GENELLİKLE, SORULMAYAN SORU EN ÖNEMLİ SORUDUR!
“Öyle hastalar ve öyle durumlar vardır ki iyi bir doktor, hastasının iyiliği için gerçeği saklamak zorundadır.”
“Evet Doktor Breuer, bu sözleri pek çok doktordan duydum. Ama başkası için karar vermeye kimin hakkı var? Bu tavır, hastanın özerkliğine müdahale etmekten başka bir şey değil.”
“Benim görevim,” diye cevap verdi Breuer, “hastalarımı rahatlatmak. Bu da hafife alınacak bir görev değildir. Kimi zaman karşılığında teşekkür gelmeyecek bir görevdir; kimi zaman hastamla paylaşamayacağım kötü haberler olabilir; kimi zaman benim görevim, sessiz kalmak ve hem hastam hem de ailesi için duyduğum acıya dayanmaktır.”
“Fakat Doktor Breuer, böyle bir görev çok daha temel bir görevi ortadan kaldırıyor: Bir insanın kendine karşı en büyük ödevi hakikati keşfetmektir.”
Bu hararetli tartışmanın ortasında Breuer, bir an Nietzsche’nin hastalarından biri olduğunu unutmuştu. Bunlar son derecede ilginç sorunlardı ve Breuer bunlara kapılıp gitmişti. Ayağa kalktı ve koltuğunun arkasına geçip volta atarak konuşmaya başladı.
“İnsanların bilmek istemedikleri bir gerçeği söylemek mi benim görevim?”
“Kimin neyi bilmek istemediğini kim belirleyebilir?” diye sordu Nietzsche.
“İşte buna,” dedi Breuer kararlı bir şekilde, “tıp sanatı denir. İnsan bunları kitaplardan değil, yatakların yanı başında öğrenir. Bu akşam hastaneye gidip göreceğim bir hastam hakkında size bir örnek vermeme izin verin. Bu, kesinlikle aramızda kalması gereken bir konu ve tabii hastanın kimliğini de açıklamayacağım. Bu adam ölümcül bir hastalığa yakalandı: Çok ilerlemiş karaciğer kanseri. Karaciğeri çalışmadığı için sarılık oldu. Safrası kan dolaşımına karışıyor. Durumu ümitsiz. İki ya da üç haftadan fazla yaşayacağını sanmıyorum. Bu sabah onu gördüğümde, bana cildinin renginin neden sarı olduğunu sordu, söylediklerimi dinlerken çok sakindi, sonra elini elimin üzerine koydu, adeta yükümü hafifletmek, beni susturmak istiyordu. Sonra konuyu değiştirdi. Ailemin nasıl olduğunu sordu, onu otuz yıldır tanırım, sonra da hastaneden çıkıp eve döndüğünde onu bekleyen işlerinden söz etti.”
“Ama,” diyen Breuer derin bir nefes alıp devam etti: “Evine asla dönemeyeceğini biliyorum. Bunu ona söyleyeyim mi? Görüyorsunuz ya Profesör Nietzsche, bu hiç de öyle kolay değil. Genellikle, sorulmayan soru en önemli sorudur! Eğer bilmek isteseydi, bana karaciğerinin çalışmamasının nedeni veya onu ne zaman taburcu edeceğimi sorardı. Ama bunlardan hiç söz etmiyor. Bilmek istemediği bir şeyi ona söyleyecek kadar acımasız mı olayım?”
“Kimi zaman,” diye cevap verdi Nietzsche, “öğretmenler kimi zaman acımasız olmak zorundadır. İnsanlara böyle katı mesajlar verilmeli; çünkü yaşam da acımasız, ölüm de.”
“İnsanların ölümle yüz yüze gelme konusunda yaptıkları seçimi ellerinden mi alayım? Ne hakla, ne sıfatla bu rolü üstleneceğim? Öğretmenlerin kimi zaman acımasız olmaları gerektiğini söylüyorsunuz. Belki öyle. Ama bir doktorun görevi stresi azaltmak ve bedenin iyileşme gücünü artırmaktır.”
Sağanak yağmur pencereye kamçı gibi inmeye başladı. Camlar sallanıyordu. Breuer pencereye doğru yürüyüp dışarıya göz attı. Sonra döndü. “Ayrıca, biraz daha düşününce sizin öğretmenin acımasız olması gerektiği görüşünüze de katıldığımı sanmıyorum. Belki başka tür öğretmenler için bu geçerli olabilir -örneğin bir peygamber için.”
“Evet, evet,” diye söze başlayan Nietzsche’nin sesi heyecandan bir oktav yükselmişti. “Acı hakikatleri söyleyen bir öğretmen, rağbet görmeyen bir kâhin. Sanırım işte ben buyum.” Parmağıyla göğsünü göstererek cümlesindeki her sözcüğü tek tek vurguladı. “Siz Doktor Breuer, kendinizi yaşamı kolaylaştırmaya adadınız. Bense, görünmez öğrencilerim için her şeyi zorlaştırmaya adadım.”
“Ama rağbet görmeyen bir hakikatin, her şeyi zorlaştırmanın iyi olan bir yanı var mıdır? Bu sabah hastamın yanından ayrılırken bana şöyle dedi: ‘Kendimi Tanrının kucağına bırakıyorum.’ Bunun da hakikatin bir biçimi olmadığını söyleme cesaretini kim gösterebilir?”
“Kim mi?” Şimdi Nietzsche de ayağa kalkmıştı. Breuer kendi bulunduğu tarafta masasının yanında gidip gelirken, Nietzsche de diğer tarafta volta atmaya başlamıştı. “Kim mi cesaret edebilir?” Durdu. Koltuğunun arkasını tuttu ve kendini gösterdi. “Ben cesaret edebilirim!”
Breuer, Nietzsche’nin kilise minberinden, cemaate vaaz verircesine konuştuğunu düşündü; ama, tabii, Nietzsche’nin babası bir papaz değil miydi?
“Hakikati,” diye devam etti Nietzsche, “ancak inanmayarak ve kuşku duyarak yakalayabilirsiniz, böyle çocuksu bir tavırla ‘keşke öyle olsa’ diyerek değil! Hastanızın Tanrının kucağında olma isteği hakikat değildir. Bu çocuksu bir istektir, hepsi o kadar! Bu ölmeme arzusudur, ‘Tanrı’ diye adlandırdığımız o ebediyen şişirilmekte olan emziğe sarılmaktır! Her ne kadar Darwin kanıtlarını gerçek bir sonuca ulaştırma cesaretini gösterememiş olsa da, evrim teorisi Tanrının gereksizliğini bilimsel olarak ortaya koymuştur. Tabii, siz de Tanrıyı bizim yarattığımızı ve şimdi de elbirliği ile onu katlettiğimizi biliyor olmalısınız.”
Breuer, Tanrı savunması yapacak bir insan değildi. Yetişkin çağlarının başından beri özgür düşünceli bir insan olmuştu, babasıyla ve din öğretmenleriyle girdiği tartışmalarda tıpkı Nietzsche’nin savunduğu görüşlerin yanında yer alırdı. Ama şu an bu akkor ateş gibi tartışmayı sürdürmenin zamanı değildi. Oturup daha yumuşak ve sakinleştirici bir ses tonuyla konuşmaya başladı. O sırada Nietzsche de kendi koltuğuna dönmüştü.
“Hakikat için bu denli ihtiraslı olmak! Bağışlayın beni Profesör Nietzsche, amacım size meydan okumak değil, ama birbirimize karşı dürüst olmak için söz verdik. Hakikat derken kutsal bir şeyden söz eder gibi konuşuyorsunuz, adeta bir dinin yerine başka bir dini koyuyorsunuz. İzin verirseniz ben de şeytanın avukatlığını yapayım. İzin verirseniz size bir soru soracağım: Hakikat adına duyduğunuz bu ihtirasın, bu saygının sebebi nedir? Bu sabahki hastama bunun ne yaran olur?”
“Kutsal olan hakikat değil, kişinin kendi hakikati için çıktığı arayıştır! Kendi kendini sorgulamaktan daha kutsal bir şey olabilir mi? Kimilerine göre benim felsefi çalışmalarım kaygan bir zemine oturtulmuş. Görüşlerimde sürekli kaymalar oluyormuş. Ama kaya gibi sağlam bir sözüm var: Neysen o ol. Hakikat olmadan kişi kim ya da ne olduğunu nasıl keşfedebilir?”
“Fakat hakikat, hastamın çok kısa bir süre yaşayacak olması. Bu durumda onun kendi kendini tanımasına yardımcı mı olayım?”
“Doğru seçim, anlamlı seçim,” diye cevap verdi Nietzsche, “yalnızca hakikatin ışığı altında filizlenebilir. Bunun başka bir yolu olabilir mi?”
Breuer, hakikat ve seçimler hakkındaki bu soyut düzlemde Nietzsche’nin oldukça ikna edici ve bitmez tükenmez bir söylem oluşturabildiğini anlamıştı; onu daha somut konuşturmaya zorlaması gerektiğini görerek, “Ya bu sabahki hastam? Onun seçenekleri nedir? Belki de seçimi Tanrıya güven duymaktır!” dedi.
“BEN BİZİ OLDUĞUMUZDAN DAHA YÜCE YAPACAK ŞEYLERİ SEVERİM!”
“Bu, insana göre bir seçim değildir. Bu insanca bir çözüm değil, kendi dışındaki bir yanılsamaya tutunmaktır. Böyle bir seçim, başka bir şeyi, doğaüstü bir şeyi seçmek, insanı daima güçsüz kılar. Daima onu olduğundan daha fazla küçültür. Ben bizi olduğumuzdan daha yüce yapacak şeyleri severim!”
“Artık soyut insan hakkında değil de,” diye ısrar etti Breuer, “Etiyle kanıyla capcanlı bir insan hakkında konuşalım, yani hastam hakkında. Onun durumunu düşünün. Birkaç haftası, hatta birkaç günü kaldı! Onunla seçimler hakkında konuşmanın ne anlamı olabilir?”
Nietzsche yılmadan, anında cevabı yapıştırdı. “Ölmek üzere olduğunu bilmezse, nasıl öleceği konusunda bu adam nasıl karar verecek?”
“Nasıl öleceği konusunda mı dediniz Profesör Nietzsche?”
“Evet, ölümü nasıl karşılayacağına karar vermek zorundadır: Belki birileriyle konuşacak, öğütler verecek, o güne kadar sakladığı sözleri söyleyecek, çevresindekilerle vedalaşacak ya da bir köşeye çekilecek, ağlayacak, ölüme meydan okuyacak, lanetleyecek, belki de ona minnettar olacaktır.”
“Siz hâlâ soyut ve ideal bir şeyden söz ediyorsunuz, ama ben kanlı canlı bir adamla karşı karşıyayım. Onun öleceğini, hem de büyük acılar çekerek öleceğini biliyorum. Neden adamın kafasına balyoz gibi indireyim? Her şeyden öte, bu adamın ümidinin korunması gerekiyor. Doktordan başka ona kim ümit verebilir?”
“Ümit mi? Ümit en son kötülüktür!”
Nietzsche adeta haykırmıştı. “İnsanca, Pek İnsanca adlı kitabımda ileri sürdüğüm gibi, Pandora’nın kutusu açılıp, Zeus’un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman, orada son bir kötülük kaldığından kimsenin haberi olmamıştı: Ümit. O zamandan beri, yanlışlıkla kutuyu ve içindeki ümidi iyi şans olarak yorumladık. Fakat Zeus’un arzusunun, insanların kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğunu unuttuk. Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.”
“O halde, demek istediğiniz şey, insanın isterse kendi ölümünü çabuklaştırabileceği öyle mi?”
“Bu muhtemel bir seçim, ama mutlaka tam bir bilgi ışığı altında yapılacak bir seçim.”
Breuer zafer kazandığını hissetti. Sabırla beklemiş ve olayları gidişatına bırakmıştı. Şimdi de bu stratejisinin karşılığını almak üzereydi! Tartışma tam istediği yöne doğru kayıyordu.
“Siz intihan ima ediyorsunuz Profesör Nietzsche. İntihar bir seçim olabilir mi?”
Nietzsche hâlâ kararlı ve açıktı. “Her insanın ölümü kendine aittir ve herkes kendi tarzını belirleyebilmelidir. Belki, yalnızca belki, insanın yaşamım elinden almaya ilişkin bir hak düşünülebilir. Ama insanın ölümünü elinden almaya kimsenin hakkı yoktur. Bu rahatlatma değildir! Acımasızlıktır!”
Breuer ısrarlıydı. “İntihar gibi bir yolu seçer miydiniz?”
“Ölüm güç bir şeydir. Ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır, diye düşünürüm her zaman.”
“Ölümün son iyiliği: Bir daha ölmemek!” Breuer takdirle başını salladı, masasına doğru yürüyüp koltuğuna oturdu. Eline bir kalem aldı. “Bunu yazabilir miyim?”
“Evet, tabii. Ama açıklamam gereken bir şey var. Bu cümleyi şu anda uydurmuş değilim. Benim bir başka kitabımda, Şen Bilim’de bu cümleyi okuyabilirsiniz.”
Breuer şansının bu kadar yaver gittiğine inanamıyordu. Geçen birkaç dakika içinde Nietzsche, Lou Salome’nin verdiği iki kitabın da adını söylemişti. Tartışmadan duyduğu heyecana ve hızını kesmek istememesine rağmen, içine girdiği şu kitap çıkmazından kurtarabilecek fırsatı değerlendirmeden edemedi.
“Profesör Nietzsche, sözünü ettiğiniz o iki kitap oldukça ilgimi çekti. Bunları nereden satın alabilirim? Viyana’da bir kitapçıda var mıdır?”
Nietzsche bu dilekten duyduğu hoşnutluğu güçlükle saklayabildi. “Chemnitz’deki yayımcım Schmeitzer yanlış bir meslek seçmiş. Onun için en uygun iş uluslararası diplomasi ya da casusluk olmalıydı. Gizli dolaplar çevirme konusunda üstün bir dehadır ve kitaplarımı da sır olarak saklıyor. Sekiz yıldır tanıtım için bir kuruş bile harcama yapmadı. Ne birer adet dergilere gönderdi, ne de tek bir kitabı mı kitapçılara verdi.
“Bu yüzden Viyana’daki kitapçılarda kitaplarımı bulamazsınız. Hatta hiçbir Viyanalının evinde de yok. O kadar az kitabım satıldı ki, alanların hepsini tanıyorum ve hatırladığım kadarıyla bunların arasında hiç Viyanalı yok. Bu nedenle yayımcımla doğrudan temasa geçmelisiniz. İşte adresi.” Nietzsche çantasından çıkardığı bir kâğıda birkaç satır yazarak Breuer’e uzattı. “Ona ben de yazabilirim, ama sizin için bir sakıncası yoksa, sizin yazacağınız bir mektubu almasını yeğlerim. Belki de ünlü bir doktordan sipariş alırsa, kitaplarımın varlığını açıklama gereksinimi hissedebilir.”
Kâğıdı yeleğinin cebine koyan Breuer, “Hemen bu akşam kitaplarınızı sipariş edeceğim,” dedi. “Fakat bunlardan birer adet daha önce elime geçememesi ya da ödünç alamamam ne üzücü. Hastalarımın tüm yaşamları, buna eserleri ve inançları da dahil, beni ilgilendirdiği için kitaplarınız, durumunuzu daha iyi anlamam için bana yardımcı olabilir; ayrıca, kitaplarınızı okumak ve onları sizinle tartışmak benim için büyük bir zevk olurdu!”
“Bakın,” diye cevap verdi Nietzsche, “bu konuda size yardımcı olabilirim. Şahsıma ait birer tane valizimde var. Size onları ödünç vereyim. Bugün daha sonra onları muayenehanenize getiririm.”
Oynadığı küçük oyunun işe yaramasına çok sevinen Breuer bunun karşılığında kendisi de Nietzsche’ye bir şey vermek istedi. “Bir insanın kendisini yazmaya adaması, bütün yaşamını kitaplara dökmesi ve buna rağmen bu kadar az okuyucusu olması; bu korkunç bir durum! Tanıdığım Viyanalı yazarlar için bu, ölümden beter olurdu. Siz buna nasıl dayandınız? Şu anda nasıl dayanıyorsunuz?”
Breuer’in sözlerine karşın Nietzsche’nin ne yüzünde bir gülümseme ne de sesinde bir değişiklik oldu. Dimdik ileri doğru bakarak, “Viyanalılar için Ringstrasse’nin dışında zaman mekân kavramı olabilir mi? Ben sabırlıyım. Belki iki binli yıllara doğru insanlar kitaplarımı okumaya cesaret edebilir,” dedi: Birden ayağa kalktı. “O hal de cuma desek?”
Breuer kendisini azarlanıp baştan savılmış biri gibi hissetti. Neden Nietzsche bu kadar ani soğumuştu? Bugün ikinci defa oluyordu, ilki o köprü olayıydı ve her azarlanış da duygudaşlıkla yaklaşmasının ardından gelmişti. Bunun anlamı ne olabilir, diye düşündü. Profesör
Nietzsche, insanların ona yakınlaşıp yardım önerisinde bulunmalarını mı kaldıramıyor? O anda Lou Salome’nin Nietzsche’yi hipnotize etmemesi konusundaki uyarılarını hatırladı, bunun sebebi Nietzsche’nin güç hakkında çok hassas olmasıyla ilgiliydi.
Breuer durup bir an hayal kurdu. Lou Salome’nin Nietzsche’ye tepkisi ne olurdu? Bunu öylesine geçiştirmez, hemen ve doğrudan doğruya şöyle derdi herhalde: “Friedrich, insanlar sana kibar davranıp ellerini uzattıklarında neden dişlerini gösteriyorsun?”
Lou Salome’nin küstahlığına bozulmuş olmasına rağmen burada onunla ilgili hayal kurup yardımına başvurmasının ne kadar ironik olduğunu düşündü. Ama bu düşünceleri hemen zihninden uzaklaştırdı. Belki Lou Salome böyle diyebilirdi. Ama Breuer diyemezdi. Özellikle de buz gibi soğuk Profesör Nietzsche böyle kapıdan çıkıp gitmek üzereyken.
“Evet, cuma günü saat ikide Profesör Nietzsche.”
Nietzsche hafifçe başıyla selam verdi ve hızlı adımlarla muayenehaneden dışarı çıktı. Breuer pencereden Nietzsche’nin merdivenlerden inişini izledi. Arabacının teklifini sinirli bir hareketle reddetmiş, kararan gökyüzüne bir göz attıktan sonra atkısını kulaklarına kadar dolayarak bitkin bir halde caddeden aşağı yürümeye başlamıştı.
Irvin D. Yalom
Nietzsche Ağladığında