HUKUKUN ÇARESİZ KALDIĞI DURUMLAR – ULUĞ NUTKU

1

Bir seçmen iki yıl önce oyunu vererek seçtiği milletvekilinin bu süre içinde yöreye hiçbir yararı olmadığını, tersine, bir çıkar zincirine dolanarak sadece işbirlikçilik yaptığını anladı. Verdiği oyu geri almak istedi ve yüksek seçim kuruluyla meclis başkanlarına birer dilekçe yolladı. Hiçbir sonuç alamadı, çünkü seçmen için bir pişmanlık yasası yoktu. Bir dahaki seçimde oyunu dürüst birisine vermek için dikkatli olsa bile daha iki yıl ihale kurnazlıkları sürüp gidecekti. Hukuk tamamen çaresizdi.

Konuşmamın başlığını bir polemik başlatmak için değil, bir tartışma açmak için seçtim. Polemik tekyanlı eleştiridir ve her objektif çözümlemenin gereği olan sav ile karşı savın eşit tartılmasında terazinin bir kefesine önceden ağırlık koymaktır. “Hukukta çözümsüzlük yoktur, her sorun karara bağlanır” demek kadar, “hukuk insanlar arası ilişkilerde ortaya çıkan sorunlara çözüm bulamaz, çözüm yalnızca ethiktedir” demek de ethiğin hukuka öncelliğini uç noktaya götürmektir, tekyanlılıktır. Her iki sav mutlaklaştırmadır, ilişkiyi koparmadır; bu iki alanın teorik bakımdan kesişemeyeceğini, pratikte de bağdaşamayacağını öne sürmektir. Birincisi, hukukun mutlak çözümcülüğü savı, geçerlikteki yasaların da mutlak doğru olduğu anlamını içerdiğinden (aksi halde pratiği teoriden koparmış olurdu), kendi akılsallığını sınırsızlaştırır. Böylece ‘hukukçuluk’ baskısı kurulur, altında binbir çeşit oyun oynanır. İkincisi ise, ethik ilkelerin idealitesini kendi başına, gerçeklik içeriğinden yoksun bırakmaktır.

Soruyu “hukuk ne gibi durumlarda çözümsüzlüklerle karşılaşır?” şekline getirelim. Önce belirtmeli ki, hukuk mevcut anlaşmazlıkları kendi araçlarıyla çözmeyi amaçlar, fakat bununla bitmez. Hukukun aşkın amacı, gelecekte olabilecek anlaşmazlıklara şimdide çözüm aramaktır. Böyle hukuk salt pratik bir bilgi alanı olmaktan çıkar. Uygulama tekniğinin ve verilmiş biçimselliğin, yani yasaların ötesinde genelgeçer ilkelere ulaşma amacındadır. Bu bakışta hukuk ile ethik içiçe geçer; ilkelerde, ilkesel karar almalarda buluşur.

Hukuksal karar almanın önceden hazır araçlarına, yani yasalara rağmen, yasaların talebine aykırı karar, somut bir durumda adaleti gerçekleştirebilir. Adalet yasa ile değil, yasaya karşı gerçekleşmiş olur. Bu duruma örnekler hiç de ender değildir. Adaletsiz bir yasanın bu da ender değil mahkum ettiği bir insanın kaçması yahut kaçırılması adaletin geçerlikteki hukuka rağmen gerçekleşmesidir. Elbette bir yankesiciyi, dolandırıcıyı, bir katili kaçırmaktan söz etmiyorum. Ya bile bile bazı kimselerin çıkarlarını koruyan yasadan, ya da bazı kimseleri bilmeden mağdur eden çürük yasalardan söz ediyorum. Örneği ne olursa olsun, hukukun temel bir aporia’sı var: hukuka karşı adalet. Bu, “önce yasaları uygulamakla yükümlüyüz, sonra onları değiştirme yollan ararız” itaatkarlığıyla çözülemez; çünkü itaat bir insan hayatına kıyma ile sonuçlanabileceğinden, adalet idesini çiğnemiş olur. Geneli ilgilendiren üç örnek yeter.

1. Bir sismolog ve bir jeolog birlikte araştırma yaptılar. 1950’li yıllardan bu yana, bilinebilen yer altı ve su altı atom ve hidrojen bombası denemelerinin jeolojik tabakalara etkisini incelediler; yüksek sıcaklık ve şiddetli patlama yüzünden kırıkların (fay) çoğaldığım ve daha fazla hareketlendiğini saptadılar. Kazakistanda ’70’lerin başında yapılan bu tür denemelerin, bebeklerin boş kafataslarla doğmasına neden olması yanısıra, etkisinin 1975 ve 1976’da Çindeki depremlere kadar uzanabileceğini hesapladılar. Bilimin dürüstlüğü gereği hesap sormalıdırlar. Hangi yasal dayanakta kimden hesap soracaklar? O dönemdeki Sovyet ve Kazak hükümetlerinden mi? Nükleer sanayiden mi? Bunların fikir babası bilginlerden mi, onların önüne kemikten ödüller atan devletlerden mi? Hiçbirisi ortada yok. Ortaya çıkarılsalar bile hangi mahkeme davaya bakacak? Böyle bir davanın açılmasını hukuk olumsuzlamaz, ama hangi yasa/yasalar dahilinde karar verilecek? Hukuk çaresiz kaldı.

2. Bir kundura tamircisi dünya dinlerini merak etti, hepsini inceledi. Her dinin belli bir kültür çevresinden kaynaklandığı, bu nedenle tanrıların ve törelerin insan icadı olduğu sonucuna ulaştı. ‘Çağdaş Sofist’ diyebileceğimiz bu adam hiçbir dine bağlanmadı. Öldüğünde belli bir dinin töresine gömüleceğini biliyordu ve bunu istemiyordu. Kanısında tutarlı olduğundan, çözüm aradı. Hangi mezarlığa gömülecekti? Bütün tanrılara saygılıydı, ama kendi laik isteğini nasıl gerçekleştirecekti? Bir insan nasıl gömüleceğini seçmede özgür değil mi? Özgürse, bu tercihi uygulama araçları nerede, başvuracağı kuruluş nerede? Böyle bir isteğin hukuk dışı olduğunu hiçbir hukukçunu söyleyeceğini sanmıyorum. Öyleyse onlar da bu talebin gerçekleşme olanaklarını aramakla yükümlüdür; meslek bunu gerektirir. Kundura tamircisinin girişimi akim kaldı. Doğrusu, hukuk çaresiz kaldı.

3. Bir seçmen iki yıl önce oyunu vererek seçtiği milletvekilinin bu süre içinde yöreye hiçbir yararı olmadığını, tersine, bir çıkar zincirine dolanarak sadece işbirlikçilik yaptığını anladı. Verdiği oyu geri almak istedi ve yüksek seçim kuruluyla meclis başkanlarına birer dilekçe yolladı. Hiçbir sonuç alamadı, çünkü seçmen için bir pişmanlık yasası yoktu. Bir dahaki seçimde oyunu dürüst birisine vermek için dikkatli olsa bile daha iki yıl ihale kurnazlıkları sürüp gidecekti. Hukuk tamamen çaresizdi.

ALBERT CAMUS: İNSAN ACILARININ EN BÜYÜĞÜ YASASIZ YARGILANMAKTIR!

Böyle aykırı durumlarda çözüme, yasaların, hukuk kavramındaki geleceğe yönelik ve bireyi özgürleştirici çekirdeği taşımalarıyla ve korumalarıyla ulaşılır. Yasaların bu niteliğe ulaşabilmesi için, yasak oyucuların her durumda adalete duyarlı olmaları şarttır. Duyarsızların akıbeti çıkarcıların taşaronluğunu yapmaktan başka bir şey olamaz.

Hukuk bir bilimdir, episteme’si vardır. Bilim kişisi, düşüncesinin uygulamadaki etkilerinin doğuracağı zararları, güvendiği yararlar kadar önceden bilmekle sorumludur. Hukuk kişisi aynı sorumluluğu taşır.

Son olarak özgürlük üzerine birkaç söz. Günlük konuşmada çok kullandığımız ama felsefece açıklanması en zor kavram özgürlüktür. Özgürlük edimi daima geleceğe yöneliyor. Özgürleşme, süreci dile getirmek için daha iyi bir terim. Neden bazı insanlar özgürleştirici oluyorlar, bazıları da köreltici? Bu sorunun cevabım toplumsal koşullara yaslamak yetersiz; çünkü aynı toplumsal koşullar içinde yetişenler arasında büyük farklar oluyor, ters yönlere gidebiliyorlar. Özgür insan hem koşullara bağlı kalmıyor hem de koşullan değiştirebiliyor; koşullar yüzünden hayatım kaybetse de etkisi oluyor; başkaları bu etkiyi alıyor, kendi özgürleşmelerine katıyor. Özgürlük belirlenimi toplumsallığın hem içinde hem de yön ve biçim verme gücünde. Özgürlüksüz toplumlaşma anlamsız; bu sadece birbirinin aynısı olmak, insan sürüsü olmaktır. Özgürlük bundan daha fazla ki, daha üstün bir toplumsallaşmaya, uygarlaşmaya yol açıyor. Bunun kök nedenlerine inmemiz olanaksız. Özgürlüğün tarihsellik sırtında taşınmasına rağmen onun belirlenimi altına girmemesi, tarihin sırtından inip kendine yeni bir yol araması, temel özelliği. Böyle olmasa, kaybolurdu. Toplumsallık ve tarihsellik nedensel süreçlerdir. Özgürlük öyle değil. Öyle olmadığı için bir tepkiden, bir dirençten ibaret değil. Özgürlüğün, hiçbir baskı altında olmasa da kendiliğindenliği var. Kendiliğinden özgürleşmenin en üstün örneği sanatçı. Kendiliğinden özgürleşmenin ve yaratmanın nereden kaynaklandığını açıklayamayız. Çok çeşitli biçimlerde sanatça yaratmanın, hem de hep yeniden, hep başkayı yaratmanın nedensel bağlan üzerine hiçbir apriori kavrayışımız yok; oysa doğa ve toplum nedensellikleri üzerine apriori ipuçlarımız var.

İnsan hayatındaki bu belirsizlik aynı zamanda tükenmezliktir. Bilinmeyen geleceğe tükenmezcesine açık olmaktır. Açık olma olanağına bütün insanlar sahiptir. Olanak hamdır, işlenmesi herkesin kendine bağlıdır. İşleyen duyarlı yaşar ve yasaların üstündedir; işleyemeyen duyarsız yaşar, yasalarca yönetilir.


İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü Sistematik Felsefe ve Mantık Kürsüsünün düzenlediği “Hukuk ve Ethik” konulu sempozyumda konuşma. İstanbul, Ekim 1998.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz