Köprüler güzeldir, ama yıkarlar bazen – Cezmi Ersöz

Cezmi ErsözBen de o ölüsevicilerdenim. Köprüaltı’nın cenazesini kaldıracaklarını duyar duymaz soluğu hemen orada aldım. Baktım diğer ölüseviciler de orada. Fotoğraf makinesini kapan gelmiş, birbirlerine nostaljik pozlar veriyorlar. Çocuklarına anlatacakları plastik anıları birbirlerinden kopya çekiyorlar. Ama ben öyle değildim.
Köprüaltı’nın, bu isyankâr, bu hüzünlü, bu umutsuz, bu keyifli trenin o buruk ve küf kokusunu saygıyla içime çektim. Üstümüzden geçip giden şehrin ta kalbimize işleyen titreşimlerine bıraktım kendimi. Cenazeye saygıyla ve edebimle katıldım…

Aslında, umutsuzluk, bu hüzün, bu keyif treninin her köşesi, ayrı bir duygu ikliminde yaşar. Olimpiyat Restaurant’ta sakin sakin şaraplarını içen orta sınıf Avrupalılar Kemancı’daki nihilist coşkunun, cinnetin kıyısında gezinen sevincin farkına; bile varmazlar. Cansın’da çingene bir klarnetçinin çaldığı hüzünlü havayı katıksız birasına meze yapan amele, Arzu Birahanesinde çalan Avusturya İşçi Marşı’nı işitmez bile. Belki de Erzurum Kahvesinde nargilesinin fokurtularında anılarının saçlarını tarayan Denizyollarından emekli Rıfat Bey’in kızı ya da torunları Faruk Restaurant’ta balık ekmek yiyorlardır. Neşe Birahanesinde bakışma yüzünden arbede çıkar, Kemancı’da sevgililer doya doya öpüşürler. Karadeniz Restaurant’ta banka müdürleri yıldönümü yemeği yerlerken, Arzu Birahanesinde tuvaletlere “Biji Kurdistan” yazılır. Trenimiz sarsıla sarsıla ilerler geceye doğru…

1912’de yapıldıktan sonra uzun gelen, sonra kısaltılan, sonra yine uzatılan, batıp çıkan, iskeleleri unutulan Galata Köprüsü’nü mümkünü yok hayatımızdan çıkartacaklar. Bir daha asla sarsılarak, titreyerek bira içemeyeceğiz hiçbir köprü altında. O sarsıntılardaki zaman duygusunun bize dokunup geçişini yaşayamayacağız bir daha asla. Yeni köprünün gökyüzüne bile meydan okuyan dev kapağı şimdiden içimize korkular salıyor. Burjuvazi öfkemize, isyanımıza, çılgınlığımıza ve tevekkülümüze inat, oraya yaptı işe köprüsünü. Belki bu köprü sayesinde trafik rahatlayacak. Burada temiz, modern dükkânlar açılacak. Bu köprü daha aydınlık olacak. Ama bir şey olmayacak o köprüde. -Olsun demeyin, adını koyamadığımız o “şey” sayesinde sürdürüyoruz bu korkunç, can sıkıcı hayatı.

Bir tarih kolay mı kuruluyor? Kolay mı geçiliyor tarihten? Köprüaltı’nda birçoğumuzun sıcak parmak izleri var. Aşk acısı var. İntihar düşleri var. Yaşamın altına yaptığı yolculuklar var. Her halimizi bilir o. Küfüyle, kokusuyla büyüttü birçoğumuzu. O bütün pişmanlıklarımızı dubalarının gizli bölmelerinde saklar.

Takım elbiseli, kravatlı bir adam, sarhoşluğunun verdiği cesaretle bağırıyor bizlere: “Arkadaşlar. Yarın şarap şişelerimizi alıp, yola çıkalım, trafiği keselim. Köprüaltı kapatılamaz. Buna -izin vermeyelim!” Bu adam bankacıymış. Beynindeki teller belli ki kısa devre yapmış. Evine gitmeden önce Köprüaltı’nda soluklanır. Kravatını burada gevşetir. Bankada katılaşmaya yüz tutan ruhunu burada havalandırır. Ahmet Kaya’nın sıradan ve tecimsel duyarlılığına bile insan açık hisseder kendini. Öfkesini bilemek mi istiyor? İşte ona Enternasyonal Marşı… Ve Arzu Birahanesi’ndeyiz… Perşembe Pazarı’nda çalışanlar kendilerine mükellef bir sofra kurmuşlar. Tek dertleri buraya gelen akşamları 9’a kadar bira içen “asi” üniversite kızlarıyla tanışmak, yakınlaşmak. Masalar birleştiriliyor. Üniversiteli, hayalci kızlar, bu hayat adamlarının felsefi aforizmalarını ilgiyle dinliyorlar.
Ummügülsüm Rehberi adındaki iranlı bir kadının olan Erzurum Çayevi’nde hemen her gün kibar dalgıçların asla dalmadığı Haliç’e dalan dalgıç Kadir’le bir üniversiteli kız tavla oynuyor. Kendini sadece hapla iyi hisseden hapçı hamal, çayevinin renkli televizyonunda “Yalan Rüzgârı” adlı diziyi izliyor. Yaşlı, mütevekkil nargileciler çayevinin âdeta dekoru olmuşlar.

Televizyondaki haberleri bir Afrika belgeselini izler gibi izliyorlar. Yukardan arabalar geçiyor. Sarsılıyoruz. Zaman bizi şöyle yokluyor. Çişimiz geliyor. Tuvalete gidiyoruz. Tuvalet homurtularla, titremelerle sanki bize bir şey söylemek istiyor. Ve dünyanın en ucuz gülleri satılmaya başlıyor, Polaroid fotoğraf çeken genç adam sanki içine kapanık bir yönetmen. Bir başına dubaların, eski fıçıların arasında dolaşıyor. İlginç açılarını saptamaya çalışıyor Köprüaltı’nın…

İşte korsan mitingten gelenler zafer biralarını içiyorlar. Polis kimlik yoklaması yapmaya geliyor. Fıçıların başında bira içen sivillerle gizliden selamlaşıyorlar. Şili Marşı Venseremos çalıyor. Bir genç kendisinden ayrılan sevgilisinin gözlüğünü almış vermiyor, sevgilisinin yeni arkadaşı gelmiş gözlüğü geri istiyor. “Aşağılık herifi Rezil!” sesleri Yenicami’den yankılanan ezan seslerine karışıyor. Köprüaltı’nda akşam oluyor…. Köprü altı müdavimleri insan yutan caddelerden, bulvarlardan âdeta koşarak geliyorlar buraya. Burada kent onları görmezlikten geliyor. Ortodoks solcu liderler Köprüaltı’nın sempatizanlarına yasaklıyorlar. Gidenlerden özeleştiri isteniyor!.. Gruba alınacak öğrenci “bir kereliğine mahsus” Köprüaltı’na bira içmeye getiriliyor. Sezen Aksu, Özgürlük Yolu’ndan Kemal Burkay’ın, “Bir Kedim Bile Yok” adlı şiirini çığlık çığlığa söylüyor.
Artık en yalnız, en mutsuz, en devrimci, en âşık biziz. Uzun yol gemicileri “yabancılaşmayı” kendi dillerinden anlatıyorlar. Yeni köprünün gariban işçileri gece yolculuğuna çıkan bu heyecanlı, bu titrek, bu başıbozuk treni hayretle seyrediyorlar. Bir çıkış arayanların ilk durağı burada bir birahane oluyor. Thyssen Engineering GMBH firmasının kara vicdanlı vinçlerinin sesine o akşam evine gitmek istemeyen bir üniversiteli kızın annesiyle yaptığı telefon konuşmaları karışıyor: “Benim de bir hayatım yar anne!”

Avusturya İşçi Marşı’nı çalsa da Arzu’da ve yanındaki Ne-şe’de heyecana boyun eğici bir karamsarlık katılır sık sık. Masaların arasında halay çeken üniversiteliler vapur saatlerini tartışırlar. Hayat adamları kendi yalnızlıklarına hazırlanır yavaş yavaş. Alkol baygınlıkları geçirenlerin yüzleri şişe suyuyla son kez serinletilir. Oysa bir başka vagonda, Kemancı diye bir yer vardır ki, aile, iş, eğitim ideolojisi kesinlikle kapısından içeri giremez. Kendini buraya atan uçurum çocuklarının arasında garip bir kan bağı vardır sanki. Kan naklini bira bardaklanrıyla yaparlar. Hararet yükselir. Müziğin volümü gelecek olanı müjdeler. Hep bir ağızdan: “Gaddar Gaddar Zalim Gaddar” söylenir. Erkin Koray, Kemancı çocuklarının dünya ahret babasıdır. Danslar masaların üzerinde başlar. Haliç’ in bütün gizli kıyılarını dolaşır. Bardaklar kırılır, masalar devrilir, müziğin volümü arttıkça iletişim daha da artar! Köprüaltınm bu saatinde sarsıntı duyulmaz artık. Zamana meydan okunur. Kemancı’nın sahibi Zeki, aynı zamanda Kemancı’nın disk jokeyidir. R’leri söyleyemez, ama coşkulu gruplar onun bir el hareketiyle zamanın akışını değiştirirler. Yüz yıllık ağacını beklemesi için baykuşlara devreden, hayatın şairi Hüseyin Avni Dede, Kemancı çocuklarına neşe, coşku, muhabbet büyüsü yapar. Her türlü çılgınlık şerbettir artık. İçki bardakları hızdan tık nefes olur neredeyse. İçki servisinin yapıldığı tezgâhta: “İçki Kötülüklerin Anasıdır” yazılıdır. Eğer korkunç tempodan çok takarsanız duvardaki cankurtaran simitlerine sarılabilirsiniz! Yumuşak bir şeyler ararsanız, duvardaki Casablanka afişine bakabilirsiniz. Tuvalete gittiğinizde ait alta şunların yazıldığını görürsünüz: “Burada bütün herkesi seviyorum.” “Hepiniz çürümüşsünüz be!” Tek bacaklı güzel bir kız regi dansı yapar ortalık yerde. Charlie Parker gizli gizli göz kırpar bu cinnet çocuklarına. Bekçiler Kemancı’nın en “mahcup” çocuğu delifişek şair küçük iskender’dir, gerisini siz düşünün. En fazla bir şeylere kızar, bir masanın üzerine çıkıp sorar: “Meyve vermeyen tek ağaç hangisidir?” Herkes bir ağızdan yanıtlar onu: “Darağacı!”

Tabii nasıl görmek isterseniz öyle görürsünüz Köprüaltı’nı. Ama anlatılmadan geçilmeyecek şeyler de vardır. Arzu Birahanesi’nin sahipleri sopalarla Kemancı’yı basarlar. Mafyalar arası bir hesaplaşma mıdır bu? Arzu Birahanesi’nin sahibi kazandığı paralarla bir kumarhane açar. Vagonlar arasındaki esrar, eroin ticareti bir başka yüzüdür trenin. Tanıdığım en saygılı, en mahcup Köprüaltı insanı Tamer, bir gece eroin krizinden dünyaya “siktir çekerek” ölür, Narkotikçi siviller, Köprüaltı’ndaki mesailerini uzatırlar. Pislik, umutsuzluk, ölçüsüzlük, iğrençlik, isyan, derbederlik, uyumsuzluk bu trenin paramparça pencerelerinden yüzlerini sırayla gösterirler. Yorgun, hırpalanmış garsonlar, tesellisiz hınçlarını bira fıçılarından alırlar. Hapisten çıkanların iyimserliği çabuk tükenir burada. Siz bir köşede sızıp uyuduğunuzda köprü sessizce açılıp, kapanır. Yeni titremeler, sarsılmalarla gün başlar!..

Ben de bir ölüseviciyim. Ama saygılı bir tavırla gittim Köprüaltı’nın cenaze törenine. O buruk, o bozuk, o küf kokusunu saygıyla içime çektim, sarsıntılarına kendimi bıraktım. Gözlerim dolmadı. Zaten ağlayıp gitmişim oraya.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz