Orwellvari bir cehennem: Ulus-devlet kapitalizmi – Ulus Baker

Çağımız, kitleler karşısında duyulan bir korku içinde. Bu korku bir taraftan devletçi bir mutlakçılığın imgelerini, öte yandan kamu vicdanının elektronik bir denetimini de birleştirmekten geri kalmıyor. Totaliterlik söylemlerinin belli bir süre oluşturduğu mitos, varlığını farklı düzlemlerde sürdürmeyi seçiyor. Geçmişe, özel olarak sosyalizmin geçmişine oranlıyor kendini. Ancak totaliterlik tezlerinin içselleştirilmiş oluşunun, “milliyetler” sorununun patlayışını yaşayan günümüzde bazı varsayımlar uyandırabilme konusunda özel bir yeteneği var.

Yabancı Korkusu

Bu varsayımların bağlandığı temel varsayım, içten ya da dıştan bir ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalan, mutlak, kökten, ölümcül bir olumsuzlukla yunmuş yıkanmış, ve asıl önemlisi, bireyler üzerinde mutlak bir tekbiçimlilik kurabileceği düşünülen “toptan” bir kitle hareketi varsayımıdır. Bu düzlemde insan çoğullukları yalnızlıkla, dışa kapalılıkla, bu arada modernliğin son görüntüsü “yabancı korkusu”yla betimlenmiş bir yalnızlık içinde soğurulmaya çalışılır.

Orwellvari bir cehennem

Hiçkimse, tarihin ya da kendi özel biyografisinin belli bir anında, Orwellvari bir cehennemde yaşamakta olduğunu hissetmemiş olamaz. Bunun milliyetçilikler meselesini ele alma yönünde temel bir öneme sahip olan iki temasını sayabiliriz.

Birincisi; egemenlik problematiğinin (siyasal düşünce ile eş uzamlı olan) mutlak bir şartlandırma ile tam olarak örtüştürülmesi. İkincisi ise, suni bir dilin yaratılmasına kadar varan bir “mutlak” propaganda düşüncesi. Öyle ki, bu suni dilin sözcükleri bile düşünme özgürlüğünü yok etmektedir.

Milliyetçilik sorununun bu iki temel varsayım üzerinde tartışıldığı söylenebilir. Bugün milliyetçilik yolundan sapmış (“neye göre, kime göre?”) bir modernliğin totaliterlik ihtiyacının dışavurumu olarak kabul edilmektedir. Milliyetçiliğe biçilen bu rol, onun tarihsel anlamının göz ardı edilmesiyle sonuçlanmaktadır.

Saman altından su yürüten kapitalizm

Günümüz, milliyetçilik tartışmalarında itiraf edilmeden arka planda duran, tartışmaları üstten belirleyen, yine ve yine kapitalizmdir. Doğu Bloku’nun çöküşüyle var olma hakkını kesinleştirdiğini, beraat ettiğini düşünen, saman altından su yürüten, koşan atın bile nallarını çalan kapitalizm. Uzun bir süreden beri “ulus-devlet” formunda faaliyetini sürdüren kapitalizm (yüzyıl başlarında dünya pazarlarının paylaşılması, özellikle de petrol kuyularının başına sınırları cetvelle çizilmiş “ulus-devletleri” getiren), işleyişini dünyayı ulus devletlere bölerek gerçekleştirmektedir.

Devlet toplum ilişkileri, her türlü yapısal, iktisadi ilişkiler düzeyi saklı tutulursa, çok özel, kendine özgü ve indirgenemez bir tutku ilişkisini de içerir: inanç, iman, vatanseverlik vb. Diğer kutuptaysa çıkarlara ilişkin göstergeler, ussal belirlenimler, devlet ciddiyeti ve devlete sahip olmanın ciddiyeti ve en önemlisi mülkiyet formları yer alır. Kitlesel hareketler tarzında aktüel varoluşunu sürdüren milliyetçilik türünün birinci guruba dahil edilmesi gerektiği açıktır.

Milliyetçilik formu altında varoluş şansına erişen, ifade bulan tutkular, tutku olarak kendi içlerinde ne iyi ne kötüdürler. Totalitarizm ihtiyacıyla harekete geçenlerin yanında, tutku olarak aynı öze sahip, ama göreli olarak belli totaliterlik formlarını karşısına alan özgürleşmeci tutkular da söz konusudur. Tutkular ve ussallık modernliğin birbirine karşıt hale getirdiği bu iki temel güç, milliyetçilik perspektifi içinde bir barışma mekanı oluşturabilirler. Bu geçici olsa bile, özellikle Kulturnation (kültürel ulus) ile Staatnation’u (devlet-ulus) birleştirme hülyasıyla hareket eden Alman düşünürlerinin 19. yüzyılda temellerini attıkları bir ulusçuluk geleneği içinde, oldukça derin bir ifade bulabilirler. Bu iki alan sanıldığı gibi birbirlerine zorunlu bir bağımlılık içinde değildirler. Hiç değilse antikite tarihi bunu gösteriyor. Bir araya gelişleri, birbirleriyle iç içe geçişleri modernliğin müdahalesini şart koşar.

Bir rasyonaliteniniçkin ırkçılığı

Staatnation kuramcılarının hedefi, sanıldığı gibi bir Kulturnation’un birleştirilmesi değildi. Hedeflenen daha çok, Staat’ın (devletin) tanımladığı bir arazi (ulusal sınırlar) dâhilindeki nüfus üzerinde kurulacak bir “créole” egemenliği, heterojen bir nüfusun işlenmesi, yola konulması ve birçok anlamda homojenleştirilmesiydi. Herder’in Kulturnation’u için o kadar tanımlayıcı olan dil birliği Staatnation modusunda yürütülen projelerde ancak ikincil, bağımlı bir role sahiptir. Staatnation idealiyle Kulturnation’un özdeşleştirilmesi bir sentez olmaktan çok, Kulturnation’un devlet mantığının temel ihtiyaçlarına oranlanması, bağımlı kılınmasıdır. Bu durum, 18. yüzyıl öncesinin o naif, simgesel ve kırılgan “ırklar mücadelesi” kavrayışından oldukça uzak, ulusu nüfusla tanımlayan bir rasyonalitenin içkin ırkçılığıdır.

Staatnation haritaysa Kulturnation ormanlar, şehirler, kırlar, denizler, akarsular ve göllerdir. Staatnation’un müdahalesiyle bunlar “kaynak” adını alırlar. Staatnation devlet mülkiyeti demektir: özel mülkiyet vergiye bağlanır, işgücü denetim altına alınır.

Tarihin tarihçesi

Kulturnation/Staatnation ayrımında ve bunları birleştirme ihtiyacında Almanya’nın 19. ve 20. yüzyıl macerası Avrupa kıtasında bu bakımdan en aydınlatıcı olanıdır. Kavim göçleri başlayınca Cermenler güneybatıya doğru ülke değiştirirler. Ardından Hıristiyanlaşma gelir ve İskandinav dünyasıyla ve kültürüyle son bağlantılar da kopuverir. Wagner’in ve daha sonra Nazi ideologlarının aradığı Cermen kökeni işte budur.

Hiçbir romantizm tarihin belli bir okumasının dışında değildir. Bir anlatı olarak tarih okuma, eninde sonunda tarihin akışını şekillendirdiği bir boyuta sahiptir. Kavimlerin savaşı olarak okunan tarihten, sınıfların savaşı olarak okunan tarihe, uluslar savaşı olarak okunan tarihten, sistemler savaşı olarak okunan tarihe bir geçiş vardır. Bir bakıma, savaşsız düşünülemez bir tarih tarihçesi vardır karşımızda.

Prusya’nın bürokrasi, aristokrasi ve otokrasi tarafından belirlenen daha kısa bir tarihçesi, “her şey devlet için” modelini benimseyen Nazilere bu uzak söylemlerden daha yakındır bir bakıma. Nietzsche’nin faşizmin bir ideologuna dönüştürülmesi sürecine, Cermen eski tarihinin ulusal bir tarihe dönüştürülmesi tekabül eder.

Hayvan Dergisi
2012, Cilt:7, Sayı: 48, Sayfa: 39–40

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz