MICHEL GUERIN: HER KÜLTÜR EDİLGİNLEŞTİRMEDİR, YANİ EŞİTLEYİP DÜMDÜZ ETMEDİR

1

METAFİZİK, SOYBİLİM VE ANTROPOLOJİ YA DA GENELİN HİLESİ

Ne de çok kan ve dehşet var tüm “iyi şeyler”in temelinde!..
[Ahlakın Soykütüğü, Friedrich Nietzsche]

G. Deleuze’ün ilk bakışta aykırı ve sarsıcı olan tezini biliyoruz, buna göre, çağdaş Antropolojinin en büyük yapıtı M. Mauss’un Yetenek Üzerine Deneme’si değil, Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü adlı yapıtıdır. Nietzsche’nin söylemini, onun düşüncesini yönettiğini düşündüğümüz şu üçlem arasında yinelememiz gerekecek: metafizik, soybilim (yani bir anlamda: tarih) ve antropoloji.

Antropolojinin, bizi ilk ve son kez sembol ve vekil tarafına (Derrida, ilave diyor) fırlattığı (kuşkusuz ideal bir durum) anda tümüyle hayvansal bir göstergebilim olarak düşünülmesi gereken şeyin bir kayboluşu, bir unutuluşu temelindeki söylem noktasında tarih olarak ve metafizik olarak gösteren’in mutlak çıkışım, dinamik olan, ama diyalektik olmayan bir düşünce süreci arasından yeniden yakalamak için olağanüstü bir girişim söz konusudur. Antropolojiye başvuru tüm anlamını bundan dolayı kazanır: “Platonculuğun tersyüz edilişi”nin en kesin ve en tartışmalı biçimi budur. Antropolojinin, baskıcı eğilimi içinde, metafizik söylemden ithal edilmiş “genel bir insan fikri” tarafından böyle yönetilmiş olması şöyle dursun Nietzsche, bunun tersine, tasarıların en saygısız alanına ilgi göstermekten vazgeçmez: tek anlamlılığın ve keşif hakikatinin yolunda direttiği ölçüde metafiziğin bir yığın “genel fikirler”den başka şey olmadığının ortaya çıkarılması, onun oluşumunun son merci olarak belirtilmesi, ancak antropolojinin çıkarsama öncesi ve silik nesnesinden hareketle açıklanabilir: bir yandan “törelerin ahlaklılığı” ve öte yandan yanılsamalı tümevarım diyebileceğimiz şey.

Aynı şey söz konusu. Gösteren’i (signifiant) bir unutuşun bilinçli tanıklığı haline getiren ters çevirme (renversement) budur: bedenin ve canlının tersilmesi, aynı zamanda bir yapı bozumudur; yadsımak ve reddetmek yetmez, yolu tersine oluşturmak gerekir. Diyalektik, ilerleyen bir söylemin adıdır; soybilim de (genealogie) o halde, başlangıca geri dönen, başlangıçtan sürdürülen hileyle simgeleri yaşatan, söylemin niteliğidir, açıkçası: tarihöncesi ve tarihin bitişme noktasında, “insan kavramının genelliğinin bilincin ve dilin tekbiçimleşmesinden ayrı olamadığı yerde sembolik dönüşümünü gerçekleştirir: Soybilim, metafiziğin (statik ve inançlı) dinamik olan iç yüzü olur; antropolojiye gelince, o, Nietzsche’ye göre ciddi, olumlu ve özerk bir disiplin değildir: o, soybilimcinin ellerinde bir polemik aracıdır (bu kitabın bir öykünümcü deyimini tanımlamaya çalıştığı anlamda): Metafiziği araştırmak ve onu denemek için bir çekiç. Gülen Bilgi’nin “Deha ve tür” başlıklı 354. paragrafı, eşsiz bir örnektir bu, böyle ortaya konmuştur zaten. Nietzsche için, insanlığın gerçek aşamalarını dile getiren olumlu bir anlatımın tümüne katılmak söz konusu değildir; antropoloji, Nietzsche’nin kafasındaki bağlamda ve anlayışta, görgül (empirique) bir kesinlik savında değildir. Nietzsche, olguların deneyimine boyun eğen bir söylemin keskin yanını kendine çevirerek metafiziğin yanılgılarını düzeltmeyi düşünmez! İlkesellik açısından, öykünümcü ve kurgusal araçsal, ama olumlu olmayan böyle bir antropoloji kesin ve yüksek düzeyde bir disiplin olarak öne sürülemez: bundan dolayı da, az çok bir tarih gibi yargılar, eleştirir, kuşkulanır, rahatsız eder. Öykünümcüdür, öykülemesi bir kurgudur, ama aynı zamanda bir aynadır. Antropoloji, ona ayna tutan metafiziğe şöyle der. “Bana bak!” Antropoloji metafiziğin açımlayıcısıdır. Bundan yararlanan soybilimsel girişim, aynı şekilde bir karşı tarih olarak kendini gösterir (çünkü tarih ve metafiziğin ortak yönleri vardır) naif ve saygılı bir tarihin karşıtı olarak ortaya çıkar. Soybilim tarihin değeri yerine değerlerin tarihini koyar. Bu tersine tarih (tek gerçek tarih) o zaman, (“ilerleme”yi küçümseyen tarihtir bu…) kültürel genellikten kuramsal ahlak evrenselliğine gizlice bir geçişe, henüz olurken el koyar. Buradan iki sonuç doğar: kültür tepkiseldir; her “kuramsal” ve bu sıfatla da evrensellik ve kuralcılık öne süren her söylem bir “genellik” temelinde üretilmiştir.

* * *

Her kültür eğitmedir; yani edilginleştirmedir, yani eşitleyip dümdüz etmedir. Her ne kadar, yaşam ve doğa, güçlerin ayrışıp karşı karşıya geldikleri bir alanı sınırlıyorsa da ve bazı koşullarda kültür tarihötesiliğinden kurtarıyorsa da (bu tarihötesilik yepyeni ve özgün bir hiyerarşinin kaynağıdır), olağan düşüşü içinde, kültür gerilimleri yadsımaya ve uzlaşmaz çelişkileri ortadan kaldırmaya yönelir, ancak kültür olgusunu sürdüren bu gerilim ve çelişkileri de korur (üstelik onlara birlik görüntüsü de verir). Her kültürün “ön koşul”u, o halde “insanı bir dereceye kadar belirli, bir örnek, birbirine benzer, düzene uygun ve sonuçta ölçülebilir kılmaktır.” Bu insansal hayvan üzerindeki “çalışma”, “törelerin ahlaklılığının yaptığı çalışmadır. Ama kültür özü bakımından çelişiktir, çünkü o genel için eğitir ve bu eğitme bölümlerinde genele karşı olan şeyin doğmasına yol açar ve eşsiz olarak, ender olarak olumlanır. Doğal ayıklama basit ve çizgisel iken, kültürel ayıklama iki yanlıdır: Nietzsche’nin Darwincilik karşıtlığı temelde budur. İnsan düzleminde, ancak onu çok aşırı derecede eğiterek bir istisna oluşturulabilir. Üstün birey, egemenliğin oluşması ve güçlenmesi için disipline ihtiyacı olduğundan, genelden geçer hangi disiplin olursa olsun, belki de ve özellikle her iç anlamdan yoksun olursa. Kültür hem buyruğu hem de itaati üretir; o bir dış otoriteyi ve daha büyük bir iç egemenliği birlikte yaratır. Ve belli bir biçimde, şehidin ve azizin yuvasını yapan toplumsal bir ahlak varsa da, bu ahlak ancak anarşik istisnalar sıfatıyla, ancak ahlaksal eğilimin abartıları olarak bunlara katlanır ancak toplum içinde ve toplum tarafından dengelenir bu ahlak. “Ahlaksal kendilik”in, yani “egemen birey”in “ancak kendisine benzer” olması olgusunun, ahlak olarak, toplumsal bir anlamı yoktur. Tam tersine: ahlaksal özerklik toplumsal ahlakın olumsuzlaşması olarak, genelin reddi olarak kök salar. Bununla birlikte, bu özerklik “törelerin ahlaklılığının ona yönelttiği sınırdan (toplumsal olarak saçma ve yersiz) başka bir şey değildir, bizi bugün hala varlık konusunda engelleyen çok fazla Hıristiyanın olmuş olması aynı şeyle açıklanabilir.

Kültür, doğada uzlaşmazlık olan şeyi ortadan kaldırmak için düzenlenir; o yatıştırmayı, yani “insanlaştırma”yı amaçlar: bu anlamda her kültürün ideali geneldir. Ama genelin bu sıfatla kararsız ve çelişik olması her kültürün kara büyüsüdür de. Öyle ki, antropoloji her ne kadar kültüre (bilinç, dil, bellek) karşı çaba olarak genele pusu kurmayı iş edinse de, bu, olsa olsa bu çabayı gösterebildiyse olur o derhal soybilim içinde yön değiştirmek zorundadır; bu soybilim, gösteren’in hilesi diyebileceğimiz şeyi sürdürmekte tek yetenektir: simge yansızlaştırma ve toplumsallaştırma aracı ve tekilliğin çıkış yoluyla birliktedir; hayvanın insan olmaya ve yaşamın konuşmaya başlaması için genel ve kültür gerekir, ama hayvan daha erken insan değildir ve oyunun daha önce (ve özü bakımından) bozulmuş olduğunu daha erken dile getirmedi: söz, böylece geneli yanıtlamak ve kuşkusunu uyutmak yeteneği olarak verilir. Her söz soybilim olarak iki yanlıdır: o geneli hem rahatlatır hem de köküne kadar korkutur. Bu, her sözün mantık olduğunu başka deyişle onun dile getirdiği şey için yıkıcı olduğunu söylemenin bir biçimidir. Her eşitleme istencinin uğursuzluğu kendisine karşı dönen bir mantık oluşturmasıdır: ötekine benzer olmak gerekiyorsa, kendine benzer olmak haydi haydi tercih edilir, yani üstün olmak başka deyişle: farklı olmak. Sokrates’in anlaşılmazlığı, “baskın içgüdü” sırasına geçmiş olan gururlu bilinçte, aristokrat karşıtlığı böyledir. Farklı olan, “saçma bir şekilde usa uygun” birey olarak, bir eşitleme eğiliminin çelişik sonucudur demek ki. Ve eğer, Gülen Bilgi’nın birçok bölümlerinde Nietzsche’nin gösterdiği gibi, dil kültürün aracıysa, bilinçten ayrı düşünülemezse, bu bir iletişim ihtiyacından doğmaktadır ve bu şekilde de mübadeleyi ve görüşmeyi gerçekleştirmektedir. Gilles Deleuze’ün Anti-Oidipus’ta yaptığı gibi, maddi uygunluk ve belirti üzerine kurulu “corritoriale” bir kavrama karşı (yanlış olan) toplumsalın “mübadeleci” bir kavramını ileri sürmek, bu yüzden kaçınılmaz olmaz mı! Mülkilik (territorialite) içinde mübadele, mübadele içinde de mülkilik vardır: bu kesişme yazıt (inscription) diye adlandırılır. Elbette, Gülen Bilgi mübadeleden söz eder ve çözümlemede daha ileri gitmeksizin, temas halindeki bir görünüşler dünyasını göz önünde bulundurur: bundan dolayı bu kitap, zulmün alacaklı borçlu ilişkisiyle birlikte söz konusu olduğunu gösterdiğinden dolayı haklı olarak yeniden Ahlakın Soykütüğü’ne döner. İki görüş açısı, uyuşmaz olması şöyle dursun, birbirini tamamlar ve o halde Nietzsche’nin “iletişim ihtiyacı” ve mübadele ile ilgili sayısız anıştırmaları ortadan kalkabilir. Zalimlik toplumsalın damgasını doğrudan bedene vurur, “iletişim ihtiyacı”nı içine atar ve adeta düşey bir boyutta kavrar onu. Kültür bu şekilde düşey ve yatay olarak sunulmuştur; yani bireysel “üstünlük”ün ve içerdeliğin kaynağı, saklı tutma (bellek) olarak ve toplumsalın bu sıfatla durmadan onlarla kendini yenilediği iletişim ve dışa vurma (dile bağlı bilinç) olarak. Kültür yüzeyden ve derinden hareket eder, dağıtır ve damgalar. Ve yazının yazıt olarak ve çok keskin gravür olarak işitsel dile ve sese göre ilk olduğu gerçekse de, bu, Deleuze’ün gösterdiği kanıttan ötürü ne tek başınadır ne de öncedirşöyle ki yazı “kayıtlı simgelerin bu zalim sistemi”yle özdeştirbu da yazının anlamı kendi yüzeyine çekmesinden dolayıdır. İletmek birinin ötekine gösterilmesidir demek ki yüzeyden yüzeye iletmektir. Bu anlamda ve simgelenmiş biçimiyle sesin (gecikmiş ve ikinci) kökeni danstır. İletmek önce bedenden bedene öykünmektir: demek ki bir kavga ya da oyun türüdür. Kökeni, söylemek gerekirse: yanılsama’dır (mimetisme, çevreye uyum). Nietzsche, bu biliniyor, bilincin en düşük, yüzeysel, eksik ve zayıf olduğu olgusu üzerinde ısrarla durur: bilinç, gerçekten, geneli temsil eder. Öyle ki genel bizzat kendisi olarak sürüp gidemez, kararsızdır, bilinç ise ancak derinliğe dalabilir. Bilinç-mübadele kavramının iç dengesizliğini tescil edip geri gönderen yüzeyi ve bilinç-içerdelik kavramında onun kaçınılmaz düşüşünü açıklayan şey budur. Karanlık işlerin döndüğü yerde. Burada bir kez daha açıklayalım, tartışma aracı olan, vaat etmiş olduğu özerk tasarının gözünde özü bakımından başarısız olan antropoloji, konusu tarafından aşılmış bir söylem olarak çıkar ortaya: çoktan “ahlakın soykütüğü”nde bulunuyoruz. Kısaca söylersek: her şey mutlaka genel ile başlar ama genel hiçbir şey değildir. Ya da daha doğrusu: genel, çıkarsamalı olmayan (uslamlamaya dayanmayan, hayvansal) bir göstergebilimin kararsız ürünüdür ve genelleşmiş bir yanılsamanın bir dansın sonucudur. Yöntembilim açısından, genel, bir sınırdır: o, Levi-Strauss’un “ideal bir çözümleme” dediği şeyde, hayvanlıktan insanlığa geçişi, iki tekelci düzeni ayırıp tekrar birleştiren bitişme çizgisini temsil eder. Nietzsche’nin söyleminde, simgesel bir betimlemenin, öykünmeci bir kurgunun konusunu oluşturur, onun konumu, bunun kadar yabancı olsa da, Rouseau’nun Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylev adlı yapıtındaki “ilk insan”ın konumundan çok farklı gibi gelmez bize.

Gülen Bilgi’deki ve Ahlakın Soykütüğü’ndeki çözümlemelerin yöntembilimsel açıdan aşmak zorunda olduğu bu kurguyu, kültürün sıfır derecesinin bu dolambaçlı betimlemesini Tan Kızıllığı’nın 1. bölümünde (paragraf 9, 14, 16, 26) açıklanmış buluyoruz. Nietzsche’nin savı, 9. paragrafın şu cümlesinde ortaya konmuştur (“Törelerin ahlaklılığı kavramı”): “Başlangıçta her şey töreydi… ” Yöntembilimsel açıdan (yöntem de burada öykünmedir), bir duruma değil, ondan önce doğru olan şeye: bir düzene, Nietzsche’nin deyişiyle bir “artdüşünce”ye dönüş yapmak uygun olur. Bu “artdüşünce” genellik olarak verilmiştir. “En iyi toplumda talep edilen uygulamaları!0″ kavrayabilmemiz hayvansal bir düzene varıncaya kadar gitmekle olur. Başka deyişle: hayvan kültürlü insanlardan daha çok şey öğretir bize, kültür hakkında: hayvan kültürün soybilimsel anlamıdır… Gerçekten, “bu kibar eğilimlerin artdüşüncesini fark etmemiz ancak bu alt düzeyde olur: ardımıza düşenlerden kaçıp kurtulmak isterken, avımızın peşinde de rahatsız edilmek istemeyiz…” (S.26 “Hayvanlar ve ahlak”) Bir kez daha söyleyelim, antropoloji saptanamayan bir geçişe doğru çevirmeye elverişli kurgusal bir söylem olarak öne sürülür: o, biyoloji ya da dile getirilemeyen gücün alam ile soybilim ya da anlamın, çift’in ve yorumun alanı arasında kurulan bir doruk çizgisinden başka şey değildir. Güç İstenci’nin dilde kuşatıldığı andan beri, antropoloji onun gerçek aralığı olur, sonsuza dek ikiye bölünür. Her ne kadar, Nietzsche’de, güç anlamdan hiçbir zaman ayrılmış değilse de, yani bir stricto sensu ise de, “sessiz güç” yoktur; kurgunun öykünme amacı gütmesi, geçişin ülküselliğinin bir kanıtıdır yine de…

Sonuç olarak, hiçbir şey söylemeyen hayvan ilk bellektir. Nietzsche söyleminin içinde bulunduğu döngü budur. Söylemi geçen “söylem”, bir ilk zamanda, yazı olarak kurulan bir tür hayvansal göstergebilimdir; ve bir ikinci zamanda da söz olarak ve içerdelik olarak metafizik bir değerin tersyüz edilmesi söz konusu burada. Sesten hareketle konuşmayız (sözmerkezcilik, logocentrisme), ses konuşur zulme dayanarak. Ama, bizzat zulüm kendi tarzında kutsar mübadeleyi, yine de ikinci bir zulüm olur. Bir ortam, bir mübadele tarzı gerektirir; bu ortam (ideal olarak ilk) her gerçek mübadelede, kültürel davranışların en küçük dönüşlülüğünde ilkece öne sürülmüştür. Bu ortam her zaman gereklidir ve her zaman yeniden kurulmuştur, ancak izin verdiği edimlerde varoluşa sahip olan bu ortam, tam olarak: bir danstır.

Ne demek bu? İlkin, bu ortamın gerçek bir istikrarının olmadığı anlamına gelir bu: o, bir üretim değildir, özü bakımından bir yenidenüretimdir. Bu yeniden üretim aynı kalan’ı bir ilerleme içinde çizgisel olarak yinelemez; bir çember içinde döngüsel olarak ortak olan’ı gerektirir. Her zaman önceden ele alınmış sonuç olan bu dans bir yanılsamanın mutlak dönüşlülüğüdür. Nietzsche de “İngiliz doğacılarının mimicry diye nitelendirdikleri şey”den söz eder. Herkes ortak olur, yani varlığını, ötekinden “benzer” bir davranış sonucunu elde etmek için, ötekinin görünüşüne benzetir. Dans “benzerler”in dansıdır… Bu ilkel davranış (kültürün bakış açısından) bize bir ilk belleğin anahtarını verir, bu belleğin bütün işi açıkçası unutmaktan (baskı altına almak, demeyelim) ibarettir, tam olarak bir karşı bellektir bu. Herkesin hayvan yatıp “insan” uyandığı yerde, hayvansal bir artdüşünceden (arka plandaki olgudan) hareket ederek (genel olarak hayvanın, her açıdan, insan dilinin “artdüşüncesi”si, onun düşüncesizliği olduğunu; yaşamın da bilgi olarak bilen bilginin düşüncesizliği olduğunu, bir önceki konudan sonra, söylemek gerekir mi?) doğmasına neden olduğumuz yanılsamalı bir tümevarımın sürüp gitmesi bir genellik alanı oluştursa da, bundan çıkan sonuç şudur: doğayı fiilen unutmak için herkes birbiriyle uyuşur. Doğa, belleği tamamen açan bastırılmışlıktır.

Bundan dolayı, en küçük bir yumuşatma olmadan söyleyebiliriz: kültür kökeninde ve başlangıcında tepkiseldir. Kültür doğaya karşıdır. Bundan dolayı Nietzsche, Kamçatkalılar örneğini verir; onlara göre, bizim için saçma ve anlamsız olan bir kurala karşı gelmenin, örneğin ayakkabılardaki karları bir bıçakla temizlemenin cezası ölümdür! Bu buyrukların, bu kılı kırk yaran yasakların anlamı nedir? Bunlar “uygarlıkların kökenine ait en önemli ilkeyi hiç unutturmamak için, sürekli törelere göre davranma yükümlülüğü”nün göstergesidir. Uygarlıkların kaynağındaki ilke şudur: “Hangi gelenek olursa olsun, geleneksizlikten iyidir.”iı Önce, bu kural ya da gelenek olumsallığının daha temel bir olumsallık (contingence) üzerinde kök salmasına karşı dikkat etmek gerekiyor: bu olumsallık, toplumun bu şekliyle oluşturulmasına da yön verir. Kısacası, toplum ne bir bireysel eğilimler birliğidir (bunlar çıkarlarını toplumsallaşmakta görürler), ne de açık açık düşünülmüş bir sözleşmedir; toplum, hareket ettiği anda bastırılamayan, yönlü bir süreçten doğmaz; o, bir erekbilimin bakış açısının bir sonucu değildir: o, bir özel durum olan hayvansal bir olanağın genişlemesinin sonucudur (tehlikeli bir sonuç): saklanmak, başkasının giysisini kuşanmak (yani, herkesin), sizi kovalayanların gözlerinden daha iyi gizlenme. ve ardına düştüğünüz avın karşısında da görünmez olma olanağını sağlar. Her şey, son çözümlemede, bir “güvenlik duygusuna dayanır (S.26) hakikat duygusu bile… Sonuç olarak, toplum doğal ayıklamayı bozar, çığırından çıkarır, kısacası ters çevirir. Toplumsallık bir mücadele dönemini sonsuza dek uzatır ve ona doğal olmayan bir gelecek sağlar: bu dönem kendini korumaya alma ve avından emin olma dönemidir. Toplum, eşitsiz ve seçmeli bir kavgadan yansılamalı himaye dönüşlülüğüne kurnazca bir geçiştir. Ancak kavgadan vazgeçişte güç bulan zayıfın (bu vazgeçiş eşitliğe ve mütekabiliyete öykünür) toplumsal alanda çıkarı vardır. Savaşın canlı evresini dondurma ve dengeleme özelliği gösteren toplum (saklanmak, korunmak, dikkat çekmemek vb..) himaye alanıdır. Toplum geniş bir kaçış alanından ibaret olursa (bu kaçış eğitimle güvenceye alınır, hata ve suçların saptanması bu debdebeli ortamda mümkün olmaz), en zayıf olan her şeyi burada kazanır, en güçlüsü de her şeyi burada yitirir: yerleşmiş toplumsal genellik içinde adaletsizlik önce olanaksızlık olarak hissedilmiştir. İlkel toplumlarda bunun anlamı, kural düzeyinde kötülüğün olamayacağıdır: kötülük doğayı unutamamaktır. Doğaya karşı olan bir kötülük fikri tüm fikirlerin belki de en yenisidir… Her bakımdan en çok “işlenmiş” fikirdir bu.

Bu durumda, yaşamasını sürdürmek, artık başkasını yutmak ve kendini korumak demek değildir; düşmandan sakınmak ve başka yerde beslenmek (yani sona ermiş olan av-avcı döngüsünün dışında) demektir. Bu anlamda, kıyıcılık (kanlı etin çekiciliği) ve beslenme arasındaki dengeleme bir mübadele biçiminden ötekine geçişi düzenler. Doğal mübadele (doğanın “denge”si) diyebileceğimiz şeyde kıyıcılık kendinin ve ötekinin içyüzünü açığa çıkartır, yaşamı ve ölümü aracı olmadan sırt sırta getirir, tutma ve yok etmenin uygunluğu adına: Başkası, onu yemek için, onu kendine mal etmek için yok edilen kişidir. Toplumsal genellik içinde, kıyıcılık; sakatlamaya yani toplumsal genellikten, törelerin ahlaklılığından sapmış olan bedeni zorlamaya, kültürel yapıya yeniden işlev kazandırmaya dayanır. İlk durumda, hayvansal kıyıcılık doğaya zorlar; ikinci durumda da tersine, insansal kıyıcılık kültüre zorlama niteliği gösterir. Ne olursa olsun, hayvansallığın ve tarih öncesinin aşamaları “ahlak fenomenimin gerçek parşömeni olarak değerlendirilir. “Adaletin kökenleri; akıllı olmanın, ölçülü olmanın, cesur olmanın kökenleri gibi, kısacası Sokratik erdemler diyebileceğimiz her şey, hayvansal bir nitelik gösterirler: gıdasını aramayı ve düşmanlarından kaçmayı öğreten içgüdülerin sonucudurlar. Üstün insanın da, ancak kendi beslenme biçiminde ve ona zararlı olan her şeyin kavramında yükselip geliştiğini dikkate alırsak, tüm ahlak fenomenlerini hayvana özgü diye nitelendirmemizde bir aykırılık olmayacaktır.” diye yazar Nietzsche…’

Her ne kadar Tan Kızıllığı, kitlelerin toplumsal genelliğin yansılamasına girerek yok olmaktan kurtuldukları tarzını betimlerse de, Ahlakın Soykütüğü, kitlelerin insan kıyıcılığına boyun eğişleri yüzünden bir bellek oluşturdukları üzerinde durur bu bellek organlarla, kol ve bacaklarla ilgilidir. Bu hareket şöyle ifade edilebilir: Toplum öldürmeyi engellemek ister, ama sakatlamaya izin vardır. Ya da toplum; kitlelerin bundan böyle yok olmaya karşı korunmuş olduğu yerde yani doğanın etkin bir unutkanlığı olduğunu bildiğimiz bu karşıbelleğin iş başında olduğu yerde, en keskin harflerle kitlelerin içine kazınmıştır (kural bu unutkanlığın disiplinidir). Tan Kızıllığı ’na göre, Ahlakın Soykütüğü bize, dansın nasıl da umut olduğunu, dans unutmaya çağırdığında umudun nasıl engellemek istediğini söyler. Tan Kızıllığı, takipçilerinden kaçıp kurtulan ve kavganın dışında beslenen kitlelerin genel kurgusunu gösterir; Ahlakın Soykütüğü alacaklının ve borçlunun temel ve göstergesel ilişkisini çözümler (alacaklı en az borçlu kadar toplumsala zorlanmıştır) “sürekli acı veren şeyin ancak bellekte kalması” olarak. İnsansal varlığa vaatlerde bulunmasını öğretmek, yine de “ön koşul” olarak, meşruluğu ve tekbiçimliliği gerektirir. Hatta dil de, bilinç ve bellek de, “törelerin ahlaklılığı”na eşlik eden araçlar olarak ve ne kadar anlaşılmaz ve tehlikeli de olsalar, meşruluğu ve tekbiçimliliği her insanın içine ve insanların arasına yerleştirmek eğilimindedirler, en az ahlak kadar. Dil dönüşsüzlük noktasıdır, törelerin ahlaklılığı orada gelişmiştir: doğa’nın ve çatışmalarının unutulması orada kutsanmıştır, dilde sen olan şey budur. Dilin özünün ve soykütüğünün anahtarının caydırma olduğu savı buradan ileri gelir. Dilin sistemi başlangıçta tepkisel bir ikna biçimini yansıtır: caydırma. Her inanç dilde inançtır; bu niteliğiyle caydırır ve tek anlamlılığa ikna eder: hem aşırı toplumsal bütünlüklerin, hem de “arka dünya”nın (“ötedünya”nın da) tam göstergesidir. Buna karşılık soybilimsel girişim,. onun antropolojik öykünmecisiyle donanmış girişim, simgeyi baskıcı yazgısından kurtarır ve Yıldız mührüyle damgalar onu (ausdrücken, dile getirmek değil, aufpragen: basmak).

Kültürel mübadelenin yasası şudur: “Sana iyi davranıyorum, sen engelliyorsun…” Tan Kızıllığı, yansılamalı tümevarımın kültürel genellik alanını nasıl açtığını gösterirken, Ahlakın Soykütüğü de konuşmanın ne anlama geldiğini gösterir. Konuşmak: hayatta kalmak demektir (Hayatta kalma caydırmanın içe atılışını gösterir, daha güçlü yaşama istemini değil, her şeye rağmen yaşama istemini gösterir). Simge nedir o zaman? Simge, birinci derecede bir belirtidir, en keskin bir gravürdür. O, bir ifade olmaktan önce bir izlenim ve bir yazıttır. Simge kıyıcılığın kurtardığı şeydir: başlangıçta, sakatlamanın sonucudur, görüntüsüdür (antik anlamda). Bir iz, bir kalıntı… Dile gelen canlı her şeye rağmen yaşamak ister. Sakatlanma hayata iyi davranmaya ve simgeyi kurtarmaya dayanır. Başka türlü söylersek, simge sakatlanmayı ölüme tercih etmiş olmaktan doğar. O halde simge belleğe ve acıya bağlıdır. Hem mesafe hem de görüntü, hem eski hem de yeni olan simge yaşamla ölüm (onun metafiziksel biçiminde, iç daralmasıdır bu simge) arasındaki basamakta belli belirsiz açılan şeyi ve genelliğin kesin zaferini temsil eder. O halde tam bir Darwincilik karşıtı olan bir hareketi böler. Nietzsche’nin çok önemli bir metnini böyle anlamak gerekir. Şu soru sorulur orada: “Niçin zayıflar üstün gelir?” Nietzsche yanıtlar: “Onlar daha insani”… “onlar daha yüksek derecede bir ortaklık duygusuna sahipler” (Sie haben mehr Mitgefühl)… Başka deyişle, onlar genelliği temsil ederler, onu aydınlatır ve savunurlar (demek ki caydırmaya devam ederler). Doğa, yok oluşa karşı daha güçlü bir yaşamdan başka bir seçenek sunmadığı zaman ayıklamacıdır (yine de, “sessiz güç”e vergi olan başka deyişle, her tepkiden bağımsız olan bu “doğal ayıklamadın ideal bir sınır olduğunu tekrarlayalım; şu gerçek ki hayvansal yaşamda “bilincin gelişmesi” başlangıçta onunla arasında bir mesafe açmış gibidir ve yaşamın en kaba biçimlerinde, Güç İstenci’ni oluşturur; Nietzsche tarafından, Darwin’in toptan reddedilmesi bundan dolayıdır); yaşam ve ölüm öyleyse birbirine yapışıktırlar. Öyleyse, öldürmenin yaşama zorlamak (yutmak) olduğu söylenebilir…

* * *

Sadece söyleşinin birliğine zarar vermemek için buraya kadar zihinlerde canlı tuttuğumuz önemli bir yöntembilimsel  açıklamayı da ortaya koymak gerekiyor; soybilimsel girişim Güç İstencinin kendi işidir. Ayrımları oluşturan ayrım ne bir öz, ne de bir basit nedendir. Her soybilimsel görüş açısı, Güç İstenci’nden kaynaklandığı oranda bir merkezi ortaya çıkartmaz, buna karşılık iki kaçış çizgisi gösterir. Başlangıca dek giden, kültürel fenomenlerin başlangıcı üzerine kendini sorgulayan araştırma çelişik değil midir öyleyse?

Gerçekten yöntemsel ve ideal konuda doğal düzenden kültürel düzene bir geçiş olsa bile doğayı kültürün karşısına, basit doğal ayıklamayı çift yanlı ve karmaşık toplumsal uysallaştırmanın karşısına nasıl çıkarabiliriz? Sonunda saf olarak doğal ve biyolojik bir ayıklamanın (ayıklamada ilkece öne sürülmüş kesinlik ve katılık biçimi, dilin ve yorumun olmamasından dolayı), bozulma ve başıboşluk olmadan hayali bir sınır olan ayıklamanın içerdiği, gerçekliğin sürekli yalanladığı “sessiz güç”ü tanımak için olsa da. Kısacası: bir yandan iki hiyerarşiyi ayırt ediyoruz (biri doğal ve basit, nerdeyse mekanik, ötekisi karmaşık, zayıf, belki de olanaksız…), öte yandan da, bunlardan sadece birinin varolduğunu onaylar gibiyiz. Hayvana konuşma hakkı veriyormuşuz gibi oluyor her şey. Darwin’in yanılgısı hayvanın konuşmasını engellemiş olmasıdır! Yaşam Güç İstenci’dir, yani pathostur, kendinifarketmedir, güçlerin oyunudur. Güç, göreli olduğundan, ilişkinin içinde oluştuğundan anlamlıdır. Güç, boşa harcanmış saf güç değildir, belleksiz bir yükseliş değildir: o, Güç İstenci’nin bulunduğu ilişkinin içinde gezinir.

Her güç öyleyse karşıtıyla birliktedir: o bizzat dinamik değil, soybilimseldir: tersilme ve altüst olma tehlikesini kendisiyle birlikte götürünce ancak çoğalır. Her güç ilişkisinin gücü olarak ikil yapıdadır (Nietzsche’de istemin niçin, ancak kendine egemen olarak Başkasına egemen olduğunun kanıtı budur). Böylece güç ilişkisi yaşamı oluşturan şeydir, bir canlıyı öteki canlıya karşı savuran kavgada değil, her canlının içindedir bu güç; ilk ilişki demek ki, “daha güçlü”den “daha zayıf”a doğru dıştan gelen bir ilişki (basit bir ayıklamanın gerektireceği şey) değildir, onun özünde bulunan bir ilişkidir: Güç İstenci’nin duygululuğunu oluşturan ilişki. “Yaşayan bir varlığın tepeden tırnağa “bencil” olması5” bu temel görünüş altında olur önce. Darwin’in, yaşamı dışarıdalık olarak inceleyerek göremediği Güç İstenci’nin “bencilce” duygululuğudur bu.

Duruma uyarlamanın parlaklılığıyla büyülenen Darwin, derin ve görünmez bir metabolizmayı görmeden geçmiştir. ““dış ayrıntılar”ın etkisi Darwin tarafından abartıldı, saçmalığa varıncaya kadar.” Ve Nietzsche, hayatın sürecindeki özün biçimler yapıp yaratan, “dış etkiler”i hareket ettirip işleyen varlığın temelinden gelen bu “ürkünç güç” olduğunu ileri sürer. (Das Wesentliche am Lebensprozess ist gerade die ungeheuere gestaltende, von irınen her formenschaffende Gewalt, welche die “ausseren Umstande” ausnüzt, ausbeutet.) Başka deyişle: dış etkiye karşı, iç buyruk; “dış”ın duygulanımına karşı, “iç”in yaratıcı duygululuğu. Açlık olgusunun kendisi Nietzscheci açıklamayla bütünleşir: bu ilk devindirici güç değildir, “artık…in efendisi olamayan bir Güç İstenci’nin sonucudur” Uyarlama dengeleme eğiliminde olsa da, birliği yeniden kurmaya yönelse de; Güç istenci bunun tersine, “bir şeyin ona direndiği yerde ancak kendini gösteriri8” Nietzsche de uyarlamanın tersini savunur, şu tezi ileri sürer: “Hakikate, farklılığa, iç patlamaya eğilim ne kadar güçlü ise, o kadar da karşı güç vardır.19” Darwin’in bu şekilde “çürütülme”si (karşı görüş olarak, üstün gelenlerin en zayıflar olmasını onaylama ile) bir dış ayıklamanın, basit, yönelgen (topique) bir ayıklamanın reddi ile aynı anlama gelir; sonuçta da ilerlemeci bir ayıklamanın reddi demektir. En basit düzeylerinde hayvansal yaşam, henüz, canlıya uygun olmayan, ilke olarak Güç İstenci’ni ve güçler ilişkisini tanımayan bir şemayı yalanlamaya izin vermez. Bilincin ortaya çıkışı da (adeta yanılsama ve yalan ilkesi) karşı Darwinci bir yöntem olmadan açıklanamaz: bilinç, son çözümlemede, yaşamın farklılığım, canlının bencilliğini saçmalığa varıncaya kadar tanıtlamaya çalışır; bilinç gelişerek “dış etkileri”, dış’ın etkisini, anlatımsallığı çürütür. Onu buna zorlayan yaşamdır: yaşamı oluşturan ilkeyi, oradan çıkarılıncaya kadar, sınıra iter. Ayrılmanın yolunu bilinç’e gösteren yaşamın farklılığıdır. Ama bilinç, mutlak bir şekilde ayrılarak ve kendini yaşam üzerine bir bakışla kurarak, birliği, saydamsızlığı, dışardalığı içte (töz, özne vb.) yeniden kurar.

O zaman, tanım olarak güçlünün üstün geldiği yerde, zayıfın ölümden başka çaresinin olmadığı yerde, basit ve çizgisel bir ayıklama şeması çok ideal ve işlemseldir; bu şema, soybilimcinin kültürün sıfır noktasına ihtiyacı olduğu zaman onun öykünme aracıdır. Saf bir güç yani sessiz bir güç kurgusu, kültürü başlangıçtan beri sorgulayan öykünmenin tersidir. Bununla birlikte, döngünün var olduğu hiç değilse, “gerçek bir çözümleme” düzeyinde olsaydık döngünün var olacağı gerçektir. Gerçi, simgeyi ve bilinci işin içine sokan toplumsal caydırma düşüncesi, sessiz bir mübadele öykünmesinden (burada ölüm ve yaşam, ayıklamalı basit bir şemanın taslağı olan aracılık olmadan birbirleriyle bağlantılıdırlar) üretilmişse de, sessizliğine itiraz etmek için kültür öncesi aşamaya dönüş yapar; ve hayatı konuşturduğu, önceki söylemde geçen hayvansal bir göstergebilim tasarlamakla yükümlü olduğu anda, karşı karşıya getirilmiş iki düzenin Güç İstenci’ne ve İkil yapıya katılmasını sağlar. Kısır döngü mü söz konusu? Gerçekte soybilimsel olarak Güç İstenci konuştuğu zaman başka türlü nasıl olacaktır?

* * *

Yine de sonuna kadar öykünmek gerekir, metafizikçiyi sıkıştırmak istersek. Kültürel mübadelede, demek ki, eşi görülmemiş uydurma bir fenomen üretiliyor: savaşı durdurabileceğimiz, ölüm ve yaşam bağını keserek, birinden ötekine bir süreklilik çözümü düşünerek ayıklamayı önleyebileceğimiz dizisel “dans” içinde bir keşif. Bu anlamda damgalamak yemeğe karşıttır. İlkin bölüm bütüne karşıt olduğundan. Sonra, daha derin olarak: sessiz ve ayıklamalı yaşam boşboğaz ve genel bir ölümsüzlüğe karşıt olduğundan. Bellek ve simge oluşturulan açıklığa dalıp giderler. Anlamlandırmak hayatta kalmaktır. Simge ertelenen ölümün simgesidir, çünkü o tercih edilmiş (daha zayıf) hayatın simgesidir. Bellek ve simge, yerleşir yerleşmez, genelliğin alanını kutsarlar. Vaat etmek, genelin içine girmektir, zafer ve mağlubiyet seçeneğini reddetmektir. Şu var ki, simgenin bütün paradoksu, kaçınılmaz olarak dile gelen bir izlenimin paradoksudur (mağlup yaşam intikamının hazırlığını yapar, kafasında evirir çevirir, kışkırtır, aklından hiç çıkarmaz bunu, kısacası değerlerini ortaya koyar), sese ya da söze dönüşen (“düşünce”, Nachdenken olarak intikam anlayışı) bir yapıtın, barışı ve geneli kutsayan korkunç ve özel bir acının, bir metne dönüşen bir parçanın ve bir belirtinin, bir tutarlığa yön veren bir sakatlamanın paradoksudur. Simgenin paradoksu (burada tümüyle tepkisel) Bios’u Logos’a dönüştürmesidir. Yaşamın görüntüsü, onun yorumudur. Kesin olarak ve her zaman, kökeni gereği bir kenardadır. Böylece düşünecek şey bulan, ebediyen “damgalar”la, ebediyen daha çok yenilgi ve nefretle beslenen genellik sürekli yoruma sürgün edilmiştir. Yorumların yorumu, Varlık’ın en son okunması olan metafizik mutlak mesafeyi, ilke olarak: tersine dönüklüğü (inversion) temsil eder. Bios tümüyle damgalarla ve en sert izlerle örtülmüş olduğu zaman, egemen olan intikam düşüncesidir: Nietzsche için metafizik budur yorum ötesi ve en üstün mantık. Kendi üzerine kapanan yorum “hakikat dünyası”nı oluşturur, yani, Putların Alacakaranlığı’nın masal dediği şeyi…

Nietzscheci antropolojinin anlamı budur. Onun görev tüzüğü böyledir. Soybilimcinin işi antropolojiye öykünmektir, “fikirler”le savaşan deneycinin ciddiyetiyle yapmaz bunu, bütün eylemlerimizin (tercihen, mümkün olan en “aşağılının) biricik nedeninin peşinde olan “İngiliz psikologlar” gibi değildir; inancı kışkırtmak ve rahatsız etmek, dağıtmak, kurguya ve masala karşı ikiyüzlünün anlayışını yerleştirmek niyetindedir…

Michel Guerin 
Kahraman
Sokrates Nietzsche
Dharma Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz