Özgür Gündem gazetesinden İnci Hekimoğlu, Oyuncu, yönetmen ve şair Orhan Alkaya ile Erdoğan’ın Kürt hareketine yönelik saldırılarını ve Kürt sorununun çözümünü üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Orhan Alkaya ünlü bir oyuncu, şair, yönetmen, gazeteci ve yazar. Aynı zamanda ülke meselelerine kafa yormaktan ‘mağdur’. 12 Eylül’de 1402 sayılı yasayla görevinden alınan binlerce kamu görevlisinden biri. Darbe sürecini şiir defterine “Bize yapılanları gördüm, hepsini/ an benimle geçerken zamansız/ ve hep bir ukte kadar karanlık/ günler hayli sevimsiz hatıra haliyle/ isimler ölüm hükmündeydi..” dizelerle geçiren Alkaya, söyleşide: “Başbakan’da tehlikeli bir eğilim var. Bu eğilim kendini çok fazla ortaya koymaya başladı. Her konuda her şeyi söyleyebileceğini zannediyor.” diyor.
Demokratik hukuk devletinin yolunun tek partili, tek sesli bir yönetimden değil, çok sesli bir Meclis’ten geçtiğine inandığı için desteğini Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’na verdiğini açıklayan Alkaya, ‘Türkiye’nin tehlikeli bir noktaya sürüklendiğine’ dikkat çekiyor. Orhan Alkaya ile Başbakan’ın, entelektüeller, gazeteciler, sanatçılar dahil toplumun çeşitli kesimleriyle sürdürdüğü çatışmacı ilişkiyi, Kürt halkına ve son olarak Hopalılara o bildik şiddet ve tehdit yüklü statüko diliyle hitap etme nedenlerini konuştuk. Alkaya’nın sözleriyle “kompulsif bozukluk mu” yoksa “Asyatik histeri” mi, kararı siz okurlarımıza bırakıyoruz.
Başbakan Kars’taki heykele ucube dedikten sonra şimdi de bazı sanatçılara ‘sanatçı müsveddesi’ dedi. Bir sanatçı olarak bu cümleleri duymak ne hissettirdi sana?
– Başbakan’da tehlikeli bir eğilim var. Bu eğilim kendini çok fazla ortaya koymaya başladı. Her konuda her şeyi söyleyebileceğini zannediyor. Mehmet’in heykeline ‘ucube’ derken, bunu hangi sıfatla, hangi yetkiyle, hangi donanımla söylediğini düşünüp tartmayı aklının ucuna bile getirmemiş. Halbuki Erdoğan, “Bir vatandaş olarak fikrimi söylerim” diyemeyecek bir pozisyonda. Mehmet’in heykeline “ucube” dediğinde ne oldu, kestiler ve indirdiler heykeli. Yani şimdi Onur’u (Akın), Sabahat’i (Akkiraz) de mi kesecekler. “Müsvedde”ler, “ucube”ler yok ediliyorsa eğer takipçilerin tarafından, şimdi bu insanları tehlikeye atmış oluyorsun. Hangi müzik bilgisi ile tartıyor da bu arkadaşların ‘müsvedde’ yani ‘karalama’ olduğu kanaatine varıyor? Üzerinde bu kadar konuşmak aslında abes ama ülkenin Başbakanı söylediğinde sahiden ürkütücü, tehdit edici bir durum hasıl oluyor. Bir ülkenin Başbakanı bu kadar sorumsuzca laflar ediyorsa, biri de kalkıp ona “siyasetçi müsveddesi” diyebilir o zaman. Ben bunu demem, Recep Tayyip Erdoğan’ın bir siyasi birikimi var. İyi kötü, bana uyar uymaz o ayrı bir şey ama kendi ekolünü yansıtıyor. Hiç kimse bir diğeri hakkında bu kadar sorumsuz laflar sarf etmemelidir. Bir Başbakan asla etmemelidir, hele özel hayatın gizliliğini bile evde yatak odasının içiyle sınırlı tutan bir zihniyetin sahibiyse.
Hopa’daki olaylarda yaşamını yitiren öğretmen için ‘Biri de öldü, söz etmeye bile gerek yok’ demesi de bu zihniyetin ürünü mü?
– Metin’i tanırdım. ÖDP kurucuları arasında yer almış bir arkadaşımızdır. Çok canım yandı, çok üzüldüm. Eğer Başbakan’ın sözleri o özetlendiği gibiyse sahiden; en hafifinden vicdansız olmadığını düşündüğüm biriyle ilgili bu kanaatimi yeniden gözden geçiririm. Burnunun dibinde, her şey bir yana, emekli bir öğretmen Türkiye’de müsrifçe kullanıldığını bildiğimiz biber gazının protesto hakkını kullananların üzerine sıkılması sonucunda hayatını kaybediyor ve sen de geçip gidiyorsun oradan. Hakikatten vicdanen kabul edilemez bir durum. Geçenlerde “entelektüellere ihtiyacım yok artık” dedi. Kürt meselesinde dün ihtiyacı vardı, arabuluculuk istiyordu. O 150 imzacıdan birisi olduğum için biliyorum, o grubun dağılmamasını çok istedi. Bu kadar ihtiyacın vardı da şimdi ne oldu? Ama yarın gene ihtiyacı olacak. Çünkü siyasetin dar kapısına geldi, hem AKP hem Tayyip Erdoğan. Türkiye’de merkez solda artık bir toparlanma başladı, ben bunu net olarak gözlemliyorum. CHP toparlanıyorsa Türkiye’de siyaset toparlanır. Çünkü siyasetin iki ayağından bir tanesidir. Biz ana ayak değiliz. Ana ayak olmadık hiçbir zaman.
Biz derken?
– Biz derken sosyalistleri ve en geniş sol muhalefeti kastediyorum. Ana ayak olmadık ama zaman zaman çok etkili olduk. Sol belli anlarda devreye girip, etkili dönüşümler sağlanmasına yol açabildi. Her ne kadar merkez sağa transfer olmadan, merkez sağı kendine doğru çekmiş olsa da AKP’nin karşısında, merkez solda CHP toparlanıyor. Şimdi bu sol ayağın toparlanması siyaseti yeniden dizayn edecek, dengeye getirecek. Bu tek seslilikten yeniden çok sesli siyaset alanına geçecek Türkiye. AKP bir yere kadar geldi ve hızla o yeri tüketti. Toplumdaki stabilizasyonu tehdit eder hale geldi.
Bu noktayı, bu tıkanmışlığı görmesiyle mi ilgili, üslubunun sertleşmesi, sola ve entelektüellere ihtiyacının kalmadığını açıktan deklare etmesi, ‘Kürt sorunu yoktur’ demesi?
– Hopa’ya şamil olabilecek bir şekilde eşkıya lafını kullanmak, BDP’nin bütün kitlesini terörist algısına sürükleyici laf etmek, bunlar ancak çok ağır bir baskı yahut tehdit algısı altında söylenir bir siyasetçi tarafından. Çünkü siyasetini ırk temelli milliyetçilik üzerinden kurmadı AKP. Evet, bu ekol ümmetçi değil milliyetçidir. Türkiye’deki Sünni İslam geleneği, milliyetçi bir gelenektir. Ama başta bunun üzerinden siyasetini kurmadı. Arkasına kitleleri alırken de bu siyasetle almadı. Irk temelli milliyetçilik siyasetiyle almadı. Kürt sorununun çözümü konusunda sahiden entelektüellerden destek arayarak, bu desteği bizzat talep ederek önemli adımlar atmış ama attığı her adımı yarıda bırakarak, başta Kürt halkını oldukça zor bir pozisyonda bırakmış bir siyasetçi Recep Tayyip Erdoğan. Kürt meselesinde bu kadar sert ağız değiştirmesini, rota değiştirmesini anlamak ise çok zor. Büyük bir tehdit algısıyla mı buraya geldi, bilmiyorum.
Ben bir psikolog değilim ama yaptığım okumalarda bir kompulsif problem seziyorum. Yani kendini baskı altında hissettiğinde Erdoğan’ın verdiği tepkilerde denge bozulmaları gördüm. Gayet güzel konuşurken, birdenbire karşısındakinden etkilenip “ananı da al git” diyor mesela. Halbuki o konuşmanın başında, yurttaşını yanına çağıran, dinleyen bir model var. Ama birden o ana kadar çizdiği portrenin dışında bir laf ağzından fışkırıveriyor. Şimdi seçime doğru bu ‘fışkırmalar’ arka arkaya gelmeye başladı. Başbakan sorumluluğunu umursamayan, çok uzak uçlara, çok seri savrulmalar başladı. Gene bir baskı altında hissediyor olabilir kendisini.
KONDA’nın son araştırmasında, siyasetçilerin ve medyanın kullandığı savaş dilinin, Türk kesimini kışkırttığı tespiti var. 13 Haziran’da bu kutuplaşma geri döndürülebilir mi?
– Başbakan’ın bazı konuşmaları tehlikeli. Yangına körükle gitmek denir, ateşe benzin dökmek denir buna. Ama ben burada daha çok CHP’ye rol düştüğünü görüyorum. Bu dili kıracak olan CHP’nin söylemi olacak. Sosyalistlerin böyle bir konuda zaten net bir tavırları vardır. Burada asıl görev, Kürt bakkalı, Kürt komşuyu istemeyen insanlara, bu bozuk psikolojilerinin nedenini anlatacak bir başka dili kurmak. Bu dili de CHP’nin kurması gerektiğini düşünüyorum.
Bir sorunla sürekli iç içe yaşayan insanlarda bir süre sonra bilinç küntleşmesi olur. Çözülsün de nasıl çözülürse çözülsün, noktasına gelirler. 12 Eylül, bir biçerdöver gibi toplumun içine girdiğinde insanlar çok mutlu olmuşlardı sözgelişi. O yüzden, Başbakan bu dili kullanmayı seçtiyse, onun elini tutmak zor. Karşı dili kurmak lazım. AKP seçmeninin içinde çok karışık bir kompozisyon var. Sünni İslam referanslı bir kitlesi var. Bu kitlede yaygın ırkçılık olmaz. Ama AKP etrafında kümelenmiş ticaret burjuvazisi var. Yani sermaye transferinden nasiplenmekte olan bir ticaret burjuvazisi var. Ticaret burjuvazisi bu sorunun ne yolla olursa olsun çözülmesini ister. Bir de Batı’da yaşayan AKP fobisi sahibi geniş bir eğilim kitlesi var ki CHP bu kitle üzerinde çok etkili olabilir. Süratle barışın dilini kurmak lazım. Biz zaten hep bu dili kullandık. Bu dili yayacak olan CHP ve etrafı olmalı. Merkez siyaset olmalı.
Seçimlerden sonraki temel beklenti yeni anayasa. Yeni bir anayasa yapılacağına dair inancın var mı?
– Yerel yönetimler konvansiyonu bile çok şeyi çözer. Bunu CHP lideri beklemediğim bir cesaretle ifade etti. Kutlanması gereken bir yürekliliktir bu. Artık geri dönülmez bir nokta var. Bazı şeyler istesek de, istemesek de veya beğenip beğenmememize bağlı olmaksızın, bir vaka haline geldi. Anadil talebinin geriletilebileceğini zannetmiyorum. Yerel yönetim bazında özerklik talebinin de geriletilebileceğini zannetmiyorum. Dolayısıyla ikinci cumhuriyetin (birinci cumhuriyet 1923’te kurumsallaşan 1920 cumhuriyetidir) üniterizme getirdiği formatın sürebileceği kanaatinde değilim. Üçüncü cumhuriyete geçmek lazım. O üçüncü cumhuriyette de, özerklik bazında eyalet mi olur bunun adı, federatif bir yapı mı olur, bunların hepsini tartışarak ortak bir akıl geliştirebileceğimiz bir noktaya gelmemiz lazım. Ben buradan bir parçalanma doğacağına inanmıyorum. Türkiye Kürtlerinin önündeki hedefin ne olduğuna karışacak değilim. Ama Türkiye Kürtlerinin Türkiye’den ayrılıp bağımsız bir devlet kurmak isteyecekleri kanaatinde de değilim. Yarın bir büyük Kürdistan kurulur mu, dört ülkenin eyaletleri bazında bu ayrı bir konudur. Ama bundan korkmak sadece süreci uzatır. Yeni anayasa eğer demokratik haklar ekseninde oluşmayacaksa, referandum sürecinde gördüğümüz gibi, kültürel hakların ve demokratik hakların sos olarak kullanıldığı ve güçlü olan birinci partinin ülkeyi daha rahat yönetmesini sağlayacak monolitik bir anayasa olur, bu da hiç iyi bir şey olmaz.
Bu sürecin uzamasının ve yeni travmalar yaratmasının önünü kesebilmekte, AKP’nin artık ihtiyacının kalmadığını deklare ettiği entelektüellere nasıl bir görev yüklüyor?
– O görev zaten yıllardır ifa ediliyor. Entelektüeller bu ülkenin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu ve nasıl bir anayasa gerektiğini sayısız defa tartıştı ve önerilerini, paketlerini ortaya koydu. Ama sağırlar sofrası bunu umursamadı. Çünkü Asya’da siyaset yapmanın bir adabı var. Bu da “güçlüysen tek kal, olabildiğince etrafını boşalt” siyasetidir. Tek başına yürü ki, kitleler sadece senin peşinden gelsinler. Bu Asya’ya aittir. Batı’da olmaz. Berlusconi gibi bir tür neofaşist diyebileceğimiz bir siyaset figürü İtalya için bir tehdit değildir mesela. Ama Türkiye o siyaset kültürüne sahip değil. Sosyalistlerin bile tek başına iktidarı tehlikeli olabilir. Burada en iyisi, maalesef ittifak ve koalisyondur, en azından mevcut siyaset etme kültürü değişene kadar. Hep dengeler üzerinde gitmeli ki, kimse Asyatik histeriler geçirmesin. Çünkü uzun süre iktidarda kalan kendisini padişah sanmaya başlıyor. Kendini ülkenin sahibi hissetmeye başlıyor. İşte Tayyip Erdoğan’ın söylemine bakın; her şey onundur. “Benim bakanım, benim yurttaşım, benim milletvekilim” der.
Anayasa referandumunda sen hangi taraftaydın?
– Boykot tarafındaydım. Referandumun yüksek yargının yeniden dizayn edilmesi amacıyla yapıldığı çok açıktı. Ortak boykot deklarasyonuna da imza attım. Bu süreçte bizde de bir yarılma yaşandı. “Yetmez ama evet” işin en tuhaf tarafıydı. Yalın biçimde “evet” diyen arkadaşlarımız da vardı. 12 Eylül Anayasası’nın maddelerinden daha iyidir, gerekçesiyle evet diyorlardı. Ama referandumun hemen ertesinde ilk büyük hayalkırıklığını onlar yaşadı, ilk en sert yazıları da onlar yazdı. Çünkü şunu gördüler. 12’şer yıllık baklalar halinde dizayn edilmiş bir yüksek yargı vardı. Bu 12 Eylül’ün bir projesiydi. Yani ne yaparsan yap, kim gelirse gelsin iktidara, onu kilitleyebilecek bir yüksek yargı dizayn edilmişti. Ben Yargıtay isterim, doğru. Ama mesela, “Pınar Selek” kararını veren bir Yargıtay zihniyetini istemem. Ama bir anda şunu gördük ki; yüksek yargıyla yasama/yürütme arasında bir “ahenk” oluştu. Bu “ahenk” benim için ürkütücüdür. Artık rahatça çok tuhaf bir teknikle yazılmış yasaları yürürlüğe sokabileceklerini görüyorum. Kendi içinde çelişkilerle dolu yasalar yapıyorlar. Özal’ın KHK’larına ek, torba yasa denilen, salı pazarı modeli yasalarla hayatı dizayn ediyorlar. Referandum bunu sağlama alacak bir sonuç üretti.
İttifak politikalarını çok olumlu buluyorum
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’na desteğini açıkladın. Bu tercihte neler etkili oldu?
– CHP, BDP ve sol ittifakının bu seçimde Türkiye’nin önünü açacağına ciddiyetle inandığımı uzun süre söyledim. Bu konuda kendi yapabileceklerimi de yaptım ama bunun imkansız olduğunu gördüğüm noktada benim tercihim her zaman sosyalist sol bloktan yanadır. Bir biçimde AKP’yle yükselen neoliberalist yanılsamayı kırmak lazım. Ancak bunu kırdıktan sonra yeniden dizayn edilecek her şey. Örneğin insanlar sağlıktaki özelleşme furyasından çok memnunlar ama 3 yıl sonra olacakların farkında değiller. Türkiye, tarihinin en büyük ve en hızlı yükselen dış borç bataklığının içinde. Her an iflasa gidebilir bir kırılganlıkta. Dünyadaki ekonomik krizlerden etkilenmemiş gibi duruyor ama yarın etkilenmeyeceğinin garantisi yok çünkü sağlam bir kaynak üretimine sahip değil. Zaten 80’den bu yana kaynak üretimi durduruldu, kaynak transferi başladı. Üretmeyen, transfer eden bir ülke haline geldi Türkiye. Bunun mikro örneği Yunanistan çöktü. Dolayısıyla benim beklentim bu bloktan kuvvetli bir grubun çıkması -ki kuvvetle öyle olacak- ve söz söylediğinde o Meclis’i düşünmek, tartışmak zorunda bırakması, kararları etkilemesi.
BDP’nin desteklediği bağımsızların siyasi yelpazenin farklı renklerini Meclis’e taşıması Türkiye’ye nasıl bir mesaj veriyor?
– Net siyaset yapan ve kuvvetli bir muhalefet oluşturabilecek olan, sorunun doğrudan doğruya içinden gelen bir partiden bahsediyoruz, BDP derken. Sorunu analiz eden değil, bizatihi içinden doğup gelmiş insanlardan bahsediyoruz. İyi bir siyasi analiz yaptıklarını da görüyoruz. Siyaset ufuklarının oldukça genişlediğini de görüyorum. Sadece Bölge’ye yönelik siyaset yapmıyorlar. Artık kimsenin BDP’ye sen sadece Kürt siyaseti yapıyorsun deme hakkının kalmadığını düşünüyorum. Ben başından beri BDP, yani o habire kapatılıp açılan partiler zincirinin ufkunun geniş olduğunu biliyorum. Ama daha fazla sayıda insanın da bunu anlaması gerekir. İttifak politikalarını da çok olumlu bulduğumu belirtmeliyim. Mesela, Levent Tüzel çok akıllı ve donanımlı adamdır. Ertuğrul’dan yeni bir ‘TİP milletvekili Çetin Altan’ benzeri bir durum çıkabilir. Çünkü Ertuğrul donanımının yanında hem iyi konuşmacıdır, hem esprilidir, hem çok zekidir. Meclis bu isimlerle çok renkli olacak. Tabii Ahmet Türk gibi, Aysel Tuğluk gibi isimlerin yeniden Meclis’e gelmesi çok önemli. Bu aklın yeniden devreye girmesi, daha çok insan tarafından duyulması çok önemli. Bu insanlar kolay yetişmeyen insanlardır. Ben enteresan bir Meclis olacağını düşünüyorum.
06/06/2010
Özgür Gündem