Erdal Atabek: Hiçbir belirliliğe bağlı olmaksızın yaşamak özgür yaşamak değil boşlukta yaşamaktır

Erdal Atabek«Yaşama özgürlüğü»nü insanların tek bir anlama biçimi vardır: Kimseye bir şey söylememek, kimseye hesap vermek zorunda kalmadan canının istediği gibi yaşamak.
Belki de insanın üzerinde yoğunlaşan baskılar, insana «yaşama özgürlüğü»nün ancak böyle olabileceğini düşündürmüştür, bilmiyorum.
Ama, «yaşama özgürlüğü» sanırım ki, «sorumsuz yaşama» değildir. Hiç kimseye, hiçbir şeye, hiçbir belirliliğe bağlı olmaksızın yaşamak, kanımca, özgür yaşamak değil «boşlukta yaşamaktır. «Özgür yaşamakla «boşlukta yaşamak» aynı şeyler değil.
«Özgür yaşamak, insanın kişiliğini geliştiren, kendine ilişkin değer yargılarını oluşturan, pekiştiren, içinde yaşadığı toplumla, çevreyle, grupla değer yüceltici, geliştirici bağlantılarını kuran bir yaşama biçimidir.

İnsanın sorumluluktan kaçmak istediğini sanmakla özünde bir yanlış yapıyoruz. İnsanın kaçtığı, sorumluluklar değildir, sorumluluk biçiminde ona dayatılan baskılardır. Tersine, insan sorumluluk almak ister, sorumlulukla birlikte gelişmek ister, büyümek ister, yaşamına anlam katmak ister. Ama, bu sorumluluğu kendisinin seçmesine fırsat verilmelidir. Almak istediği sorumluluğa ilişkin yetileri, birikimi, donanımı yeterli olmalıdır. Sorumluluk onu bunaltmamak, yormamak, bıktırmamalıdır. Kendine uygun bir sorumluluğu almanın insan kişiliğinin gelişmesinde önemi büyük.

İnsan, kendine uygun sorumluluklarla özgürleşir.

Ağır bir baskı döneminden geçmiş toplumların insanları, bu baskının etkisiyle bunalıp da artık hiçbir sorumluluk almak istemediği zaman, umutsuzluğa düşeriz: İşte, insanlar artık hiçbir şeyle uğraşmak istemiyor, kendi köşelerine çekilip, sadece kendi hayatlarını yaşamak istiyor, deriz. Oysa bu bir yanılgıdır. Bunun anlamı insanların «sorumluluktan kaçması» değil, «kendini yeniden gözden geçirmek» istemesidir.

Gençlerimize nasıl davrandığımıza bakalım. Onlara hayatımız içinde «yaşama özgürlüğü» verebiliyor muyuz?

Gençlerin «aile ortamı» paylaştıkları bir sorumluluk mudur?

Genç kızlarımıza, genç erkeklerimize aile içindeki hayatın sorumluluklarını veriyor muyuz? Yaşadığımız aile içinde genç insanların söz hakkı, bir konuda görüşlerini belirtmek hakkı, hayatın düzenlenmesinde onların katkıda bulunmalarını sağlayacak bir sorumlulukları var mıdır?

Yoksa, onların sadece «yükümlülükleri» mi var? Onlar, ancak belirli saatlerde gelip gitmekle, derslerine çalışıp sınıf geçmekle mi yükümlüler? Ders dışındaki hayatları erişkinler için hep «aman bir yanlış yapmasınlar» kaygısıyla mı karşılanıyor?

Geleceğe ilişkin düşüncelerimizde onları sadece «yükümlüyor muyuz», yoksa onların gelecekteki kişilik gelişmeleri bizleri ilgilendiriyor mu? Onların geleceği, bizleri «ilerde kazanacakları para», «onların durumundan bize ne yarar olacağı» açısından mı ilgilendiriyor, yoksa «onların gelecekte kendi açılarından nasıl bir gelişme göstereceklerini» mi ilgilendiriyor?

Bu soruların doğru yanıtlarını açıkyüreklilikle verebilirsek, gençlerimizin «yaşama özgürlüğü»ne sahip olup olmadıklarını da anlayabiliriz.

Kanımca, biz, gençlerimize «kendi sorumluluklarıyla özgür yaşama» olanağını değil, «sürekli artan yükümlülükleriyle baskı altında yaşama» sıkıntısını veriyoruz. Bu durumdaki genç bir insanın da «hiç kimseye bağlı olmadan kendi dilediği gibi yaşama isteğinden başka bir şansı kalıyor mu?

Gençlerin «eğitim ortamı», paylaştıkları bir sorumluluk mudur?

Soruyu açıklıkla koyup içtenlikle düşünelim.

Gençlerimiz ortaokulda, lisede, fakülte ve yüksekokullarda «öğrenci» olarak «eğitilirken» onlara uygun gördüğümüz «toplumsal rol» nedir?

Onları «bilgileri yüklenmesi gereken» canlı depolar olarak mı görüyoruz? Yoksa, verdiğimiz bilgileri düşünme isteği oian, yorumlama gücü olan, bize söylemek istediklerine olanak sağlamamız gereken «genç insanlar» olarak mı görüyoruz?

Onlara sevgimiz, bize itaat ettikleri ölçüde mi artıyor? Yoksa, bizim söylediklerimize gösterdikleri dinamik ilgiye sırasında karşı çıkmalarını da dikkate alarak geliştirdikleri kişilikleriyle mi seviyoruz onları?

Eğitim ortamımız, gençlerimizin kişiliklerini geliştiren bir paylaşımı sağlıyor mu, yoksa sadece onları yükümlemeye yönelik bir «tek yönlü yol» mu oluyor?

Peki, gençlerimize «aile ortamı»nda yaşama özgürlüğünü veremezsek, «eğitim ortamı»nda yaşama özgürlüğünü veremezsek, genç insanlar «yaşama özgürlüğü»nü nerede arayacaklardır, nerede bulacaklardır?

Bunun yanıtı, erişkinler için «biz nerede buluyorduk ki?» olmamalıdır.

«Biz onlardan daha güç yaşadık. Bizim çektiğimiz sıkıntıları onlar çekmiyorlar, bunları bilmiyorlar bile. Biz, onları kendimizden daha iyi yaşatıyoruz, onların bizlerden daha iyi olmaları için elimizden geleni yapıyoruz, gençlerin de bunu anlaması lazım.»

Erişkinler böyle düşünüyor. Kendi açılarından haklı bir düşüncedir bu. Ama, gençler için sandıkları kadar haklı değildir. Onlar geçmişte yaşananları düşünerek kendilerini mutlu sayamazlar. Onlardan bunu istemek hakkımız da yok. Bize düşen, geçmişin tortularını kendi içimizde eriterek, genç insanlara geleceğin ufuklarını açmaktır.

Yaşama özgürlüğü de genç insanlarımıza (kuşkusuz bütün insanlarımıza da) kendi değerlerini oluşturan, kendilerine gelişme sağlayan, isteklerine, yetilerine uygun yaşama sorumluluğunu vermek, bu alandaki haklarını tanımakla olacaktır.

Yaratma Özgürlüğü…

«Yaratma özgürlüğü», özgürlüklerin en güç elde edileni. Bir bakıma, özgürlükler zincirinin son halkası.

Duygu özgürlüğü düşünce özgürlüğü yaşama özgürlüğü. . Bunlar yaşandıkça, bunlar özümlendikçe, bunlar geliştikçe kazanılacak bir özgürlüktür «yaratma özgürlüğü».

Yaratma özgürlüğünü sanatçılara özgü bir yeti sanıyoruz. Oysa, kanımca, her insanın içinde «yaratıcılık» var. Her insan, içinde bir «yaratıcı» taşıyor.

Ama bizim insana yaptığımız en büyük kötülük, işte budur, insanın gelişmesine bir türlü fırsat vermeyerek onun yaratıcılığını sindiriyor, bastırıyor, küçültüyoruz. Belki de öldürüyoruz.

«Yaratıcılık» tek yönlü bir yol değil, tekdüze bir iş değil, tek çizgi tek renk değil. «Yaratıcılık» bir coşku, bir fışkırış, bir kaynayış, değişeni aramak, farklıyı bulmak, olmayanı oldurmak.

«Yaratıcılık» bir meydan okumadır. Gördüğünü kabul etmemeyi gerektirir, bulduğunu yeterli saymamayı gerektirir. Cesarettir, tehlikeye atılmaktır, mücadeleyi göze almaktır, yaralanmayı göze almaktır.

«Yaratıcılık» hayatı keşfetmek isteğidir. Bilinmezi bilmek, yapılmazı yapmak, yaşanmazı yaşamak tutkusu.

Belki de insanın «en insanca özgürlüğü».

İnsanın yaşama serüveninin en uç noktasında «kendini bulması».

Her insanın hakkının olduğu bir özgürlüktür «yaratma özgürlüğü».

Ama, duyguları özgür olmayan, düşünceleri özgür olmayan, yaşamı özgür olmayan insan, «yaratma özgürlüğü»nü nasıl bilebilir, nasıl bulabilir, nasıl yaşayabilir?

Kendisine söylenenden başkasını düşünmek, kendisine yakıştırılandan başka duygulara uzanmak, kendisinden beklenenden başka yaşamak olmadan «yaratma özgürlüğü» olabilir mi?

insanımızın «yaratma özgürlüğü» bundan mı yok, bilmiyorum ve düşünüyorum. Bu konuda daha boyutlu bir düşünme süreci gerektiğini düşünüyorum.

«Yaratıcı sanatçılarımız» nasıl bir süreçten geçmişler, hangi acıları yaşamışlar? Düşünüyorum.

Hapislere atılan şairlerimiz, yurtdışına kaçmak zorunda kalan ressamlarımız, yurdumuzdan sürgün ettiğimiz sanatçılarımız hep «yaratma özgürlüğü»nün çilelerini çekmediler mi?

Onlar bugün bile okul kitaplarının, dinlediğimiz radyonun, izlediğimiz televizyonun sürgünleri değil midir?

Aslında neyi sürgün ettiğimizi düşünmemiz gerekiyor.

Nazım Hikmet’lerle, Abidin Dino’larla, Pertev Naili’lerle sürgün ettiğimiz belki de «yaratma özgürlüğümüz»dür.

Belki de onun için, bir türlü yaratıcı bir toplum olmayı başaramıyoruz. Belki de onun için, içimizden sürgün ettiğimiz «yaratıcı özgürlüğün» acısını unutamıyoruz. Belki de onun için, giderek küçülttüğümüz benliğimizin yoksunluğunu çekiyoruz. Belki de onun için, en küçük bir uluslararası başarıyı abartıyoruz. Kendi ellerimizle yarattığımız aşağılık kompleksinden kurtuluş yolunu reddettiğimizden, bu kompleksi unutmanın hazin çabalarıyla çırpınıyoruz.

Özgür bir toplum olmayı başaramadığımız sürece kurtulamayacağımız bir çukurda debelenmek.

Özgür İnsan Olmak…

«Özgür insan olmak» ne sadece duygusal özgürlüktür, ne düşünsel özgürlük… «Özgür insan» olmak, bir varoluş biçimidir.

Duyguları da, düşünceleri de kapsayan, yaşamı güçlendiren, yaratmayı yeşerten bir varoluş biçimi. Duygu özgürlüğünü bilmedikçe, düşünce özgürlüğünü anlamadıkça, hep bir yanı eksik kalacak bir «insanlık».

Özgür insan olmak, gerçekte belki de sadece insan olmak.

Ve insan olmak da, uğrunda mücadele etmeyi gerektiriyor.

Erdal Atabek
Yaşama Özgürlüğü

2 Yorumlar

  1. Erdal bey, boşuna döktürmüşsün. Toplumun sistemin sana izin verdiği kadar özgürsündür. Bunun dışında bir düşünce geliştiremezsin geliştirsen de para etmez yani uygulayamazsın. Daha önce bura bir büyük düşünürün dediği gibi “özgün düşünceni duymak isterim” Hepsi sürü olmaya çıkar toplum özgür olmadıkça birey özgür olamaz.
    Özgür bazı isteklerimi sıralyayım.
    Köpekleimi kapatmak istemiyorum tüm site düşman.(ısırmazlar hepsi sokakköpeği)
    Çöplerimi ayrıştırıyorum verecek merkz 30 km ötede.
    Daha bunlar somut olanlar soyutları sıralasam anında linç ederler.
    Sen Cumhriyet mahallesini güzelleştir.Açlığa çare bul özgürlük kalsın

  2. İnsan olmak, uğrunda mücadele etmeyi gerektiriyor. son cümlenizi okuduğumda “Yaptığın iyiliği söylemediğinde, yapılan kötülüğü unuttuğunda insan olmak için ilk adımı atmış olursun” bu da okuduğum bir başka insan olmakla ilgili cümle ikisinin çıkrımından yola çıkarak kendi yaşamınla ilgili söylediğim cümleyi sarf edeyim, SAF,TMİZ, İYİ OLMAK UĞRUNA SALAKCA BİR ÖMÜR….öğretilmiş korkularımla ki ! korkum olduğunu öğrendiğimde toplumsal sıfır noktasındaydım.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz