Prof. Dr. Özcan Köknel: “Hayatın Bizim Ona Verdiğimizden Başka Anlamı Yoktur”

picassoİnsanın günlük zorlanmalardan korunması ve kurtulması için bunların üstüne çıkabilmesi gerekir. Bu da yaratıcı düşünceyle sağlanır. Engellerin aşılmasında, sorunların çözülmesinde etkili ve gerçekçi yollar yaratıcı düşünceyle bulunur. Düşlem (hayal kurma) adını alan, imgelem biçiminde, gerçeklere uymayan ya da doyum olanağı bulunmayan amaçlar, beklentiler, istekler düş yoluyla doyuma kavuşur. Çocukluk ve gençlik çağında ileriye dönük olarak çalışan düşlem düzeni, kişiye yaratıcı tasarımlar yaparak duygu ve düşüncelerini yüceltme olanağını kazandırır. Yaşlılıkta da geriye dönük olarak çalışarak, insanı güzel anıların renkli dünyasına götürür, yalnızlığın karanlığında kaybolmaktan kurtarır. Ancak gerçekle düşlem arasındaki sınır iyi çizilemezse, düşlemler gerçeğin yerini almaya başlar ve gerçekle bağlantı bozulur.

Gerçekçi düşünce, uslamlama işleviyle, aritmetik, mantık ilke ve kurallarına uygun düşünce biçimidir. Yaratıcı düşünce biçimiyse, imgeleme dayanan düşünceyle gerçekçi düşünce arasında bağlantı kurar. Bu bağlantı düşünceye esneklik kazandırır. Böylece imgeleme dayanan düşünceden gerçekçi düşünceye; gerçekçi düşünceden imgeleme dayanan düşünceye doğru kaymalar yapılır. Yaratıcı düşüncedeki esneklik ve kayma, karşılaşılan engellerin aşılmasında, sorunların çözülmesinde kolaylık sağlar. Yaratıcı düşüncede aritmetik ya da mantık ilke ve kurallarına uygunluk ve tutarlılık, düşünce içeriğini değerlendiren tek geçerli ölçüt tür. Sanat dallarında bu ölçütün yerini estetik alır.

Yaratıcı düşünce olmazsa insanın, toplumun, uygarlığın gelişmesinden söz edilemez. İnsan yaratıcı düşünceye dayanan davranışlarda bulundukça
yücelir. Başkalarını etkiler. Topluma katkısı olur. Uygarlığa ayak uydurur.

Yaratıcı Düşüncenin Kaynağı

Yaratıcı düşüncenin kaynağını araştıran türlü görüşler vardır. Bunlar iki grupta toplanabilir.

Birinci gruptaki görüşler, yaratıcı düşünceyi Tanrının verdiği bir güç olarak kabul eder. Yaratıcı insan, ayrıcalıkları, özellikleri, üstün yetileri, becerileri ve yetenekleriyle dünyaya gelir. Kendisinin, çevrenin, toplumun yaşama biçimini değiştirecek davranışlarda bulunur, yapıtlar, ürünler verir.

ikinci grupta toplanan görüşlerse, yaratıcı düşüncenin insanın ve toplumun ortak çabası sonucu oluştuğunu belirtir. Yaratıcı düşünce, sağlıklı gelişen bedensel, biyolojik, ruhsal ve toplumsal kişilik katmanları arasındaki sürekli iletişim etkileşimin sonucu ortaya çıkan en yüksek kişilik katmanıdır. Yaratıcı düşünce önce insanın kişiliğini geliştirir, olgunlaştırır. Yaratıcı düşünceyle insan hiçlikten, kaygıdan, korkudan, kurtulmak, ölüme karşı direnmek, kendisini gerçekleştirmek ve varlamak için gereken davranışlarda bulunur. Bu davranışlar sonucu çevresine, topluma, tüm insanlığa olumlu katkıları olan ürünler verebilir. Kanımca, ruhbilim açısından çağdaş insan, yaratıcı düşünceye önem veren, bu düşünce düzeyine erişmek için harcanan çabaya saygı duyan insandır.

BİREYİN MUTLULUĞUNDAN TOPLUMUN MUTLULUĞUNA

İnsanın bu düzeye erişmesi, bireysel olduğu kadar, toplumsal bir sorundur. Bireyle toplum arasındaki iletişim ve etkileşime bağlıdır. Yaratıcı düşünceye önem veren, saygı duyan insanlar yetişmesi için, önce toplumun bilime, bilgiye ve insana önem vermesi, saygı duyması gerekir.

Bilime, bilgiye ve insana önem verilmesi, saygı duyulması Yeniden Doğuşla (Rönesans) başlamıştır. Ortaçağ dinin egemen olduğu bir inanç çağıydı. Ortaçağda insanlar arası ilişkilerde dinden kaynaklanan ortak değerler, iletiler geçerliydi. Bireysel, kişisel bilinç yerine, ortak dinsel bilinç etkindi.

Yeniçağda, Yeniden Doğuştan sonra insan doğanın en kutsal ve üstün varlığı olarak ele alındı. Bilimsel ve sanatsal tüm çabalar insanın mutluluğuna yöneldi. İnsanda ve toplumda bireysel bilinç uyandı. Bilginin ve bilimin ışığıyla aydınlanan Yeniçağ insanı, dinsel inançların «öteki dünya» da aradığı mutluluğu, kendi yaşamı içinde aramaya başladı. Bu uzun yolun sonunda insan, kendisiyle başlan arasındaki sınırı buldu. İçinde yaşadığı toplumsal ortamda özerklik sorumluluk dengesini sağlamaya çalıştı. Böylece de toplum bilinci uyandı.

HEM KENDİNDEN, HEM TOPLUMDAN SORUMLU OLMA

Çağdaş insan, bireysel ve toplumsal sorumluluk bilincini birleştirebilen insandır. Bu birleştirme için yaratıcı düşünce gereklidir. Böylece çağımızın insanı bir yandan toplum içindeki görev ve sorumluluklarını sürdürürken, öte yandan da kendisini geliştirme, aşma ve kişiliğinin tüm beceri, yeti ve yeteneklerini kullanma olanağına kavuşmuştur.

özetle, bireysel ve toplumsal bilincin birleşmesi yaratıcılık süreci içinde gerçekleşir. Bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi de, insanın içinde yaşadığı toplumun, fizyolojik ve ruhsal gereksinimlere sağladığı doyum ölçüsünde olanaklıdır. Toplumun önce beslenme, korunma gibi fizyolojik gereksinimlere doyum bulması gerekir, insanın bedensel, ruhsal, toplumsal bir bütün olarak toplumda değeri olmalıdır, insan doğanın ve toplumun en değerli, üstün varlığı sayılmalıdır. İlgi ve sevgi görmelidir. Güven içinde olmalı, bedensel ve ruhsal olarak kendisini gerçekleştirecek, varlayacak yollan kolayca bulabilmeli; bilimin, sanatın, tekniğin tüm olanaklarından, gelişmelerinden yararlanabilmelidir. insanın yaratıcılık çabalan toplumdan anlayış ve destek görmelidir, insanlar toplumda yaratıcılıkları ölçüsünde saygınlık kazanmalıdır.

«EN GÜZEL HEDİYE» GERİ VERİLİNCEYE DEK

Çağdaş insanın hem kendinden, hem de içinde bulunduğu doğal çevre ve toplumdan sorumlu olarak yaşamını sürdürebilmesi hiç kuşkusuz çetin bir savaşımdır. Bu savaşımdan kaçmak, yaşamdan kaçmak anlamına gelir. Oysa yaşamak insanın görevidir. Yaşamdan kaçış insanın doğal ve normal davranışı değildir.

Bedri Rahmi Eyüboğlu «İkinci Mektup» adlı şiirinde şöyle söylüyor:

Benimle başlayan dünya, benimle bitmez.

Benimle geldi bu kervan, benimle gitmez.

Elinle boynuma taktığın ömür;

En güzel hediyen, geri verilir.

Evet, insanın görevi ve sorumluluğu, en güzel hediye geri verilinceye dek yaşam savaşını sürdürmektir.

«UYUMSUZLUK BUNALIMI» VE «EVRENSEL HİÇ»

İşte insan bu görevin bilincine varmamışsa, kendini yaşadığı doğal çevrenin ve toplumun bir parçası olarak göremiyorsa, «uyumsuzluk» bunalımına düşebilir.

Ünlü oyun yazan Eugene Ionesco «uyumsuz» u şöyle tanımlıyor: «Duygusal ve düşünsel kökenlerinden kopan insan kendini yitirir; tüm devinimleri
amaçsızlaşır, anlamsızlaşır, uyumsuzlaşır. Uyumsuz insan, düzgün bir yüzeyde yürürken ansızın derin bir kuyuya düşen bir kişiye benzetilebilir. Nedeni belirsiz bu düşüşün sonucu, insan tüm kutsal değerlerini yitirmiş, umarsız, yitik ve köksüz, kuyunun dibinde kalakalır. Yüzeye erişme çabalan sonuç vermez. Zaman geçip yalnızlığı pekiştikçe de somut çevreye yabancılaşır, soyutlaşır.»

Derin bir kuyuya düşen ve tüm kutsal değerlerini yitiren, umarsız, yitik ve köksüz, kuyunun dibinde kalan insanı, Kaygı Çağının Camus, Hemingway, Kafka, Sartre gibi birçok ünlü oyun, öykü ve roman yazan da anlatmaya çalışmıştır. Bütün bu oyunların, öykülerin, romanların ki şileri, yarı gerçek yan düşsel bir evrende yaşarlar. Çevreleriyle sözlü ve sözsüz iletişimleri çoğu kez amaçsız ve anlamsızdır. Duygular birdenbire ortaya
çıkan patlamalarla, düşünceler anlamsız, tek heceli sözcüklerle iletilir.

Değişen toplumla, durağan amaçlar, beklentiler, duygular, düşünceler, değerler, inançlar, ilkeler ve kurallar arasında kalan insan kendini boşlukta bulur. Başkalarıyla, toplumla iletişim ve etkileşimin yok olması sonucu uyumu bozulur. Yaşam anlamsızlaşır. İnsan «evrensel hiç»le karşı karşıya kalır.

Dedin: «Başka bir ülkeye, başka bir denize giderim.

Bir başka şehir bundan iyi olsa gerek.

Uğursuz ve boş, ne yaptımsa şimdiye dek,

Yeni yerler bulamazsın, yeni denizler bulamazsın.

Gelir ardın sıra şehir. Hep o sokaklarda gezersin.

Hep o dış mahallelerde geçer günlerin,

Hep bu şehir vanp varacağın. Kaçmak umudu yok başka yere, gemi yok, yol
yok hiçbir yere.

Konstantinos Kavafis

Camus’un «uyumsuz kahramanı» Sisyphos, yaşadığımız yüzyılda Uyumsuz Tiyatro akımı yazarlarından Beckett’ in Godot’yu Beklerken ve Pinter’in
Kapıcı oyunlarındaki kahramanlarla yeniden karşımıza çıkıyor.

HİÇBİR ZAMAN GELMEYEN GODOT

İki yaşlı serseri, bir akşam vakti tek bir ağacın bulunduğu boş bir kır yolunda, Godot dedikleri birini beklerler. Ama Godot’nun kim olduğunu, gelip gelmeyeceğini bilmezler. Godot’yu beklerken konuşurlar, tartışırlar. Darlıp barışırlar, birbirlerine amaçsız, anlamsız duygular, düşünceler aktarırlar.

Akşam olur, ortalık kararır. Serserilerden biri Godot’ nun geleceğinden ümidini keser ve yatıp uyur. Öteki ümitlidir. Bunun için de arkadaşı uyuduğu halde durmadan konuşur. Bir süre sonra arkadaşı uyanır. Uykusunda gördüğü, evrensel uyumsuzluğu anlatan karabasanı anlatır. Gerçeğin ve düşün bu umutsuzluğu ve uyumsuzluğu iki arkadaşı korkutur. Birden suskunlaşırlar. Gece ilerler, ay iyice yükselir. Beklenen Godot gelmez. Beklentinin gerçekleş memesinin, amaçsızlığın yarattığı boşluk, umutsuzluk ve uyumsuzlukla, iki arkadaş canlarına kıymayı düşünürler. Ancak son anda vazgeçer, başka yerlere gitmeye karar verirler. Ne var ki, oldukları yerde donup kalırlar.

Godot amaçsız yaşama amaç getiren, beklenen, istenen, ancak bilinmeyen, tanınmayan bir varlıktır.

Tanrısal, evrensel, soyut bir amaç ya da beklenti midir Yoksa insanların dengesini, düzenini, uyumunu sağlayan bir varlık mıdır Bilinmez… Yan umut, yan endişeyle beklenir Godot.

BAZEN BAHANELER GERÇEKLE BEKLENTİLERİMİZ ARASINDAKİ UYUMSUZLUĞU GİDERİR

Pinter da, Kapıcı’da bu umut ve endişe karışımı beklentiyi oyunlaştırmıştır.

Londra’da yaşayan yaşlı bir serseri, yaşamına yeni bir yön vermek ister. Bunun için başka bir kentten kimlik belgesi alması gerekmektedir. Yola çıkmaya hazırlanır. Ancak ayakkabıları parçalanmıştır. Yenilerini denerse de, hiçbiri ayağına uymaz. Bu yüzden yaşlı serseri yolculuğu sürekli erteler. Suçu da ayakkabıların üstüne yıkar. Gerçekte yaşlı serseri, ayakkabılarını bahane ederek, beklentilerinin gerçekleşmeyeceği korkusunu ertelemektedir. Gideceği kentten kimlik belgesi alacağına, alsa bile yaşamının değişeceğine inanmaz pek. Bu nedenle de gerçekle yüz yüze gelip ümitlerini büsbütün yitirmekten, ruhsal çöküntüye düşmekten korumaya çalışır kendini.

Günlük yaşamda evde, işde, toplantıda engellerle karşılaşan, zor durumlara düşen, bu yüzden endişelenip sıkılan insan, türlü bahaneler bularak kendisini endişe ve sıkıntıdan kurtarır. Bulunan bahaneler, gerçekte insanın çevreyle uyumunu sağlayan, benliği örselenmekten kurtaran, kendiliğinden oluşan savunma düzenleridir. Bunlar insanın amaçları, beklentileriyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu giderir. İstenenlerle yapılabilenler arasındaki uçurumu kapatır. Bahanelere, insanın uyumunu sağlayan toplumsal yumuşatıcılardır da diyebilirim. Böylece insan farkına varmadan, benliğini, kişiliğini örselenmekten korumuş, özsaygısını yitirmemiş olur.

DÜNYANIN SONU ÖYLE KOLAY GELMEZ

Yatılı okula başlayan on bir, on iki yaşında bir çocuk, karanlık ve soğuk okul koridorlarında, tanımadığı insanlar arasında kendisini yalnız ve terk edilmiş görür. Tarifsiz bir iç sıkıntısına, kaygıya, korkuya kapılır. Okuldan kaçmak, eve ailesinin yanma koşmak, «beni bu okuldan alın, dayanamayacağım» diye ağlamak, yalvarmak ister.

Bir süre sonra okula ve arkadaşlarına alışır, uyum sağlar. En neşeli, sevinçli anlarını arkadaşlarıyla birlikte yaşar. Haftasonları bile okuldan ayrılmak istemez. Okul anılan yaşamı boyu canlılığını korur. İnsana yaşama gücü veren renkli anılar arasında yer alır…

Yüksek öğrenim seçme ve yerleştirme sınavlarında başarısız olan genç, «dünyanın sonu geldi» sanır. Onun için yaşamın «hiçbir anlamı kalmamıştır». Yaşama gücünü, ilgisini, neşesini, sevincini, mutluluğunu, umudunu yitirir. Dünyayı yaşamaya değer bulmaz. İntiharı düşünür, hatta
düşündüğünü gerçekleştirmek için girişimde bile bulunabilir.

Bir iki yıl sonra, öğrenim yapmak istediği dala ya da başka bir dala girince ya da bir iş bulup çalışmaya başlayınca, o düşünceleri «delilik» olarak niteler. Gülüp geçer. Böyle bir deneyim geçirdiğine memnun olduğunu bile söyler. Sınavdaki başarısızlık ona daha ciddi çalışmayı, amacına erişmek için daha fazla çaba harcamayı öğretmiştir. Bu nedenle, girdiği öğrenim dalma ya da işine daha çabuk ve kolay alışmış, uyum sağlamıştır.

Sevdiği erkekle birlikte olamayan, onunla evlenemeyen genç kız, yaşamı bir işkence olarak görür. Yaşama değer vermez. Çevresiyle ilgilenmez. Dünyadan elini eteğini çeker. İçine kapanır. Çalışmaz, işine gücüne gitmez, yemez içmez. Canına kıymayı düşünür, hatta bunu gerçekleştirmeye kalkışır.

Yıllar sonra bu genç kız, beğendiği, saygı ve sevgi duyduğu eşi ve iki çocuğuyla birlikte «mutlu bir aile» yaşamı içinde karşımıza çıkar. Eşine, evine alışmış, evliliğe, çocuklarına uyum sağlamış, iyi bir anne ve mutlu bir eştir artık. Gençlik çağındaki serüven, onun için «çocukluk», «ilk aşk» ya da «tatlı bir aşk öyküsüdür». Böyle bir anısı, deneyimi, yaşantısı olmasından mutluluk duyduğunu bile söyler. Mutlu olmak için çaba harcamak gerektiğini, mutluluğun duygularla değil, düşünce ve mantıkla elde edileceğini öğrenmiştir. Mutluluğun ancak çabayla sürdürülebileceğine, alıştığı mutluluğu ve uyumu yitirmemek için başkalarına da mutluluk vermek, özverili olmak gerektiğine inanmıştır.

«NEDEN BEN»

Annesine, babasına çok bağlı olan, onlardan ayrılmayı düşünemeyen bir insan, onlardan birinin ölümüyle dünyaya küser. Günlerce, aylarca ağlar,
yas tutar. Konuşmaz, yemez içmez.

Bir süre sonra bu insan, arkadaşlarıyla bir gece kulübüne eğlenmeye gider. Tanrıya, doğaya başkaldırmanın anlamsızlığını, gereksizliğini
öğrenmiştir artık, ölüm kavramına alışmış, ölümün de doğmak ve yaşamak
gibi yaşamın gereği olduğunu kabul etmiştir.

Doğuştan bir sakatlığı, eksikliği olan ya da yaşamının herhangi bir çağında bir kaza, hastalık sonucu sakatlanan insan, önce Tanrıya, doğaya, çevreye, topluma başkaldırır. «Niye ben», «Ne günah işledim», «Suçum neydi» diye düşünerek kendi kendini yer, umutsuzluk içinde kıvranır. Ama zamanla durumunun gerektirdiği koşullara uyum sağlar. Sakatlığıyla, kusuruyla uzlaşır, onunla birlikte yaşamayı öğrenir.

Türlü nedenlerle işini kaybeden insan, ekonomik sıkıntı içine düşer. Toplumdaki durumunu, yerini, rolünü yitirir. Eşiyle, çocuklarıyla, çevresiyle ilişkisi bozulur. Ruhsal çöküntüye düşer.

Bu insan bir süre sonra yeni bir işde istekle, neşeyle çalışmaya başlar. Yeni işine alışır, uyum sağlar. Eski işinden ayrıldığına sevinir.

İNSANIN RUHSAL GİZİLGÜCÜ, GENETİK DAVRANIŞ KALIPLARI

Gördüğünüz gibi, hiçbir mutsuzluk, hiçbir sıkıntı sonsuza dek sürmez. İnsan öyle kolayca altedilebilecek, çaresiz bir yaratık değildir. İnsanın bilinci, bilgisi dışında çalışan birçok bedensel ve ruhsal işlev, onun doğal ve toplumsal ortama uyumunu sağlar, onu her türlü zararlı etkene karşı korur, savunur. İnsan bu uyum gücünü bilir, bunun farkında olursa, karşılaştığı ya da karşılaşacağı zorlanma durumlarında boş yere kaygılanmaz, tedirgin olmaz. Geçmişteki zorlanmalara takılıp kalmaz. Gelecekteki zorlanmalardan korkmaz. Böylece ruhsal gücünü daha önemli zorlanmalarla başedebilmek için saklar.

Bu ruhsal gizilgücü soyaçekimle gelen ve insana özgü özellikleri taşıyan genetik davranış kalıplarıdır. İnsan bedenini oluşturan trilyonlarca hücrenin her birinde bulunan genetik bilgi ya da davranış kalıplan, her biri bin sayfalık bin ciltli büyük bir kitaplık sayılabilir. Bu bilgiyle insan, insan türüne özgü sınırlar içinde, doğal ve toplumsal ortama uyumunu sağlar. Bilinci ve bilgisi dışında çeşitli fizyolojik, ruhsal, toplumsal kaynaklı zararlı etkenlerden kendisini kurtarır. Zorlanmayla başedebilme yollarını bulur.

İnsan geliştikçe, genetik bilgiye, kazanılmış, öğrenilmiş bilgi de eklenir. İnsan beynindeki kazanılmış bilginin toplamı, biner sayfalık on milyon cilt kitapta toplanan bilgiye eşittir.

Görülüyor ki, insan organizması, insan türüne özgü olan, genetik ve edinilmiş, kazanılmış bilgiyle donatılmıştır. Bu bilgiyle, bu bilgileri taşıyan davranış kalıplarıyla, bulunduğu doğal ve toplumsal ortama uyumu sağlayacak, bu ortamlardan kaynaklanan zararlı etkenlerle başedebilecek yolların büyük çoğunluğunu kendiliğinden bulur.

ZORLANMALAR OLMASAYDI BU OLGUNLUĞA ERİŞEMEYECEKTİNİZ

Şu anda kitabın son satırların okurken bir an durup düşünün. Anımsamaya çalışın… Sorunları, engelleri, kötü olaylar güçlükleri tasarlayarak boş yere kaygılandığınız, sıkıntılı günler geçirdiğiniz olmuştur mutlaka. Oysa bunların çoğu gerçekleşmedi bile. Gerçekleşenler de sizin tasarladığınız boyutlarda olumsuz etkiler bırakmadı. Çoğunu kendi başınıza aştınız. Çoğuyla bilinciniz, bilginiz dışında başettiniz. Çoğu size bilgi, deneyim, görgü kazandırdı. Engelleri aşmak, güçlükleri yenmek özgüveninizi, cesaretinizi artırdı. Şimdi yaşama daha bilgili, deneyimli, görgülü ve güvenil bakıyorsunuz. Zorlanmalar olmasaydı, bu olgunluğa erişemeyecektiniz.

YAŞIYORSANIZ ELBETTE ZORLANACAK VE «YENİLMEZLİK» DUYGUSU KAZANACAKSINIZ

Aşamadığınız engelleri, başedemediğiniz zorlanmaları anımsıyorsanız, boş yere sıkılıp üzülmeyin. Olan olmuştur. Bu durumları serinkanlılıkla değerlendirin Kendinizi hatalı buluyorsanız, benzer durumlarda bu hatalarınızı tekrarlamayın. Varlığınızı, bedensel, ruhsal, toplumsal bütünlüğünüzü korumak, içinde yaşadığınız ve kendi içinizde bulunan ortama uyum sağlamak için gerekli olan tüm bilgilerle donatılmış olduğunuzu unutmayın. Geçmişte yaptığınız hatalar, gelecekte atacağınız yanlış adımlar sizi kaygıya sürüklemesin. Kaygı yüzünden bilgilerinizden yararlanamayacak durumlara düşmeyin. Sizi günlük uyumsuzlukların, zorlanmaların dışına ve üstüne çıkaracak olumlu kaçış yolları bulun. Neden zorlanıyorum, diye düşünmeyin. Yaşıyorsanız elbette zorlanacaksınız. Çünkü yaşamanın bedelini ödüyorsunuz.

Şuna inanıyorum ki, «İnsanoğlu yoluna çıkan engellerle çarpışa çarpışa, bir savaşçı için en değerli duyguyu, ‘yenilmezlik’ duygusunu kazanacak,
giderek daha çetin savaşlara girmeyi göze alacaktır. ‘Savaşçı insan’ günün birinde evreni dize getirmeyi bile başaracaktır belki.»

Prof. Dr. Özcan Köknel

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz