farkındadır. Ölüm, başka hiçbir şeyin başaramayacağı ölçüde etkisi altına alır hayatımızı; karanlık varlığı, çocukluğumuzun ilk yıllarından itibaren zihnimizin bir köşesine, çoğu kez bilinç ile bilinçdışı arasında bir yerlere mıhlanıp kalmıştır ve ölüm korkusu karşısında geliştirdiğimiz, esası inkar olan savunma mekanizmaları, kişiliğimizin oluşmasında belirleyici bir rol oynar. Birçok filozofun ölüm ile yaşamın karşılıklı bağımlılığı üzerine söyleyecek sözü olmuştur: iyi yaşamayı öğrenmek demek, iyi ölmeyi öğrenmek demektir ve bunun tersi de geçerlidir tabii: İyi ölmeyi öğrenmek demek, iyi yaşamayı öğrenmek demektir.
Ölümle yüz yüze gelmek, çoğu insana perspektifini tamamen değiştirme fırsatı sunar. Heidegger, iki varlık durumundan söz etmişti. İlki, şeylerin oluşundaki “nasıl”ı hayretle izlemekte olduğumuz “gündelik” durumdur. Varlığı unutma durumudur bu aslında, bir kaçış, bizi çevreleyen nesne bolluğu içindeki dinginlik durumu. İkincisi ise “ontolojik durumdur”, varlığın sahici yaşamını sürdüğü farkında olma durumu; bu durumda şeylerin oluşunun kendisini hayretle izler, şeylerin tam da böyle oluşu karşısında hayranlık duyarız. Bu durumu yaşamakta olan birey, hayatında değişime açıktır.
Peki gündelik durumdan ontolojik duruma nasıl geçebiliriz? Jaspers, bu geçişe aracılık edecek en önemli etkenin “sınır deneyimi” olduğunu öne sürmüştür. Kişiyi gündelik durumdan çok daha sahici bir duruma geçiren sarsıcı, geri dönüşü imkansız bir deneyim. Bütün olası sınır deneyimleri içinde en güçlü olanı, hiç kuşkusuz ölümle yüz yüze gelmektir.
Ölümün çehresini görebilmiş kişilerin hayatlarında çok köklü değişiklikler olduğuna pek çok kez tanıklık etmişizdir. Büyük edebiyat eserlerinde de tanıdık bir temadır bu (sözgelimi, Bir Noel Şarkısındaki Scrooge ve Tolstoy’un Savaş ve Barış’ındaki Pierre veya İvan İlyiç). Hayattaki değerleri yeni bir öncelik sırasına koyma ve ıvır zıvır işleri de ıvır zıvır işler kategorisine def etme; önemsiz şeylere “hayır” demeyi öğrenme; bütün dikkatini sevdiklerine ve kendisini sevenlere, yeryüzünün ritmine, mevsimlerin değişimine, ölürken başkalarına nasıl bir örnek sunuyor olacaklarına yöneltme, kanser hastalarının aktardığı deneyimlerdir. Kanser, çok dehşet verici bir şekilde de olsa psikonevrozu tedavi eder ve ölüm, o şaşmaz acı tatlı rayihasını katar hayata. Başka sözlerle ifade etmeye çalışırsak, ölüm denen fiziksel gerçek bizi yok etse de, fikir olarak ölüm, kurtarıcımız olabilir.
Hastalarımdan çok sık duyduğum bir yakınmadır bu: “Bu zamanı beklemişim bilgeliğe ermek için, ne kadar yazık, ta ki bedenim kanserle harap olana dek beklemişim.” Bu ifade, terapisti çetin bir görevle karşı karşıya bırakır: Ölüme yaklaşma gibi bir deneyim söz konusu değilken, her günkü hastalarımızla her günkü terapi deneyimi içinde aynı değişimi sağlayacak bir itici gücü nereden buluruz? Varoluş meselelerine duyarlı terapistler, o kadar göze görünür olmayan, daha belli belirsiz sınır deneyimlerinden, mesela emeklilik, bedenin yaşlanması, çocukların evden ayrılması, eşin ölümü gibi dönüm noktalarından bu amaçla yararlanabilirler. Aslında doğum günü gibi önemsiz görünen bir olay bile çok daha derinlere ulaşmada önemli bir yol sağlayabilir. Böyle günleri çoğumuz kutlarız, ama üzerinde kısa bir süre düşününce, asıl kutlamanın ne için olduğu sorusu gelir gündeme. Neyi kutlamaktayızdır, bu kutlamada asıl amaç, söz konusu yıldönümünün, hayatın amansız bir hızla akıp gitmekte olduğunu bütün acımasızlığıyla bize hatırlatma işlevini inkar ve nötralize etmek değil midir?
Bence dini doktrinlerin çoğu, bu terapötik yaklaşımların bazısından yararlanabilir, gerçi inanan kişiye, ölümün kesin bir son olduğunun inkarı yoluyla zaten yeterince güçlü bir avuntu sağladıklarını kabul etmek lazım: Ruhun ölümsüzlüğü, kıyamet, selamet ve cennet, orada sevdiklerine ve Tanrıya kavuşma, yeniden doğuş ve evrensel yaşam kaynağıyla bir olma gibi düşünceler aracılığıyla tabii.
İnanç konusundaki kendi görüşlerimi hastalarıma dayatmaya mı çalışıyorum yoksa? Çalışmıyorum, tabii ki. Benim görevim yardım sağlamak ve bu da, hastanın inanç sistemine olabildiğince empatiyle yaklaşmayı hastanın penceresinden dünyaya bakmayı, bu pencereden görünenleri daha ayrıntılı biçimde tanımlamayı getirir.
Ama işte empatiden de fazlası gerekiyor: Terapistin, hastasının dini inançlarını iyi bilmesi önemlidir; bu bilgi doğrudan hasta tarafından sağlanabileceği gibi, terapistin bağımsız incelemesine de dayanabilir. Zaman zaman rahip ve rahibelerle çalıştığım olmuştur. Onları hep kendi dini inançlarına daha derinden bakarak o kaynaktan huzur bulmaya yöneltmişimdir. Bazen de terapistin görevi, kişinin bazı ibadet biçimlerini daha büyük önem taşıyan başka şeylerin üzerinde görmesine yol açmış öncelik sıralamalarının ardındaki gerekçelendirmeyi çırılçıplak gözler önüne sermektir. Sözgelimi, bir dini ritüeli harfiyen yerine getirmeye gösterilen özenin, sevgiyi ifade etmenin, hayırseverliğin, topluma bağlılığın önüne geçtiği durumlar buna örnektir.
İşte, kendim bir inançtan yoksunken, bir başkasının inanca bu kadar çok bel bağlaması karşısında benim dışarıya gösterdiğim açık tepki bu. Peki ya içeriden, kendime verdiğim sessiz tepki? O nasıl bir şey? İnanma ihtiyacının gücü ve direnci karşısında çoğu kez hayretten başka bir şey duyamıyorum. Bizi bırakmıyor bu ihtiyaç: Biyolojinin ötesinde bir şeye inanma ihtiyacımız öylesine hayranlık uyandırıcı bir direngenlik gösteriyor ki her yanımız, her biri kendisinin diğerlerine hiçbir şekilde benzemediğini ısrarla iddia eden çeşit çeşit dini inançla çevriliyken, bir yandan da belki o kadar derin düşünerek formüle edilmemiş, akıldışılığı daha aşikar olan başka bir yığın inanç var hayatımızda: Geçmiş hayatlarına geri gidenler, uzaylılar tarafından kaçırılanlar, durugörü, psişik ameliyat, hortlaklar, cadılar, astroloji, havaya uçan transandantal meditasyoncular, astral seyahat, suyla, metalle, değerli taşlarla fal bakanlar, medyumlar, mucizeler, ölümden sonra hayat deneyimi, I Ching, Feng Shui, Melekler, şifa dağıtan kristaller, el falı, aura okuma, psikokinezi, Poltergeis t’\a.r şeytan çıkarma, Tarot kartları, geleceği görme, senkronisite… ve eminim her birinizin ekleyeceği daha bir şeyler vardır. Önceden de söylemiş olduğum gibi, böylesine olağanüstü iddialara olağanüstü dayanaklar gerekir ve henüz kimse bunlara olağanüstü bir dayanak sunmayı başaramamıştır.
Kimi zaman da insan olmanın özünden gelen kırılganlık karşısında derin bir kedere kapılırım. Öyle bir kırılganlıktır ki bu, safdilliğimizin de, bir şeylere inanma yönündeki o çok kuvvetli ihtiyacımızın da kaynağıdır. Havada her an bulunan oksijen gibi bir şeylere ille de inanma isteğini ve zorunluluğunu besler durur. Akıldışı inançların insanlık için yarattığı tehlikelerden ötürü gelecekten korktuğum oluyor bazen. Bizi ortadan kaldırabilecek güç, inançsızlık değil doğaüstü inançlardır. Katı inançların yarattığı muazzam yıkımların izini sürmek içinse geçmişe bir göz atmamız yeterli. Günümüze de bakılabilir aslında: Ortadoğu’da olsun, Hindistan’da olsun, bugün hala yaşanan savaşlara, birbiriyle çatışma halindeki ödün vermez köktenci inanç sistemlerinin milyonları tehdit ettiği coğrafyalara. Nietzsche’nin, önemli olan kişinin inançlarında cesur olması değil, inançlarını değiştirme cesareti göstermesidir biçimindeki aforizmasını çok severim.
Bir insan ömründe obsesif-kompülsif davranışın esaretinde geçen süreyi, uzun süre meditasyon yapmak veya ritüel davranışlara aşırı ölçüde takılıp kalmakla geçirilen zamanı düşündükçe üzüntü duyduğum da olmuştur (ama kendime saklarım bu üzüntüyü). Kaybolup giden, insanın özgürlüğünden, yaratıcılığından ve büyümesinden bir parçadır.
Öğretisinin esası olan dört soylu hakikatte Buda, hayatın acı çekmek olduğunu, acının arzudan ve bağlanmadan kaynaklandığını, dolayısıyla ancak tefekkür, yani meditasyona dayalı ibadet yoluyla arzudan kurtularak acıdan azade olunabileceğini açıklar bize. Schopenhauer da buna benzer bir tutum geliştirmiştir: İstemenin sonu yoktur ve bir arzuyu doyurduktan sonra ancak geçici bir doygunluk hissi yaşar, hemen ardından yine can sıkıntısının tutsağı oluruz, ta ki yeni bir arzu benliğimizi sarıncaya dek.
Bana kalırsa gereksiz ölçüde karamsar görüşler bunlar. İnsanın varoluşundaki acıyı anlıyorum, ama acı çekmenin, hayattan vazgeçmeyi gerektirecek kadar da bizi sarıp sarmalayan bir şey olduğunu sanmıyorum. Nietzsche’nin bakış açısını, yani hayatı kutsayan, hayata katılmayı vaaz eden, amor fati (yazgını sev) diyen perspektifi bin kere tercih ederim bunlara. Ölümle karşı karşıya gelmiş kişilerle çalışmak, ölüm korkusunun, “yaşanmamış hayat” oranıyla doğrudan bağlantılı olduğunu gösterdi bana.
Hayatlarını dolu dolu yaşamış oldukları duygusunu taşıyan, potansiyellerini ve yazgılarını gerçekleştirmiş olan kişiler, ölümle karşılaşınca daha az paniğe kapılıyorlar. Hayatı kutsayan çok sayıda sanat eseri ortaya koymuş, mesela bizlere Zorbayı ve Yeniden Çarmıha Gerilen İsa’yı armağan etmiş olan Nikos Kazancakis’ten terapistlerin öğreneceği çok şey olduğuna inanırım. Nietzsche gibi Kazancakis de din karşıtı bir din düşünürüydü. Nitekim mezarında kendi seçtiği şu yazıt yer alır: “Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm.” (Kilise tarafından aforoz edildiği için Girit’teki Herakleion şehrinin eski surlarının tam dışında yer alır mezarı.) Ben, en önemli eseri “Odysseia’da verdiği öğüdü çok severim. Hayatla ilgili öğüdü şudur: “Yanıp kül olmuş bir şatodan başka şey bırakmayın ölüme.” Hayatımız için hiç de fena bir yol gösterici değil bu ve tabii terapi çalışmalarımız için de.
rvin D Yalom ile Röportaj
-Çocukluğunuz nerede geçti?
Washington, D.C. şehrinde. Babamların orada içki de satan ufak bir bakkal dükkanı vardı.
-İlk çocukluk anılarınız?
Yazın kızgın kaldırım taşlarından yükselen sıcak; sabahın köründe bile olsa evden dışarı adımınızı attığınız anda suratınıza çarpan sıcak; bu sıcak yüzünden annemle babam ve şehrin içinde yaşayan daha bir sürü aile geceleri kalkıp “otoyol”a çıkardı, Potomac Nehri kıyısında bir parktı burası. Washington’dayken babamla birlikte dükkana mal almak için sabah 5’te hale gittiğimizi hatırlarım. Şehrin güneydoğusunda koca bir alana yayılmıştı bu hal. Bir de Sylvan aklımdadır hala, bizim sokağın köşesinde ufacık bir sinema; annemle babam beni güvensiz sokaklardan uzak tutabilmek için haftada üç dört kez oraya götürüp bırakırdı. Yine aynı nedenle, her yaz sekiz haftalığına kampa gönderilirdim, ki çocukluğumun en hoş anıları da oraya aittir.
Pazar günlerini hep bütün ailenin bir araya geldiği bir zaman olarak hatırlıyorum. Annemle babamın kimi akrabaları gibi bir grup ahbabı da memleketten, “eski ülke”den kalma bağlarını korumuştu ve her pazar günü bir araya gelip pikniğe gider, ziyafetler düzenlerlerdi. Bunların hepsinin sonunda mutlaka kağıt oynanırdı: Kadınlar kanasta veya poker, erkekler ise pinaki. Pazar sabahları çok tatlı anlar yaşamışımdır ve hepsi de hala capcanlıdır zihnimde. Birlikte satranç oynarken babam, gramofonda, daha doğrusu o zamanki adıyla Victrola’da çalan Yidiş şarkılarına eşlik ederdi. Nazikamplarında katledilmişler hep. Dedem, babamın babası, çizme ustasıymış ve anneannemin babasının işlettiği yem ve hububat dükkanından alışveriş edermiş sık sık. Annemle babam daha yeniyetmelik çağında tanışmışlar, 1921’de ABD’ye göç ettikten sonra da evlenmişler. New York’a geldiklerinde beş paraları yokmuş, zaten ömürleri de iki yakalarını bir araya getirme mücadelesiyle geçmiştir. Amcam, Washington, D.C. şehrinde posta pulu büyüklüğünde mini mini bir dükkan tutmuş sonra. Ufak bir bakkaliye zinciri kurmuşlardı, arkasından içki satan dükkanlar ve zincirin her halkası biraz daha büyük, biraz daha başarılı oluyordu.
-Hem anne hem de babanız mı çalışıyordu bakkal ve içki dükkanlarında? Bu dükkandan size kalan anılar ne peki?
Her ikisi de, inanılmaz derecede zorlu koşullarda, o dükkanda çalışıyordu. Haftanın altı günü, sabah 8’den gece 10’a kadar, cuma ve cumartesi günleri de gece yansına kadar. Divan romanında anlattığım bir olay, babama dair gerçek bir hikayedir.
Washington’da, Beşinci Sokak ile R Sokağı’nın kesiştiği köşede ufacık, ikiye iki falan bir bakkal dükkanı vardı babamın. Evimiz de dükkanın üst katmdaydı. Bir gün adamın biri gelip iş eldiveni sormuş. Babam eliyle arkasındaki kapıyı işaret edip depodan çıkartabileceğini, birkaç dakika beklemesini söylemiş. Depo falan yok aslında. Arkadaki kapı sokağa açılıyor. Babam sokağa fırladığı gibi iki blok ötedeki pazara koşmuş, on iki sent verip bir çift eldiven almış, koşarak geri gelmiş ve müşteriye on beş sente satmış eldivenleri.
-Nerede okudunuz? Okul yıllarına ait ilginç hikayeleriniz var mı?
George Washington Üniversitesi’nde okudum, tam burs vermişlerdi bana, üç yüz dolar tutarında. Ailemin yanında kalıyor, her gün arabayla veya otobüsle gidip geliyordum. Üniversite öncesi, yüksekokul yılları kayıp yıllardır benim için ve hoş anılarım pek azdır. Tam bir inektim ben, sadece beni tıp fakültesine hazırlayacak dersleri aldım ve yüksekokulu üç yılda bitirdim. Hayattaki en büyük pişmanlıklarımdan biri, filmlerde ve kitaplarda hep gördüğümüz o muhteşem yüksekokul yıllarını kaçırmış olmamdır. Derdim neydi ki acaba, o kadar inekledim ve okulu bir an Önce bitireyim diye acele ettim? O yıllarda bir Yahudi’nin tıp fakültesine girebilmesi olağanüstü zordu. Bütün tıp fakültelerinde yüzde beşlik sabit bir kontenjan vardı. Dört yakın arkadaşımla birlikte George Washington Tıp Fakültesi’ne kabul edildim, bu gruptan üçümüz bugün de dostuz bu arada grubun tamamı ilk evliliğini istikrarlı bir şekilde sürdürüyor. O kadar acele etmemin en önemli nedeni, Marilyn’le ilişkimdi zaten, on beş yaşındayken tanımıştım onu. Mümkün olan en kısa zamanda, yani o fikrini değiştirmeden, ilişkimizi evlilikle noktalayarak kesin biçimde sağlama almak istiyordum.
-Eşiniz ne iş yapıyor?
Marilyn, üniversitede Fransızca öğretmeniydi, sonra Stanford Kadın Araştırmaları Merkezi’nin başına geçti. Kültür tarihi üzerine kitapları da vardır. Mesela Antik Çağlardan Günümüze Evli Kadının Tarihi (A History of Wife), Memenin Tarihi (A History of Breast) ve Birth of the Chess Queen (Satrançta Kraliçenin Doğuşu).
-Hekimliğe başlamadan önce ne tür işlerde çalıştınız?
Çocukluğum boyunca sürekli babamların dükkanında çalıştım, sonra bizim mahallede Liberty dergisi dağıtırdım evlere, mağazalardan alışveriş edenlerin torbalarını arabalarına kadar taşırdım. Mikroskop alabilecek parayı biriktirmek için bir yaz boyunca Peoples Drug Store’da gazoz makinesinin başında bekledim. Bir yazı da mandırada çalışarak geçirdim. Eleman ilanında bir yanlışlık yapmışlar meğer, “manzara işi” diyordu, ben de sandım ki sanatla ilgili bir şey, meğer “mandıra işi” imiş. Yine de girdim çalıştım gerçi. Üç yıl boyunca her cumartesi Bonds Giyim mağazasında tezgahtarlık yaparak giysi ve ayakkabı sattım. Dört Temmuz bayramlarında seyyar havai fişek satıcılığı yaptım. Birçok defa da yine yaz tatillerinde kamp danışmanı ve tenis öğretmem olarak çalıştım. Yüksekokuldayken organik kimyada zorluk çeken öğrencilere özel ders verdim. Ama tıp fakültesine başladıktan sonra ancak laboratuarda çalışarak ek gelir elde etme imkanım oldu, kan ve sperm satıyor, kütüphane araştırmalarında profesörlere yardım ediyordum. Sonra ihtisasım sırasında cezaevlerinde ve psikiyatri kliniklerinde sürüyle danışmanlık işi yaptım.
-Yazarlara özgü tuhaflıklardan sizde de var mı?
Her gün sabah erkenden, saat 7 gibi yazmaya başlarım ve öğleden sonraya, yani hasta bakma saatime kadar devam eder bu. Rüyalarım bol malzeme sağlıyor bana. Çok kararlı bir şekilde yazar, yazma işini daima her şeyin üstünde tutarım. Bisiklete binerken veya küvette yatarken de bir sonraki gün yapacaklarımı zihnimde aktif bir şekilde planlarım.
-En güvenilir esin kaynağınız nedir? İçki ritüelleriniz var mı sizin de?
Yazar olarak esin kaynaklarım zihinsel niteliktedir, yani felsefe ve edebiyat kitapları okumak, bir de kendi klinik çalışmalarım. Diyebilirim ki hastalarımla birlikte geçirip de sonradan yazarken kullanacağım fikirlerin oluşmadığı tek bir saat olmamıştır. Hastaların bana anlattıklarını, kitaplarımda kullanıyor değilim elbette, ama onlarla konuştuklarım, mutlaka bir yolunu bulup kitaplarıma giren fikirler sağlar. muzla bağlarımızı sıkı tutarız. Onların meslek hayatı bizi yakından ilgilendirir. Eve, jinekolog oldu; Reid, çok yetenekli bir sanat fotoğrafçısı; Victor, psikolog ve girişimci; Ben ise tiyatro yönetmeni. Her yaz bütün çocuklarımız ve torunlarımızla birlikte tatil yaparız mutlaka, çoğunlukla Hawaii’de.
-Şu anda üzerinde çalıştığınız kitap?
The Theory and Practice of Group Psychotherapy (Grup Psikoterapisinde Teori ve Pratik) adlı ders kitabımı yeni beşinci baskısı için gözden geçirme işini geçenlerde bitirdim ve söz yorgunluğunu üzerimden atmaya çalışıyorum. Birkaç aydır Helenistik Felsefe konusuna dalmış vaziyetteyim, özellikle Epikuros’un eserlerine. Sizin anlayacağınız, toprağı hazırlıyor, gübreliyorum şu anda ve er geç yeni bir yazma projesinin filiz verdiğini göreceğimize inanıyorum. Bakalım, beklemedeyim….
İnsanın varoluşundaki acıyı anlıyorum, ama acı çekmenin, hayattan vazgeçmeyi gerektirecek kadar da bizi sarıp sarmalayan bir şey olduğunu sanmıyorum.
Hayatlarını dolu dolu yaşamış oldukları duygusunu taşıyan, potansiyellerini ve yazgılarını gerçekleştirmiş olan kişiler, ölümle karşılaşınca daha az paniğe kapılıyorlar.
Ben, Kazancakis’in en önemli eseri “Odysseia”da verdiği öğüdü çok severim. Hayatla ilgili öğüdü şudur: “Yanıp kül olmuş bir şatodan başka bir şey bırakmayın ölüme. ” Hayatımız için hiç de fena bir yol gösterici değil bu ve tabii terapi çalışmalarımız için de.
Din ve Psikiyatri, bütün dünyada milyonlarca okurun sevgisini kazanan Irvin D. Yalom’dan hayatın temel gayesini ve insanoğlunun baş etmek zorunda kaldığı kaygıları sorgulayan aydınlatıcı bir metin. Okurunu bir kez daha “Neden varım?” sorusuyla karşı karşıya getiren derinlikli bir sohbet…