İntihar Üzerine: “Yalnızca tüccarlar maske takınaksızın dolaşırlar” – Arthur Schopenhauer

334

Schopenhauerİntihar etmeye çalıştığı için bir kimse cezalandırılırsa, cezalandırılan şey onun beceriksizliğinden kaynaklanan başarısızlıktır!

Görebildiğim kadarıyla  -Yahudilik gibi- tektanrıcı dinlerin mensupları intiharı bir suç olarak görmektedirler. Gerek Yeni gerekse Eski Ahit’te bu konuda bir yasaklama, hatta tasvip edilmediğine dair açık bir işaret bulunmadığı anlaşıldığında bu durum daha da çarpıcı hale gelir; dolayısıyla din muallimleri intiharı mahkûm ederken kendi felsefi görüşlerine dayanmak zorundalar; ne var ki bunlar o kadar kaba ve temelsizdir ki delillerinin çürüklüğünü fiile duydukları tiksintiyi güçlü biçimde ifade ederek – bir başka deyişle onun hakkında kaba ve tahkir edici sözler sarf ederek dengelemeye çalışırlar:

İntiharın tasavvur edilebilecek en büyük korkaklık ürünü bir fiil olduğunu, sadece bir çılgın ya da kaçık için mümkün olabileceğini ve buna benzer daha bir sürü saçma şey söylerler; ya da dünyada bir kimsenin kendi şahsı ve hayatı üzerinde olduğu kadar başka hiçbir şeyin üzerinde tartışmasız bir hakka sahip olmadığı apaçık bir gerçek olduğu halde, bunun “yanlış” olduğunu söyleyerek mutlak manada anlamsız bir ifade kullanırlar.

Hatta intihar, söylendiği gibi, bir suç olarak kabul edilir. Ve bilhassa dar kafalı, tutucu İngiltere’de onursuzca gömülmeyi ve malların müsaderesini getirir; ve bu yüzden bir intihar davasında jüri neredeyse her zaman delilik kararına varır. Bırakalım bu meseleyi insanların ahlaki duyguları bir karara bağlasın. Bir dostun bir suç işlediği, sözgelimi bir cinayet, gaddarca veya düzenbazca bir fiil işlediği, ya da hırsızlık yaptığı haberinin insanın üzerinde bırakacağı tesirle aynı kişinin kendi iradesiyle kendi hayatına son verdiği haberinin tesirini karşılaştırın. İlk türden haberler şiddetli bir öfke, en büyük hoşnutsuzluk ve cezalandırma ya da intikam alma arzusu uyandırırken, ikinci tür haberler bizi üzüntü ve kedere boğar, içimizde acıma ve paylaşım duygularını depreştirir; ayrıca çoğu kez ahlaken tasvip etmemekten çok -ki kötü bir fiilin hemen ardından kendiliğinden uyanır- cesareti için bir hayranlık duygusu oluşur içimizde. Kimin tanıdığı, dostu, akrabası yoktur ki içlerinden biri bu dünyayı kendi iradesiyle terk etmemiş olsun? Ve biz onları suçlular gibi büyük korku ve dehşetle mi düşüneceğiz? Fiego ac pernegol  (İtalyanca: Hayır derim, kesinlikle hayır.)  Tersine ben o kanaatteyim ki yetkilerini, çoğu kimsenin takdir edip yücelttiği ve bizim de en azından içimiz-de acıma ve paylaşım duygularını uyandıran bir fiili -kürsüden yahut yazılarıyla- bir suç olarak damgalamak için kullandıkları ve kendi özgür iradeleriyle bu dünyayı terk etmiş olanları onuruyla gömülmekten mahrum ettikleri için rahip zümresine mutlaka meydan okunmalıdır. İntiharı mahkûm etme kararlarını meşrulaştırmak için Kitabı Mukaddes’e başvuramazlar, hatta geçerli herhangi bir felsefi argüman da ileri süremezler; söyleyebilecekleri biz böyle istiyoruzdan öteye geçmez; sadece içi boş ifadeler ya da kötüye kullanılan sözcükler, ki bunları kabul edemeyiz. Eğer ceza kanunu intiharı yasaklıyorsa, bu kilise için geçerli bir argüman olamaz; ayrıca bu yasaklama da fevkalade saçma ve gülünçtür, zira ölümü seçen birini hangi ceza yıldırabilir ki? İntihar etmeye çalıştığı için bir kimse cezalandırılırsa, cezalandırılan şey onun beceriksizliğinden kaynaklanan başarısızlıktır.

Eskiler de meseleyi bu şekilde görmekten oldukça uzaktılar. Plinius der ki: 
“Hayat her ne pahasına olursa olsun uzatılacak kadar arzulanabilir bir şey değildir. Kim olursanız olun, eninde sonunda öleceksiniz, hatta hayatınız alçakça hareketler ve suçlarla dolu olsa bile. Müşkül vaziyetteki bir ruh için çarelerin en başta geleni tabiatın insana bah-şettiği saadetler içerisinde ölüm Fırsatından daha büyüğünün olmadığı hissidir; ve onun en iyisi herkesin ondan kendi istediği şekilde yararlanabilmesidir.”

Ve eski zamanların kahramanlarının ve bilge adamlarının çoğu, hayatlarını kendi özgür iradeleriyle sona erdirmişlerdir. Doğrudur, Aristoteles “İntihar şahsa karşı olmasa bile devlete karşı bir suçtur,” der (riikho-makhos’a Etik, v. 15.); fakat Stobaeus Peripatetiklerin etiği üzerine yazdığı risalede şu cümleyi alıntılar:

“Tanrı için bile her şey mümkün değildir; çünkü eğer istemiş olsaydı kendi ölümü hakkında bir karar veremezdi; ve yeryüzündeki hayatımızın bütün mutsuzluklarına karşın yine de bu onun insanlara armağanlarının en iyisidir.”

“İyi insan talihsizlikleri tahammül edilemeyecek kadar büyüdüğünde hayatı terk eder; kötü insan da ziyadesiyle müreffeh ve muzaffer anında.”

Hatta Stoacıların bile intihan soylu ve kahramanca bir eylem olarak övdüklerini görüyoruz, bu yüzlerce pasajla, özellikle Seneca’nın eserlerindekilerle desteklenir. Ayrıca Hinduların intihara çoğu kez dini bir eylem olarak baktıkları, sözgelimi dulların kendilerini Jagan-natha’nın arabasının tekerlekleri altına veya Ganj’daki timsahlara, ya da tapınaklardaki kutsal sarnıçlara vs. atarak kurban etmeleri de yine pek iyi bilinen bir gerçektir. Hayatın aynası sahnede de aynıdır. Sözgelimi ünlü bir Çin oyununda -L’Orphelin de la Chine- neredeyse bütün soylu karakterler intiharla hayatlarına son verirler, hiçbir yerde seyirciye bir suç işlediklerini belli etmeden ya da böyle bir imada bulunmadan. Aslında durum bizim sahnemizde de farklı değildir, sözgelimi (Goethe’nin) Mahomet{m)deki baş karakterlerden biri Sophokles der ki:

“Dolayısıyla o evlenecek, çoluk çocuk sahibi olacak ve devlet işlerine iştirak edecek ve genellikle hayatını büyük beceri ve yetenekle koruyacaktır ve eğer yine, ihtiyaç duyulduğunda ve mecburiyetin onu zorladığı herhangi bir zamanda, bütün bunları terk edip mezardaki sığınağına çekilmesini bilecektir.”

Hamlet’in monologu bir suçlunun düşünceleri midir? O sadece dünyanın durumunu düşündükten sonra, eğer sonumuzun bu suretle kesinkes geleceğinden emin ol-muş olsaydık, ölümün kesinlikle tercih edilebilir olacağını dile getirir. Ne var ki tektanrıcı dinlerin, yani Yahudiliğin rahip zümresinin intihara karşı, düşünmeden ileri sürdüğü argümanlar ve esas önemlisi bunları benimsemiş olan filozoflarınki kolaylıkla çürütülebilecek safsatalardır. Hume, bunların çürüklüklerini ve içerdiği çelişkileri On Suicide isimli denemesinde eksiksiz biçimde göstermiştir, ki sözü edilen deneme ölümüne kadar yayınlanmamış ve yayınlandıktan sonra da İngiltere’deki bağnazlık ve kaba kilise zor-balığınca hiç vakit kaybedilmeden yasaklanmıştır. Dolayısıyla ancak birkaç nüshası, o da el altından, oldukça yüksek bir fiyata satılmıştır. Ve bu büyük adamın bu ve diğer incelemesi şöyledir: İntihar en yüksek ahlaki hedefe erişmekten alıkoyar, çünkü o bu sefalet ve mutsuzluk dünyasından gerçek kurtuluşun yerine sadece zahiren öyle görünen bir kurtuluşu koyar. Fakat bir hata ile bir suç arasında büyük bir fark vardır ve Hıristiyan ruhban sınıfı onu bir suç olarak damgalamak istemektedir.

Hıristiyanlığın en iç hakikati ıstırabın (Haç) hayatın gerçek amacı olduğudur; bu amacı baltaladığı için intiharı mahkûm eder, halbuki eski dünyada daha aşağı bir zaviyeden onaylanır, hatta yüceltilirdi. Ne var ki intihara karşı ileri sürülen bu delil çileci bir argüman değildir ve ancak Avrupa’daki ahlak filozofları tarafından bu zamana kadar benimsenmiş olandan daha yüksek bir ahlaki bakış açısından geçerlidir. Ama eğer bu yüksek bakış açısından aşağıya inersek intiharı mahkûm etmek için artık geçerli bir ahlaki gerekçemiz kalmaz. Tektanrıcı dinlerin mensuplarının intihara saldırırken takındıkları bu görülmedik derecede gayretkeş tutum ne Kitabı Mukaddes tarafından, ne de geçerli herhangi bir argüman tarafından desteklenir; dolayısıyla onların bu gayretlerinin sanki gizli bir saik tarafından harekete geçirilmesi gerekir gibi bir izlenim doğar. Bir kimsenin hayatından kendi özgür iradesiyle vazgeçmesi panta kala Han demiş olan birisine kötü bir karşılıktır, öyle mi? Böyle bir şey olabilir mi? Eğer böyle ise -onun tarafından kınanmaktan kurtulmak için intiharı mahkûm eden- bu dinlerin ortodoks iyimserliğinin bir başka misali olurdu bu.

* * *

Kural olarak hayatın korkulan ölümün saldığı ürpertilerden ağır basar basmaz bir insanın kendi arzusuyla hayatına son verdiği görülür. Ne var ki ölümün korkularının mukavemeti hatırı sayılır boyutlardadır; onlar deyiş yerindeyse hayatın dışına çıkaran kapının önünde nöbetçiler gibi dikilir. Eğer bu son, bütünüyle menfi bir şey, hayatın ansızın sona ermesi, birdenbire varoluştan kesilme olmuş olsaydı, belki de yaşayan her insan çoktan hayatını kendi isteğiyle sona erdirmiş olurdu. Fakat bu sonda müspet bir şey, yani bedenin yok olup gitmesi söz konusudur. Ve bu, bir insanı sırf bedensel yaşama iradesinin tezahürü olduğu için ürkütür.

Bu arada kural olarak bu nöbetçilerle savaş öyle uzaktan görüldüğü kadar güç ve çetin değildir; öncelikle ruhsal ıstırapla bedensel acı arasındaki çatışma nedeniyle. Sözgelimi büyük bir bedensel acıya uğramışsak ya da bu acı uzun zaman bizden ayrılmayacaksa, diğer bütün sıkıntılara karşı kayıtsızlaşırız: en çok arzu ettiğimiz şey sıhhate kavuşmaktır. Benzer şekilde büyük bir ruhsal ıstırap bizi bedenimizdeki acıya karşı duyarsız halegetirir: onu hakir görürüz. Hatta diğerine ağır basarsa, düşüncelerimizi dağıtır ve onu ruhsal ıstırabımıza bir sekte, bir teneffüs olarak hoş karşılarız. Dolayısıyla bu intiharı kolaylaştırır; çünkü ona eşlik eden bedendeki acı aşın ruhsal ıstırabın cenderesinde kıvranan birinin gözünde bütün önemini kaybeder. Bu tamamıyla marazi ve uyumsuz bir hissiyatla intihara sürüklenmiş kimselerin durumunda bilhassa aşikârdır. Hissiyatlarının üstesinden gelmek için özel bir çaba gerekli değildir; onu püskürtmeleri de gerekli değildir, fakat onları nezaret altında tutan bakıcı iki dakika yalnız bıraksa hemen hayatlarına son vereceklerdir. Korkunç, kâbus gibi bir rüyada ruhsal gerilimin en yüksek noktasına ulaştığımızda, dehşet bizi uyandırır, gecenin bütün canavarları dağılır. Aynı şey, hayat düşünde de olur, dehşetin en azami haddi bizi ondan ayrılmaya zorlar.

* * *

İntihar bir tecrübe, insanın tabiata sorduğu ve cevaplamaya zorladığı bir soru olarak da görülebilir. Sorulan şudur: İnsanın varoluşunda ve şeylerin doğasına dair kavrayışında ölüm nasıl bir değişiklik meydana getirir? Takat bu yapılacak beceriksizce bir tecrübedir; çünkü cevabı bekleyen bilincin kendisini ortadan kaldırır.

Maddi dünyanın gerçekleri çok fazla harici önem taşıyabilir, fakat söz konusu olan deruni anlam ise bu bakımdan hiçbir kıymeti harbiyeleri yoktur. Bu sonuncusu özellikle zihinsel ve ahlaki dünyaya ait gerçeklerin ayrıcalığıdır, ki temel fikir olarak içlerinde en yüksek aşamaları itibariyle iradenin nesnelleşmesini barındırırlar, halbuki maddi gerçekler en aşağı merhalesi itibariyle onunla ilgilidir. Sözgelimi şimdiye kadar safi bir tahminden ibaret olan şeyin hakikatini, yani ekvatorda termoelektriği (ısıl elektriği) güneşin meydana getirdiği, bunun küresel çekimi (yahut manyetizmayı) ortaya çıkardığı, keza bu çekim gücünün de aurora borealism nedeni olduğunu tespit edebilseydik, bütün bunlar haricen büyük önemi olan, fakat deruni bakımdan hiçbir anlamı olmayan gerçeklerden öteye gitmezdi. Diğer taraftan deruni anlamı olan misaller, sadece bütün büyük ve hakiki felsefe sistemlerince değil; her güzel tragedyanın felaketiyle, hatta ahlaki ve gayrı ahlaki en uç açılımları itibariyle insan davranışının, dolayısıyla onun iyi ve kötü karakterinin gözlemlenmesiyle ortaya çıkarılır. Çünkü bütün bunların hepsinde dünya olarak gözle görülür şekilde biçimlenen hakiki öz açığa çıkar ve nesnelleşmeşinin en yüksek aşamasında en iç tabiatını gün ışığına çıkarır.

* * *

Dünyanın sadece maddi bir anlamı olduğunu ve manevi-ahlaki anlamının bulunmadığını söylemek, bütün yanlışların en büyüğü ve en tehlikelisi, en büyük ve en temel gaf, gerçek ruh ve mizaç sapkınlığıdır. Aslında bu hiç kuşku yok dinlerin Deccal biçiminde kişileştirdiği eğilimdir. Bununla beraber bütün dinlere karşın -ve bunların her biri bunun tam tersini ileri süren ve kendi usullerince bunu tesis etmeye çalışan sistemlerdir- bu temel hatanın, bu en büyük yanlışın hiçbir zaman kökü kazınmaz, fakat evrensel öfke kendisini bir kez daha saklanmaya zorlaymcaya kadar, zaman zaman başını kaldırır.

Ne var ki hayatın ve dünyanın manevi-ahlaki anlamını ne kadar kesin biçimde hissedersek hissedelim, onu açıklayıp misallerle anlaşılır hale getirmek, bu anlamla var olduğu haliyle dünya arasındaki çelişkiyi çözmek, içinde çok büyük güçlüklen barındıran bir iştir; hakikaten o kadar büyük bir iştir ki, bana her yerde ve her zaman etkin olan ahlakın, yol açtığı sonuçlarla birlikte, hakiki ve tek gerçek ve sağlam temelini gözler önüne sermekten başka bir yol bırakmamıştır. Ahlakın aktüel gerçekleri, başka herhangi bir tez ya da iddianın benim ortaya koyduğum teorinin yerini alabileceğinden veya onu alt edebileceğinden çekinmeme neden olmayacak kadar benim yanımdadır.

Ne var ki benim ahlak sistemim profesörlerin dünyasında sürgit göz ardı edildikçe Kant’ın ahlak ilkesi üniversitelerde geçerliliğini koruyacaktır. Bu ilkenin muhtelif biçimleri içerisinde şimdilerde en gözde olanı “İnsan Vakarındır (L. hominis dignitate). Bu öğretinin sığlığını daha önce Ahlakın Temeli’nde gözler önüne sermiştim. Dolayısıyla burada sadece insanın bu sözde vakarının neye dayandığı üzerine bir soru sorulmuş olsaydı eğer çok fazla tereddüt edilmeden verilecek cevap, ahlakı üzerine dayandığı olurdu herhalde; burada bu kadarıyla yetineceğim. Bir başka söyleyişle insanın ahlakı bu hesaba göre vakan üzerine, vakan da yine ahlakı üzerine oturur.

Fakat bir kısır döngü içerisinde dönüp duran böyle bir akıl yürütme tarzını bir tarafa bıraksak bile, bana öyle görünüyor ki insan vakan gibi bir tasavvur, iradesi insan gibi günahkâr, aklı insan kadar sınırlı, bedeni insan kadar zayıf ve kırılgan olan bir varlık için ancak ironik bir anlama sahip olabilecektir. Rahme düşmesi bir suç, doğumu bir ceza, hayatı bir meşakkat ve ölümü bir gereklilik iken insan nasıl vakur bir varlık olacaktır?

Arthur Schopenhauer
Kaynak: Hayatım Anlamı

 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz