KAFKA’DAN BABASINA: HASTAYKEN BENİ RAHATSIZ ETMEMEK İÇİN ELİNLE SELAMLADIĞINDA AĞLARDIM

Sözgelimi  (…)annemin ağır bir hastalığında kitaplığa tutunmuş, sarsılarak ağlarken ya da benim son hastalığım sırasında sessizce bana, Ottla’nın odasına geldiğinde, eşikte durup yatakta beni görmek için boynunu uzattığında ve beni rahatsız etmemek için yalnızca elinle selamladığında. Böyle zamanlarda uzanır ve mutluluktan ağlardım.

Beni doğrudan ve apaçık hakaret sözcükleriyle azarladığını hatırlamıyorum. Buna gerek de yoktu. Başka bir sürü aracın vardı zaten, ayrıca evdeki ve özellikle de işyerindeki konuşmalarda başkalarına yönelik o kadar çok hakaret uçuşurdu ki çevremde, bunlar küçük bir oğlan olarak beni neredeyse uyuştururdu ve bu hakaretleri bir de kendi üzerime çekmeme hiç gerek kalmazdı, çünkü hakaret ettiğin insanlar kesinlikle benden daha kötü değillerdi ve senin onlardan duyduğun hoşnutsuzluk kesinlikle benim verdiğimden daha büyük olamazdı. Ve burada yine senin o gizemli masumiyetin ve dokunulmazlığın ortaya çıkardı; herhangi bir kaygı duymaksızın hakaret ederdin, evet, ve hakareti başkalarında mahkûm eder ve yasaklardın.

Hakareti gözdağı vererek güçlendirirdin ve bu, artık benim için de geçerliydi. Sözgelimi şu bana korkunç gelirdi: “Seni balık gibi parçalarım”, bunun ardından kötü bir şey gelmeyeceğini bilmeme rağmen (tabii küçük bir çocukken bilmiyordum bunu); ama bunu bile yapabilecek durumda olman, senin gücüne ilişkin kurgularımla neredeyse örtüşüyordu. Senin birini yakalamak üzere bağırarak masanın çevresinde koşturman, yakalamayı besbelli hiç istemediğin halde, istermiş gibi davranman ve annemin sonunda o kişiyi sözümona kurtarması da bana korkunç gelirdi. Bir kez daha hayatını senin lütfun sayesinde kurtardığını sanırdı çocuk ve bu hayatı senin hak edilmemiş bir armağanın olarak sürdürürdü. İtaatsizliğin sonuçlarına ilişkin tehditler de böyleydi. Senin hoşuna gitmeyen bir şey yapmaya başladığımda ve sen bana başarısızlığa uğrayacağımı söyleyerek gözdağı verdiğinde, senin fikrine duyduğum saygının derinliği, belki daha ilerdeki bir zaman için bile olsa, başarısızlığı kaçınılmaz kılardı. Kendi eylemime duyduğum güveni kaybettim. Sebatsız, kararsızdım. Yaşım ilerledikçe, değersizliğimin kanıtı olarak karşıma çıkarabildiğin örnekler de arttı, giderek belli bir açıdan gerçekten de haklı çıktın. Bir kez daha, yalnızca senin yüzünden böyle olduğumu iddia etmekten kaçınıyorum; sen yalnızca olan bir şeyi güçlendirdin, ama aşırı güçlendirdin, çünkü benim karşımda çok güçlüydün ve tüm bu gücünü kullandın.

İstihza yoluyla eğitmeye özel bir güven duyardın; benim üzerimdeki üstünlüğüne en uygun düşeni de buydu. Bir uyarı sende genellikle şöyle bir biçim alırdı: “Şunu şöyle şöyle yapamaz mısın? Ama herhalde bu kadarı da fazla gelir sana. Buna vaktin yoktur tabii” ve buna benzer şeyler. Bu türden her soruya kötücül bir gülüş ve öfkeli bir yüz ifadesi eşlik ederdi. İnsan, herhangi bir şeyi yanlış yapmış olduğunu bile anlamadan, bir anlamda cezalandırılmış olurdu. İnsana üçüncü kişi gibi davranıldığı, yani kötü bir söze bile muhatap sayılmadığınız o paylanmalar da kışkırtıcıydı; yani biçimsel olarak annemle, ama aslında yanında oturan benimle konuştuğun durumlar, sözgelimi: “Sayın oğlumuzdan bunu bekleyemeyiz tabii” vb. (Ardından bu oyun da, annem yanında olduğu zaman, sözgelimi cesaret edemediğim ve sonraları alışkanlık sonucu aklımdan bile geçirmediğim için, soruyu doğrudan sana sormamam biçiminde bir karşılık buldu. Seninle ilgili soruları, yanında oturan anneye sormak çocuk açısından çok daha tehlikesizdi; anneye, “Babam nasıl?” diye soruluyordu ve böylelikle kötü sürprizlere karşı korunulmuş oluyordu.) En beter istihzanın da güçlü bir onayla karşılandığı durumlar da vardı tabii, eğer bu bir başkasına, sözgelimi beni yıllarca kızdıran Elli’ye yönelik olursa. Onun hakkında neredeyse her yemekte, “Masadan on metre uzakta oturmak zorunda, bu şişko hatun,” gibisinden şeyler söylemen ve ardından kendi iskemlende en küçük bir dostluk ya da neşe belirtisi göstermeden, tersine Elli’nin oturuşunun senin zevkine göre nasıl alabildiğine itici olduğunu amansız bir düşman gibi, abartarak taklit etmeye çalışman, benim için bir kötülük ve haince bir sevinç şöleniydi. Bu ve buna benzer şeyler ne kadar sık tekrarlandı ve gerçekte bu sayede ne kadar az şey elde ettin. Sanıyorum ki, bunun nedeni öfke ve kızgınlık patlamasının, meselenin kendisiyle doğru bir ilişki içinde bulunuyor gibi görünmemesiydi; insan bu öfkenin masadan uzakta oturmak gibi bir ayrıntıdan kaynaklandığına inanmıyor, tüm azametiyle baştan beri orada olduğu ve patlamak için yalnızca rastlantısal olarak bu meseleyi bahane ettiği duygusuna kapılıyordu. Her durumda bir bahane bulunacağından kuşku duymadığımız için, kendimizi toparlamaya özel bir çaba göstermiyorduk, ayrıca insan biteviye sürüp giden tehditler karşısında kayıtsızlaşıyordu da; zaten dayak yemeyeceğimizden giderek neredeyse emin olmuştuk. Daima kaçışı, çoğunlukla da içsel bir kaçışı düşünen, somurtkan, dikkatsiz, itaatsiz çocuklar olduk. Sen böyle acı çektin, biz böyle çektik. Çocuğu ilk seferinde cehennemî düşüncelere sürüklemiş olan o sıkılı dişlerin ve gırtlaktan gülüşünle, zehir zemberek, “Ne cemiyet ama!” derken (daha yakınlarda İstanbul’dan gelen bir mektup yüzünden dediğin gibi) kendi bakış açından tamamen haklıydın.

Uluorta kendi halinden yakınman, ki çok sık olurdu bu, çocukların karşısındaki bu konumunla hiç bağdaşır görünmezdi. Çocukken buna karşı hiçbir duygu hissetmediğimi (sonraları hissettim tabii) ve senin nasıl olup da duygudaşlık beklediğini anlamadığımı itiraf ediyorum. Sen her bakımdan bir dev gibiydin; bizim duygudaşlığımızdan ya da dahası yardımımızdan ne yarar umabilirdin? Aslında böyle bir yardıma tepeden bakman beklenirdi, çoğu zaman bize de baktığın gibi. Bu yüzden yakınmalarına inanmaz ve bunların ardında gizli bir niyet arardım. Senin çocukların yüzünden gerçekten de çok üzüldüğünü ancak sonraları kavradım, ama yakınmalarının farklı koşullar altında henüz çocuksu, kaygısız, her yardıma hazır bir duyarlılığı etkileyebileceği dönemlerde, bana yine yalnızca fazlasıyla bariz eğitme ve onur kırma yöntemleri gibi göründü bunlar; bu açıdan aslında çok güçlü değillerdi, ama çocuğu, tam da ciddiye alması gereken şeyleri fazla ciddiye almamaya alıştıran zararlı bir yan etkileri oldu.

Ancak ne mutlu ki, bunun istisnaları da vardı, çoğunlukla sessizce acı çektiğin ve içindeki sevgi ve iyiliğin kendi güçleriyle karşılarına çıkan her şeyin üstesinden gelip etkilerini dolaysızca gösterdikleri zamanlarda. Ama böylesi durumlar seyrek, ancak olağanüstüydü. Sözgelimi eskiden sıcak yaz öğlenlerinde, yemekten sonra seni dükkânda, bir dirseğin tezgâha dayalı yorgunlukla biraz kestirirken gördüğümde ya da pazarları koşturmaktan bitkin bir halde yanımıza, yazlığa geldiğinde ya da annemin ağır bir hastalığında kitaplığa tutunmuş, sarsılarak ağlarken ya da benim son hastalığım sırasında sessizce bana, Ottla’nın odasına geldiğinde, eşikte durup yatakta beni görmek için boynunu uzattığında ve beni rahatsız etmemek için yalnızca elinle selamladığında. Böyle zamanlarda uzanır ve mutluluktan ağlardım ve şimdi bunları yazarken yine ağlıyorum.
Senin çok seyrek görülen, özellikle güzel, sessiz, hoşnut, olumlayıcı bir gülümseme tarzın da vardır ki, yöneldiği kişiyi çok mutlu edebilir. Çocukluğumda bu gülümsemelerden payımı aldığımı çok açık bir biçimde hatırlayamıyorum, ama almış olmalıyım, çünkü sana henüz masum göründüğüm ve senin büyük umudun olduğum bir zamanda bunu benden niye esirgemiş olasın ki? Ayrıca bu tür dostça izlenimler de, uzun vadede suçluluk bilincimi derinleştirmek ve dünyayı benim açımdan daha da anlaşılmaz kılmak dışında bir sonuç vermedi.

Kaynak: Babaya Mektup
Çevirmen: Cemal Ener, Can Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz