Dostoyevski’nin canı, gözleri bağlı bir şekilde idam mangasının karşısında vurulmayı beklerken, Çar tarafından son anda bağışlanmış ve cezası hafifletilerek dört yıllık kürek mahkûmiyeti ve peşinden de beş yıllık zorunlu askerî hizmete çevrilmişti. Dostoyevski edebiyat dünyasına bu sürgün yıllarının ardından yazdığı Ezilmiş ve Aşağılanmışlar ve Ölü Bir Evden Hatıralar’la döndü. İnsani derinliği, gözlem gücü ve otobiyografik kökeniyle Ölü Bir Evden Hatıralar Dostoyevski’nin en sıradışı kitaplarından biridir. Lev Tolstoy: “Modern edebiyatta bundan daha iyi bir kitaba rastlamadım; bu söylediğime Puşkin de dahildir. Dostoyevski’ye ona bayıldığımı söyleyin.” diyor.
Ölü Bir Evden Hatıralar (II)
Karanlık basınca hepimizi kışlaya götürürler, sabaha kadar kapalı tutarlardı. Avludan kışlamıza dönmek bana her zaman güç gelirdi. Burası, uzun, basık, havasız, içyağı mumlarının donuk ışığıyla aydınlatılan-ağır, boğucu bir kokuyla dolu bir odaydı. Orada on yıl nasıl yaşadığımı şimdi bir türlü anlayamıyorum. Ranzam üç tahtadan ibaretti; bana ayrılan bütün yer bu kadardı. Aynı ranzalarda, yalnız bizim odada, otuz kişi kadar vardı. Kışın, kapıyı erken kapatırlardı. Her kesin uyuması için üç dört saat beklemek lazımdı.Yatıncaya kadar gürültü patırdı, kahkahalar, küfürler, zincir şıngırtıları, duman, iş, tıraşlı kafalar, damgalı yüzler, yamalı elbiseler… hep aşağı, hep bayağı şeyler Evet… İnsan gerçekten yedi canlıdır! İnsan, her şeye alışan bir yaratıktır. Bu da, onun en iyi vasfıdır sanıyorum. Hapishanede ancak iki yüz elli kişi kadardık. Bu aşağı yukarı değişmeyen bir rakamdı.
Bazıları gelir, bazıları günlerini doldurup giderlerdi. Bir kısmı da ölürdü. Kimler, hangi milletten insanlar yoktu orada! Zannederim, Rusya’nın her eyaletinin, her bölgesinin temsilcileri vardı. Yabancılardan, hatta Kafkas dağlarından bile birkaç sürgün bulunuyordu.
Bunlar, işlenen suçların derecelerine, yani suçlar için tayin edilen yıl sayısına göre ayrılırdı.
Denebilir ki burada temsilcisi olmayan suç yoktu.
Sivil sınıftan küreğe mahkum olanlar, mahkumların masum tabiriyle, “tepeden tırnağa kadar prangalılar” hapishanenin gediklilerini teşkil ediyordu. Bunlar, her haktan yoksun olarak, topluluk dışına atılmış ve bu atılışın ebedi alameti olmak üzere yüzler: damgalı canilerdi.
Onlara sekiz yıldan on iki yıla kadar kürek cezası verildi. Sonra da, Sibirya’nın türlü bucaklarına göçmen olarak yerleştirilirlerdi. Asker sınıfından da caniler vardı. Bunlara, genel
olarak bütün Rus askeri hapishanelerinde olduğu gibi, bazı haklar tanınıyordu. Kısa bir müddet için gönderilirlerdi. Müddetlerini doldurduktan sonra, yine asker olarak geldikleri yere, Sibirya hudut taburlarına giderlerdi. Bunların çoğu, aradan çok geçmeden, ikinci defa işledikleri ağır suçlardan ötürü tekrar hapishaneye dönerlerdi. Fakat bu defa kısa bir zaman için değil, yirmi yıl için hüküm giyerek… Bu sınıfa, ”temelliler” denirdi.
“Temelliler” de haklarından bütün bütüne yoksun edilmiyordu. Nihayet, en korkunç canilerden oldukça kalabalık ve çoğu asker olan ayrı bir sınıf vardı. Bu. sınıfın adı, “özel bölüm” dü. Oraya, Rusya’nın her köşe bucağından caniler gönderilirdi. Onlar ömürlerinin sonuna kadar oranın malı oldukları inancındaydılar ve cezalarının müddetini bile bilmezlerdi.
Kendilerine gördürülen işlerin, kanun gereğince, diğerlerine nispetle ikişer, üçer kat artırılması gerekirdi. Bunlar Sibirya’da en ağır kürek cezalılarının yeri açılıncaya-kadar hapishanemizde kalırlardı. Başka mahpuslarla konuşurken: “Siz sürelisiniz; biz ise uzun pranga yolcularıyız…” derlerdi; Sonraları, bu sınıfın kaldırıldığını duydum. Bundan başka, kalemizde sivil nizam kaldırılarak umumi askeri hapishane bölüğü kuruldu. Tabii, bu değişikliklerle beraber üstler de değişti Sizin anlayacağınız, burada yazdıklarım, eskiden, çok olmuş bitmiş işlerdir…
Evet. çok önceden olmuştu bu işler. Şimdi bana hepsi rüya gibi geliyor. Hapishaneye girişimi hatırlıyorum. Bir ocak akşamıydı. Ortalık kararıyordu. Millet işten dönüyordu. Yoklamaya hazırlanıyorlardı. Bıyıklı bir çavuş bana, bu garip evin kapısını açtı. Bu evde, ömrümün nice yıllarını geçirmek, gerçekten duymuş olmasaydım, şöyle böyle tahmin bile edemiyceğim birtakım duyguları yaşamak zorundaydım. Mesela, on yıllık sürgün hayatımda bir kerecik olsun, yalnız kalamamanın ne korkunç, ne azaplı bir şey olduğunu anlayamazdım. işte, bu evde iki yüz arkadaşla beraber, daima muhafaza altında… Hiçbir zaman, bir kerecik olsun, yalnız kalmak imkanı yoktu! Bununla beraber, daha başka nelere alışmam gerekmişti.
Kimler yoktu burada!.. Kazara katil olanlar adam öldürmeyi meslek edinmiş katiller, haydutlar haydutların elebaşıları… Basit hırsızlar, serseriler. Aralarında, buraya nasıl düştüklerinin anlaşılması güç olanları da vardı. Halbuki herbirinin, dünkü hayatlarında, sarhoşluk humarı gibi, bulanık, ağır birer hikaye vardı. Genel olarak geçmişlerinden az konuşurlar, anlatmağı sevmezlerdi. Besbelli geçmişi düşünmemeğe çalışırlardı. Aralarında son derece neşeli, hiç düşünmeyen öyle katiller tanırdım ki, vicdanlarının onları asla rahatsız etmediğine bahse girilebilirdi. Ama asık suratlı, hemen hemen daima sessiz kimseler de vardı.
Mahpuslar hayatlarını pek anlatmazlardı. Zaten orada merak modası da yoktu. Buna alışılmamıştı; doğru da sayılmıyordu. Bazen birisi, iş güç olmadığı zaman, laf açar; diğeri de onu soğukkanlılıkla, asık suratla dinler. Burada hiç kimse diğerlerini hiçbir şeyle hayrete düşüremezdi. Birçok defa tuhaf bir gururla: ‘”Biz cahil değiliz” derlerdi. Hiç unutmam: bir gün, sarhoş bir cani, (sürgünde, bazı içki içmek mümkündü) beş yaşında bir çocuğu nasıl öldürdüğünü, onu önce bir oyuncakla nasıl aldattığını, boş bir odunluğa götürüp sonra kestiğini anlatmıştı. Latifelerine o ara kadar gülen bütün kışla, tek bir adam gibi bağırdı. Cani susmak zorunda kaldı. Kışladakilerin bağırışları, duydukları öfkeden değildi. Bu konuda konuşmak gerekmiyordu, uygun görülmüyordu da ondan. Şunu da söylemek isterim ki, bu adamlar gerçekten, kim manasıyla cahil olmayan kimselerdi. Belki yarısından-fazlası okuma yazma biliyordu. Rus halkının büyük, kütle halinde bulunduğu başka hangi yerde, aralarından ayıracağınız iki yüz elli kişinin yarısı okuma yazma bilir? Sonraları bir zat, bu noktaya dayanarak okuyup yazmanın halkı bozduğu sonucunu çıkarmıştı. Ama bu, doğru değildir. Bozulmanın sebepleri bam-başkadır. Bununla beraber okuyup yazma, halkta bir gurur duygusu geliştirir. Ama bu da, sonucu bakımından kusur sayılamaz. Mahpus sınıfları birbirinden elbiseleriyle ayırt edilirdi. Bazılarının ceketlerinin yarısı koyu boz, bazılarının kurşuni renkteydi. Pantolonlarının da, bir bacağı kurşuni, öbürü boz renkteydi. Bir gün, kalaç satan kız, iş arasında mahpusların yanına sokuldu. Bana uzun uzun baktıktan sonra birden bire bir kahkaha salıverdi.
— Tüh!.. Hiç de güzel değil, be! diye bağırdı. Kumaşın kurşunisi de, siyahı da eksikmiş.
Bazılarının ceketleri gri, yalnız kolları koyu renkteydi. Tıraş tarzları da başka başka idi. Bir kısmının başlarının yarısı, kafatasının eninden; öbürlerinin de boyundan tıraş edilmişti.
Bu garip ailenin bir örnekliği ilk bakıştan açıkça göze çarpıyordu. En belirli, en orijinal, başkalarına farkında olmadan hükmeden şahıslar bile, hapishanenin toplu ahengine uymaya çalışırlardı. Kısaca şunu söyleyim ki, daima neşeli olan, bu yüzden herkesçe hor görmen birkaç kişiden başka bütün bu kalabalık, kasvetli, kıskanç, müthiş gösterişçi, övünmeği sever, alıngan, son derece teşrifata düşkün kimselerdi. Hiçbir şeye-hayret etmemek kabiliyeti, aralarında en övülecek erdem sayılırdı. Hepsi, takınacak tavırlara verdikleri aşırı önemle adeta akıllarım bozmuşlardı. Ama görünüşte en kabadayı olanı çok defa şimşek hızıyla değişerek en tabansızı oluverirdi. Birkaç tane de gerçekte!, kuvvetli adam vardı. Onlar sade adamlardı; kırıtmazlardı. Ancak, işin garip tarafı, gerçekten kuvvetli olan bu insanlar arasında birkaçı son derece hemen hemen marazi şekilde fiyakacıydı. Esasen, olayları şişirme ve gösteriş, ön planda geliyordu. çoğunun ahlakı bozulmuş, bayağılaşmıştı. Dedikodular, birbirinin arkasından söyleşmeler, fısıldaşmalar bitip tükenmezdi Burası, tam manasıyla cehennemdi, kapkaranlık bir yerdi! Lakin kimse hapishanenin iç düzen ve geleneklerine karşı koymaya cesaret edemiyordu. Hepsi itaat ederlerdi. Diğerlerinden göze çarpacak şekilde ayrılan ve güçlükle boyun eğen bazı karakterler bile buna karşı koyamazlardı. Hapse gelenler arasında her sınırı aşmış, serbest yaşayışta her ölçüden dışarı taşmış kimseler vardı. Onlar, cinayetlerini sanki kendiliklerinden değil de, niçin yaptıklarını bilmeyerek, humma halinde veya bir duman içerisindeymiş gibi işlerlerdi. Hatta çok defa, son haddine kadar kışkırtılan o yalancı gurur yüzünden suçlu olurlardı. Ama bizde hadleri derhal bildirilirdi. Halbuki bazıları, hapishaneye girmeden önce, birçok köy ve şehirlere dehşet salan kimselerdi. Yeni gelen, etrafa bakınırken, burada bildiği gibi ötemeyeceğini, kimseye çalım satamayacağını çabucak anlar, mutlaka aşağıdan alır toplu ahenge katılırdı. Toplu ahengin özünü, görünüşte kendilerine mahsus ve hemen hemen hapishanede her oturanın taşıdığı bir onur duygusu teşkil ederdi. Sanki pranga mahkumu sıfatı, “bir rütbe, hem de şerefli bir rütbe oluyordu. Ne utanç, ne de pişmanlıktan eser!.. Bununla beraber dıştan bakılınca bir çeşit tevekkülleri, kendilerine has resmi, sakin bir düşünüş tarzları vardı. “Biz, mahvolmuş insanlarız;” derlerdi. ‘”Hür yaşamağı bilmedin, şimdi düş kodese, gir sıraya…” “Ananın babanın sözünü dinlemedin, şimdi ye bakalım zılgıdı.”
“Sırma kılaptanla nakış işlemeği istemedin, çekiçle taş kır bakalım.” Bu sözler, kah ibret dersi diye, kah sadece bir atasözü veya vecize diye sık sık tekrarlanıyor, ama hiçbir zaman ciddiye alınmıyordu. Kuru laftı. Tek” bir kişinin yaptığı kanunsuzlukları candan itiraf ettiğini zannetmem. Hele sürgün olmayan bir kimse, bir mahpusun suçunu başına kaka-cak, azarlayacak olsa; (gerçi, Ruslarda canileri azarlamak adeti yoktur ya) sonsuz küfürler işitir…
Hepsi de küfür ustasıydı.İ nce manalı, ustaca küfrederlerdi. Küfür, mahpuslar arasında, bir ihtisas şekline sokulmuştu. Tahkir eden, küfürlerin söz kısmından ziyade bunların
belirttikleri fikirle tahkir etmeğe çalışırdı. Böyle küfürler daha ince, daha zehirli olurdu. Bitmez tükenmez kavgalar, bu sanatın daha fazla gelişmesine yardım ederdi.
Bütün bu millet, sadece korku belası çalıştığı için tembeldi, ahlakça düşüyordu, önceden düşmemiş olanları da sürgünde bayağılaşırdı. Buraya kendi arzularıyla toplanmamışlardı ve biribirine yabancıydılar. Kendileri, “Şeytan, bizi buraya toplayıncaya kadar üç çift çarık eskitmiştir” derlerdi. Bunun için bu zifiri karanlık hayatta dedikodular, entrikalar, kocakarı öğütleri, kıskançlıklar, şamatalar, hınçlar daima ön planda idi. Hiçbir kocakarı bu canavarların bazıları kadar kocakarılık edemezdi. Ama tekrar ediyorum: aralarında kuvvetli insanlar, hayatları boyunca her şeyi çiğneyerek emretmeğe alışmış, pişmiş ve korku nedir bilmez karakterler de vardı. Bunlara, ellerinde olmayarak saygı gösterirlerdi. Berikiler de, çok defa, şöhretlerini kıskanmakla beraber, onları taciz etmemeğe çalışırlardı. Olur olmaz kavgalara girilmezlerdi. Son derece onurlu dururlar, ağırbaşlı hareket ederler ve ekseriyetle amirlerine itaat gösterirlerdi. Bunu, itaat prensiplerine dayanarak veya vazife hislerine uyarak değil, sanki bir anlaşma üzerine ve her iki tarafın faydasını anlayarak yapıyorlardı. Amirler de onlara karşı ihtiyatlı davranırlardı. Bir gün, hiç unutmam, korkusuz ve azimkar, amirler arasında vahşi temayülleriyle tanınmış bu gibi mahpuslardan birinin cezalandırılışını gördüm. Yaz günü idi. iş de yoktu. Hapishanenin ve onların doğrudan doğruya en yakın amiri olan binbaşı, ceza yerine getirilirken bulunmak üzere, nizamiyeye bizzat gelmişti. Bu binbaşı, bütün hapisleri korkutup önünde tirtir titreten aksi bir adamdı.
Dehşetli titizdi. Mahkumların dedikleri gibi, “insanlara saldırırdı.” Her şeyden çok onun keskin, vaşak bakışından korkarlardı. Bu bakıştan hiçbir şey gizlenemezdi. Bakmadan görürdü sanki. Hapishanenin eşiğine basarken, öbür ucunda ne olduğunu görürdü. Mahpuslar ona, “sekiz gözlü” adını takmışlardı. Kullandığı sistem hiç de iyi değildi. Zaten hırçınlaşmış insanları bu kudurgan, basit hareketleriyle büsbütün çileden çıkarıyordu. amiri olan asil, ağırbaşlı, bazen vahşi hareketlerine gem vuran hapishane komutanı olmasa bu idare tarzıyla epeyi felaketli işler yapacaktı. Bu adamın başı bir belaya girmeden buradan ayrıldığına şaşarım doğrusu. Gerçi mahkemeye verilmişti, ama kazasız belasız da emekliye çıkarılmıştı.
Mahpus çağrılınca sarardı. Her vakit sopa altına sessiz, azimli bir tavırla yatar, cezasına gık demeden boyun eğer, başına geleni soğukkanlılıkla, filozofça kabul ederek, bir şey olmamış gibi kalkardı. Bununla beraber ona karşı ihtiyatlı davranırlardı. Bu defa nedense kendini haklı görüyordu. Sarardı, muhafızlardan gizli olarak ceketinin koluna ingiliz kundura bıçağını soktu.
Hapishanede bıçak ve buna benzer sivri aletler bulundurmak katiyen yasaktı. Sık sık ansızın, şaka götürnıez aramalar yapılırdı. Cezası amansızdı. Ama saklamaya azmetmiş bir hırsızda bir şey bulmak kolay iş değildi. Bundan başka, bıçak gibi başka aletlere de hapishanede daimi ihtiyaç olduğundan, bunlar, aramalara rağmen eksik olmuyordu. Toplasalar bile, yerlerine yenileri tedarik edilirdi. Hapishane halkı duvarlara yapışıp tahta aralıklarından soluk almadan bakmaya başladılar. Petrov’un bu defa sopa altına yatmak istemeyeceğini, binbaşının sonunun geldiğini hepsi biliyordu. Ama en önemli anda, binbaşı arabasına bindi; cezanın icrasını başka bir subaya devrederek gitti Mahpuslar, vakadan sonra: “Allah kurtardı onu!” dediler. Petrov’a gelince; cezasını sükunetle çekti, öfkesi, binbaşının gitmesiyle sönmüştü. Her şeyin bir son haddi vardı. Hele onların şu sabırsızlık ve karşı koyma parlamaları kadar meraklı şey olamaz. Birçok kere adam birkaç yıl dayanır, en ağır cezalara katlanır; sonra birden bire, ufak, önemsiz hiç denecek bir şeyden patlayıverir. Görüşüme göre buna delilik denebilir.
Sonlan da bu ya!
Bu adamlar arasında yaşadığım birkaç yıl içinde, en ufak pişmanlık, işledikleri suçlardan ötürü bir nebzecik olsun acı düşünce görmedim. Büyük kısmı, içlerinden gelen bir hisle kendilerini tamamıyla haklı görür. Bu bir gerçektir. Tabii, çoğunda bunun sebebi onur, kötü örnekler, kabadayılık, yanlış anlaşılmış, bir esasa dayanmayan utançtır. Beri yandan, bu mahvolmuş kalbilerin derinliğine dalıp bütün dünyadan saklanmış şeyleri okuduğunu kimse söyleyemez… Bu mümkün olsaydı, onlarla kaldığım bunca yıl içinde bir şey fark edilebilir, bir şey yakalanabilirdi. Bu kalplerde, içten gelen bir keder, acılı bir nokta sezilebilirdi. Lakin böyle şey yoktu. katiyen yoktu! Evet, cinayet galiba belirli, basmakalıp bir görüşten doğmaz.
Suç felsefesi, tahmin edildiğinden biraz daha güç anlaşılır. Şüphesiz hapishane ve kürek cezaları caniyi düzeltmez onu ancak cezalandırır. Beri yandan topluluğu, suçlunun ilerideki fena kasıtlarından korur. Suçluda da, hapishane ve en ağır kürek mahkumluğu ancak kin, yasak zevklere karşı arzu ve müthiş bir ele avuca sığmazlık geliştirir. Ama sarsılmaz kanaatime göre, meşhur ayrı hücre sistemi de yanlıştır, aldatıcıdır, ancak görünüşte maksada ulaştırır. O, insanın hayat özünü çeker, ruhunu hırpalar, zayıflatır, sindirir. Sonra da bu ruhça kurumuş insan mumyasını, yarı delirmiş halde iken düzelme, pişmanlık örneği olarak gösterirler. Tabii, topluluğa karşı gelen bir cani, ondan nefret eder ve hemen hemen her vakit kendini haklı, topluluğu suçlu görür. Bundan başka, verilen cezayı da çekmiş; bu yüzden kendini aşağı yukarı temizlenmiş, topluluğa karşı borcunu ödemiş sayar; Artık bu görüşlerle caniyi beraat ettirmekten başka yol kalmayacaktır galiba. Ama. türlü görüş noktalarına rağmen, suçların bazılarının dünya kurulalı beri her yerde, her kanunla su. götürmez suçlar olduğunu herkes kabul eder. Bu, insan, kaldığı sürece de, böyle sayılacaktır. Ancak en korkunç, en tabii olmayan hareketlerin en dehşetli, en canavarca öldürme vakalarının, hapishanede; zaptedilemiyen, çocukça kahkahalar arasında anlatıldığını duydum. Hele bir baba katili vardı ki, bir türlü hatırımdan çıkmaz. Bir asilzade idi. Memurdu. Altmış yaşındaki babası onu bir nevi “hayırsız evlat” sayardı. Hareketleri, doğru yoldan sapıtmış bir adamın hareketleriydi; gırtlağa kadar borçlanmıştı. Babası onu sıkmaya çalışıyor, öğüt veriyordu. Babasının evi, çiftliği vardı. Parası olduğu da zannediliyordu, işte oğul, miras hırsıyla onu öldürdü. Cinayet, ancak bir ay sonra meydana çıktı. Katil, babasının kaybolduğunu polise kendisi haber verdi. Hep sefahatle vakit geçirmişti. Nihayet polisler, evde olmadığı bir zamanda, cesedi buldular. Avlunun uzunluğuna, üstü tahtalarla örtülü bir lağım vardı. Ceset bu çukurun içindeydi. Giyinik, derli toplu bir haldeydi. Ak saçlı kafası kesilmiş ve yerine konmuştu. Katil, başı altına birde yastık koymuştu. Cinayetini itiraf etmemişti. Asalet unvanı ve rütbesi alınarak, yirmi sene kürek cezasına çarptırıldı.
Beraber kaldığımız süre onu daima gayet keyifli,, fevkalade neşeli gördüm. Aptal olmamakla beraber, son derece deli bozgun, zıpırın, düşüncesizin biri idi. Ondan hiçbir zaman, olağanüstü bir zalimlik görmemiştim. Mahpuslar onu aşağılık görüyorlardı. Ama işlediği suç için değil, — suç söz konusu değildi — aptallığı için, kendini idare etmesini bilmediği için…
Konuşurken, bazen, babasını hatırlardı. Bir kere benimle, ailesinin soyca gürbüzlüğünden bahsederken ilave etmişti: — işte babam da, ölünceye kadar hiçbir hastalıktan şikayet etmemişti.
Bu kadar hayvanca duygusuzluk, elbette mümkün değildir. Bu, bir tabiat garibesiydi. Ya bir yaradılış-kusuru, ya da bilimin henüz bilmediği herhangi bir beden ve ruh sakatlığı vardı.
Suçu basit bir cinayet değildi. Tabii, ben bu cinayete inanmıyordum. Ama hikayesini ayrıntılarıyla bilen memleketlileri bana bu vakayı anlattılar. Olaylar o kadar açıktı ki,inanmamak elden gelmiyordu.
Bir kere mahpuslar onun gece, uykuda iken;
— Tutun, onu!…. Kafasını kes, kafasını!., diye bağırdığını duymuşlardı.Mahpusların aşağı yukarı hepsi geceleri konuşu yor, sayıklıyorlardı. Bu sayıklama sırasında dillerine en çok gelen şey, küfürler, hırsızlık tabirleri, bıçaklar, baltalar.,. “Biz, dayak yiyen milletiz. Dövüle dövüle içimiz kopmuş da geceleri ondan bağırıyoruz” derlerdi.
Sürgünlere kalede verilen beylik işler gerçekten benimsenmez, bir vazife olarak görülürdü. Mahpus ya verilen belli bir vazifeyi yapardı, ya da tayin edilen iş saatlerinde çalışırdı. Bundan sonra hapishaneye dönerdi. İşten nefret ederlerdi. İnsan hapiste zihnini, menfaatini ilgilendiren özel, şahsi bir meşgale olmadıkça yaşılamazdı.. Gelişmiş, yaşamış ve yaşamak istiyen bu kümenin, zorla toplattırılarak topluluktan. günlük hayattan uzaklaştırılmış bu insanların, burada tabii bir şekilde, intizamla, kendi iradeleri ve istekleriyle yaşamalarına imkan var mıydı?
Bazılarında o vakte kadar hiç bilmedikleri, vahşice eğilimlerin gelişmesine oradaki işsizlik yeterdi.İn-san, işsiz olunca, kanuni ve tabii bir şekilde mülk sahibi olmayınca yaşayamaz; ahlakça düşer, hayvanlaşır. Bunun için hapishanede herkes tabii bir ihtiyaçla, bir çeşit şahsi korunma hissiyle kendisine bir sanat, bir meşgale bulurdu. Uzun yaz günleri, aşağı yukarı tamamıyla beylik işlerle geçiriliyordu. Kısa geceler ancak uykuyu almaya yetiyordu. Ama kışın, mahpuslar, nizama göre, ortalık kararmaya başlayınca, hapis-“haneye kapatılırlar.
Uzun, sıkıcı kış gecelerinde ne yapmalı? Bunun için hemen hemen her kışla, yasaklara
rağmen, kocaman bir atelye halini alırdı. İş ve meşgale aslında yasak edilmiyordu. Yasak edilen şey. mahpusların üzerinde ve hapishane içinde alet bulundurmaktı. Onlar olmayınca da hiçbir iş yapılamıyordu. Gene de, gizliden çalışıyorlardı. Galiba amirler de bazan buna göz yumuyordu. Hapishaneye girerken hiçbir şey bilmeyen mahpuslar, başkalarından öğrendikleriyle iyi usta olarak çıkarlardı. Kimler yoktu aralarında!
Kunduracı, ayakkabıcı, terzi, marangoz, çilingir, hakkak ve yaldızcılar… İsay Bumşteyn adında bir Yahudi vardı. Kuyumcu ve murabahacı idi. Herkes çalışıyor, beş on köpek kazanıyordu. Şehirden siparişler veriliyordu. Para, darphaneden çıkmış bir hürriyettir. Bunun için hürriyetten tamamıyla yoksun edilmiş bir insan için paranın kıymeti on kat fazladır. Sarf etmeyip yalnız cebinde şıngırdatmakla bile kalsa, yarı yarıya kendini avutmuş olur. Halbuki para her vakit, her yerde sarf edilebilir. Ondan başka, memnu mey-va iki kat tatlıdır.
Sürgünde şarap bile bulunabilirdi. çubuk içmek şiddetle yasak edilmişti. Ama herkes içiyordu. Para ile tütün, mahpusları iskorpitten ve başka hastalıklardan koruyordu. İş de,
cinayet işlemelerini önlüyordu. çünkü işsiz kalan mahpuslar, şişeye kapatılmış örümcekler gibi biribirini yiyeceklerdi. Buna rağmen iş de, para da yasaktı. Birçok defa, geceleri, ani araştırmalar yapılırdı. Yasak edilen her şey toplatılırdı. Para da, bütün saklamalara rağmen, arı-yanların ellerine geçerdi. Biraz da bu sebepledir ki. bu paralar biriktirilmiyor, hemen içkiye veriliyordu. Hapishanede şarap bulunması da bu yüzdendi. Her araştırmadan sonra suçlu, varından yoğundan mahrum edildikten başka, adet olduğu üzere, adamakıllı cezalandırılırdı da… Ama araştırmalardan sonra, eksilen şeyler hemen tamamlanıyor, derhal yeni eşya alınıyor, her şey eskisi gibi yürüyordu. Amirler bunu bilirler, mahpuslar da şikayet etmezlerdi. Böyle bir hayat ise Vezüv dağında yaşılanların hayatına benzerdi.
Elinde sanatı olmayanlar, başka bir geçim yolu tutarlardı. Oldukça orijinal tarzları vardı.
Mesela, bazıları yalnız vurgunculukla geçinirdi. Satılan eşya da, bazen, öyle şeylerdi ki, hapishane dışında alınıp satılmaları şöyle dursun, eşyadan bile sayılmazdı. Ama sürgündekiler çok fakir ve fevkalade hünerliydiler. Onlar için adi paçavra bile kendine göre değer taşırdı, bir iş için kullanılırdı… Hep bu fakirlik yüzünden hapishanede paranın değeri, dışarıdakine göre bambaşkaydı. Büyük ve çetin bir iş, yok bahsine yapılırdı. Bazıları tefecilikte büyük başarı gösterirlerdi. İpin ucunu kaçırmış veya iflas etmiş bir mahpus, elinde son kalan eşyayı tefeciye götürerek aşın bir faizle birkaç mangır alırdı. Bu eşya zamanında kurtarılmazsa derhal ve merhametsiz satılırdı. Bana işi, beylik çamaşır, kundura malzemesi gibi, her mahpusun her an ihtiyacı olabilecek beylik ve geçit resminde kullanılan eşyaları rehine koymaya bile vardırıyorlardı. Ama bu gribi rehine koyma vakalarında, zaman, zaman, iş bambaşka şekil alırdı. Hem de bu, pek beklenilmedik bir şey değildi. Eşyasını rehine yatırmış ve parasını almış mahpus hemen, uzun boylu laf etmeden, hapishanenin en yakın amiri olan başçavuşa giderek, geçit resminde kullanacağı eşyayı rehine koyduğunu haber verirdi. Eşya, tefeciden derhal, hatta büyük amirlere haber verilmeden geri alınırdı. Meraka değer taraf şudur ki. bu gibi vakalar bazen tamamıyla kavgasız geçerdi. Tefeci eşyayı asık suratla, fakat sessizce geri verirdi. Hatta bunun böyle olacağını sanki önceden bilirmiş gibiydi. Belki içinden, rehine .getirenin yerinde olsaydı, aynı şeyi yapacağını itiraf etmekten kendini alamazdı. Bunun için, arkasından kavga etmeğe başlasa bile, bunu ancak adet yerini bulsun diye, yapardı.
Umumiyetle, herkes birebirinin eşyasını çalardı. Hemen hemen herkesin beylik eşyayı saklamak için birer kilitli sandığı vardı. Buna müsaade edilirdi. Ama sandıklar da hırsızlığı önleyemiyordu. Artık, oradaki hırsızların ne kadar usta olduklarını tahmin edebilirsiniz. Bana çok bağlı olan (bunu, bütün samimiyetimle söylüyorum), bir mahpus, hapishanede bulunması yasak olmayan kutsal kitabımı çalmıştı. Ama gene o gün bunu itiraf da etti. Bu itirafı, pişman olduğundan değil de, kitabı çok aradığım için bana acıdığından yapmıştı. Şarap satanlar, bununla çabuk zenginleşenler vardı. Şarap satışını fırsat bulunca, ayrıca anlatırım. Oldukça meraklı bir konudur bu. Hapishaneye gelenler arasında birçok kaçakçılık suçluları vardı.
Sunun için bütün araştırmalara, muhafızlara rağmen, şarabın hapishaneye nasıl getirilebildiğine hiç hayret etmemelidir. Kaçakçılığa gelince: bu, mahiyeti bakımından, bambaşka bir suçtur. Mesela, bu işte bazı mahpuslar için para ve menfaatin ikinci derecede rol oynadığı, ikinci planda olduğu düşünülebilir mi hiç? Halbuki böyle olduğu da vardı Kaçakçı, içten gelen bir arzuyla, ihtirasla çalışır. O, bir nevi şairdir. Her şeyi ortaya koyar; büyük bir tehlikeye atılır, kurnazlıklar yapar, bir şeyler icadeder, sıyrılmaya çalışır. Hatta bazen, sanki bir ilhama göre hareket eder. Bu ihtiras, kumar ihtirası kadar güçlüdür. Hapishanede tanıdığım bir mahpus vardı. Dev gibi bir şeydi. Ama o kadar iyi, yavaş ve uslu bir adamdı ki, hapishaneye nasıl girdiğine kendisi de akıl erdiremiyordu. Yumuşak başlığıyla uysallığından ötürü, hapishanede kaldığı müddetçe kimseyle kavga etmemişti. Batı sınırından, kaçakçılık suçuyla gelmişti. Tabii burada da dayanamadı; gizlice-şarap getirmeğe başladı. Kaç defa ceza yemişti. Hem sopadan da ne kadar korkardı! Halbuki bu şarap kaçakçılığı ona çok az bir kar bırakırdı. Şaraptan yalnız mütaahhit kar ederdi. Adamcağız ise bu sanatı, sanat adına severdi.
Kadın gibi sulu gözlü idi. Kaç kere, cezadan sonra tövbe eder, bir daha kaçakçılık yapmayacağına yemini basardı. Bazen, dişini sıkıp bir ay bile dayandığı olurdu. Ama sonunda yine kendini tutamazdı… işte bu gibilerinin sayesinde hapishanede şarap hiç eksik olmazdı.
Bundan başka, bir gelir yolu daha vardı. Gerçi bu, mahpusları zenginleştirecek kadar değildi.
Ama daimi ve hayırlı bir şeydi. Bu gelir yolu sadaka idi. Topluluğumuzun yüksek tabakası; tüccarların, avamın ve bütün halkımızın “zavallılar”ı ne kadar düşündüklerini bilmez bile!
Sadaka hemen hemen hiç kesilmeden akar gelir. En çok ekmek, francala verirlerdi. Para veren azdı. Sadaka olmasaydı, birçok yerlerde mahpusların, hele hüküm giymişlerden daha çok sıkıntıda olan sanıkların durumu çok güç olurdu. Sadaka, mahpuslar arasında dindarca paylaşılır. Gelen sadakadan adam başına birer tane düşmese bile, kalaçlar eşit parçalara, hatta bazen altı kısma bölünür, her mahkum mutlaka hissesini alırdı, ilk defa para sadakasını nasıl aldığımı hiç unutmayacağım. Hapishaneye hemen hemen ilk geldiğim sıralardaydı. Sabahki işimden yalnız olarak, muhafızımla beraber dönüyordum. Yolda, kızı ile beraber giden bir kadınla karşılaştım. çocuk on yaşlarında, melek gibi güzel bir kızdı. Onları bir kere daha görmüştüm. Annesi dul bir asker karısıydı. Genç bir asker olan kocası, ben hastanede hasta yattığım sıralarda, bizim mahkumlar koğuşunda ölmüştü. Yargılandığı için bizim koğuşa yatırılmıştı. Ana kız, son vazifelerini yapmak üzere geldikleri va-.kit acı acı ağlamışlardı. Beni gören çocuk kızardı, anjıesine bir şeyler fısıldadı. Öteki derhal durdu, çıkının-dan bir çeyrek köpek çıkardı ve kızına verdi. Kızcağız arkamdan koştu. önüme geçip parayı elime sıkıştırdı.
— “Zavallı”, al! Allah aşkına!… diye bağırdı.
Köpeğini aldım. Kız da çok memnun olarak annesine döndü. Bu köpeği uzun zaman saklamıştım.
İlk ayın ve hapishane hayatının ilk izlenimleri hayalimde dipdiri yaşıyor. Oradaki hayatımın bundan sonraki yıllarının hafızamdaki izleri siliktir. Hatta bazıları sanki büsbütün silindi gitti, birebirine karıştı ve ağır, yeknesak, boğucu bir izlenim yığını olarak kaldı. Ama sürgünde geçirdiğim ilk günler gözümün önüne, sanki dünkü olaylarmış gibi geliyor. Zaten böyle olması da gerekti.
Hayatımın bu safhasında olağanüstü, daha doğrusu, umulmadık bir şey yoktu. Bunun beni daha ilk günler-de hayrete düşürdüğünü şimdi apaçık hatırlıyorum. Bunlar, Sibirya’ya giderken, kaderimi anlamaya çalıştığım sıralarda, sanki hayalimden gelip geçiyordu. Ama kısa zaman sonra, bir yığın sürpriz ve olağanüstü olaylar, hemen her adım başında dikkatimi çekmeğe başladı. Zaman geçip hapishanede epey kaldıktan sonra,bu hayatın, başka bir hayat olduğunu kavradım ve hayretim daha çok arttı. Hayretimin uzun
sürgün hayatımın boyunca devam ettiğini itiraf ederim. Bu-hayatla sonuna kadar bağdaşamadım.
Hapishanedeki ilk izlenimlerim, genel olarak pek berbattı. Bununla beraber — her ne kadar garip görünürse de — hapishane hayatını, yolda düşündüğümden daha kolay tahammül edilir buldum. Mahpuslar, prangalı oldukları halde, hapishanenin her yanında serbestçe geziyorlar, kavga ediyorlar, kendi işlerini görüyorlar, çubuk içiyorlardı. Hatta (pek azı) şarap-da içiyorlar, bazen geceleri, kumar oynuyorlardı. Mesela bana, odadaki hizmet bile o kadar ağır, o kadar sürgün işi gibi gelmedi Ama epey zaman geçince, bu hizmetin ağır görünmesi ve sürgün işi olması güçlüğünden, hiç arasız sürüp gitmesinden değil, cebri, zaruri ve sopa altında yapılmış olmasından ileri geldiğini anladım. Bir köylü, dışarıda belki daha çok çalışır. Hele yazın, geceleri bile didinir. Ama o, kendisi için ve akla yakın bir gaye ile çalışıyor. Bu sebeple, onun çalışması zoraki ve kendi gözüyle faydasız gördüğü, sürgün işinden daha kolaydır. Bir kere kafamda şöyle bir fikir doğdu, insan ezilip mahvedilmek, ona, en korkunç bir katili bile duyunca titretecek kadar ağır bir ceza verilmek istenirse, gördüğü hizmetin tamamıyla anasız, tamamıyla faydasız olduğu hissini vermelidir. Bugünkü sürgün hizmeti ilgi çekmeyen can sıkıcı bir iş olduğu halde, aslına bakılırsa, herhangi bir işten pek de farklı değildir.
Çeviren: Nihal Yalaza Taluy
<öncesini oku] – [sonrasını oku>