İtalyan Akademisyen, Seyyah Sestini’nin 18 Yüzyıl Diyarbakır Gözlemleri

18.  Asırda Diyarbakır’ı  ziyaret eden İtalyan Akademisyen Sestini,  gözlemlerini “Dicle Ve Fırat’tan Geçerek İstanbul’dan Bassora’ya Yolculuk, 1781, ve 1782’de”  adlı seyhatnamesinde toplamıştır. Şehrin genel yapısından gündelik yaşama kadar gördüklerini uzun uzun yazıya döken seyyah,  aktardıklarının bir kısmının duyumlara dayalı olmasından dolayı tarihi belgelerle çelişse de genelde gördüklerini bire bir kaleme almıştır.
Günümüzde Kürt meselesi üzerinden özerklik tartışıla dursun 230 küsür yıl önce Setsini: “Bu bölge beş yönetime ve on sekiz beyliğe ayrılmıştır, her beyliğe bir bey veya Kürt prensi hükmediyor; bu prensler ne hükümdarlarının kendilerine unvan vermesine ne de beyin kendilerini tahta çıkarıp indirmesine izin veriyorlardı.” Demiştir.

Şehrin Şekli Sandalı Andırıyordu

…Dağlar geride kalmıştı ve iki ayrı yön takip ediyordu. Şehrin çevresi yedi bin metre ediyor ve şekli de sandalı andırıyordu; Dicle nehri Diyarbekir’in aşağısında yakın bir yerden geçmekteydi.

Kale, şehrin surlarına eklenmişti; volkan oluşumundan kaynaklanan büyük bir uçurumun üzerinde bulunuyordu.

Diyarbekir yani Bekir’in memleketi ismi, İranlılara göre orayı fetheden bir Arab’ın adından gelmektedir. Bu eyalet, Dicle’nin iki yamacına yayılmaktadır. Eski başkenti Meyafarikin’di: Bu bölge beş yönetime ve on sekiz beyliğe ayrılmıştır, her beyliğe bir bey veya Kürt prensi hükmediyor; bu prensler ne hükümdarlarının kendilerine unvan vermesine ne de beyin kendilerini tahta çıkarıp indirmesine izin veriyorlardı.

Eskiden bu şehre Amid kalesi dendiği söyleniyor; rivayetlere göre bu ismin kökeninde onu inşa eden bir prensesin adı bulunmaktadır. İşte bu memleketin geleneği böyle: Ama sanırım Amid onun antik adıdır; İncil’de de geçiyor; Pline, Dicle’nin alt kısmı Carcathiocerta ve üst kısmı da Tigranocerta adını taşıdığını söyler.

Diyarbakır’da, Türkler, Ermeniler, Jacobitler, Suriyeliler, Kaldaniler, Yunanlılar ve Kürtler yaşıyor. Orada Türkçe, Arapça, Kürtçe, Ermenice ve Kaldeence konuşuluyor.

İtalyanca konuşan on veya on iki kişi bulunuyor; Fransızca’yı ise Saint-François’da iki rahip biliyor. Şu anki nüfusunun elli binden fazla olduğunu düşünmüyorum. Bana söylenenlere göre nüfus 1756 yılında dört yüz bin kişiydi. Fakat 1757 yılında çekirgeler her şeyi kırıp geçmiş ve bu olaydan sonra büyük bir kıtlık baş göstermişti; bunun üzerine de büyük bir salgın bölge halkının dörtte birini alıp götürmüştü.

…Saint-Jean kilisesi, camiye dönüştürülmüştür; büyük bir avlusu var; sahnı ve revak iyi muhafaza edilmiş. Birkaç han, hamam ve pazar var; su bol ve yazın buz eksik olmuyor. Kuyumcuların dükkanları hoş ve çok sayıda…

…Georges-Michel, Katolik bir Ermenidir; ilerlemiş yaşta ve çok iyi İtalyanca konuşan birisidir. Uzun zaman Florence’da kalmış. Benim için ana dilimde konuşmak son derece hoş bir şeydi. Fransızca burada evrensel dil olma özelliğini yitirmiştir. Hemen hemen kimse bu dili bilmiyor ve biraz önce bahsettiğim hekim Simon için bu büyük bir ızdıraptır…

Bu şehir, hepsi tahtadan inşa edilmiş olan diğer Türk şehirlerine hiç benzemiyor. Burada sadece taş ve tuğla kullanılmaktadır. Bütün evler kare şeklindedir ve hepsi de birbirinden ayrı bulunmaktadır. Şehrin yolları dardır; küçük sokaklardan ve çıkmazlardan oluşan labirente benzeyen bu şehirde kolaylıkla kaybolabiliriz.

Evlerin kapıları küçük, çok alçak ve kare şeklindedir. Ayaklanma dönemlerinde atların ve halkın içeri girmesini engellemek için kapılara bu şekil verilmiştir. Bu ilk kapıdan sonra ve evin içine girene kadar bir iki kapı daha bulunmaktadır. Bu önlemler, ayaklanmış ayaktakımının küfürlerinden sakınmak için zorunludur. Önde gelenlerin ve zenginlerin evleri güzel ve kullanışlıdır, içeride fıskiyeler, havuzlar ve bahçeler bulunmaktadır; evlerin üzerinde tavan yerine teras bulunmaktadır; bu şehirde oturan insanlar, geceleyin ev içinde kalmayı imkansızlaştıran yaz sıcaklarında orada yatılıyor…
…Ermenilerin giyim tarzları, Diyarbekir’in diğer halklarından biraz farklıdır. Başlarında kırmızı renkten ve etrafında muslinden uzun ve geniş bir kumaşın sarıldığı büyük bir kalpak var. Türk kadınları Anadolu mavisi renginde bir manto içinde dışarı çıkıyorlar; hemen hemen Katan Sicilyalıları gibi baştan aşağı kapalılar. Yüzlerinde ise arada bir açıp kapattıkları uzun şeritli siyah bir peçe bulunmaktadır. Hıristiyanlar sadece beyaz bir manto giyebiliyorlar. Onları diğerlerden ayırt eden bu renktir. Türk kadınları burada diğer bölgelere göre çok daha hürler; sık sık dışarı çıkıyorlar, randevular veriyorlar ve Bachus ve Venüs’ün onurlandırdıkları randevuları kabul ediyorlar.

Diyarbekir’de insanlar iyi karşılanıyor. Ekmek ve et lezzetli ve çok ucuz. Meyveler, bitkiler bol miktarda bulunuyor ve nehirden bol balık avlanılıyor.

Burada çok şarap ve alkol içiyorlar. Misafir olduğumuz yerlerde dilediğimiz kadar bize bu içkilerden ikram ettiler. Onları buna alıştıranlar Ermeniler mi yoksa Franklar mı? Sanırım her ikisi; görünen o ki Frank kabarelerini tercih ediyorlar. Prens adasındaki ve Kalşi adasındaki Yunan manastırları da en çok içki içilen yer unvanına sahiptir.

Diyarbekir kenti, kervanların buluştukları yerdir; kervanlar, Smyrne’den, Alep’ten, Tokat’tan, Erzurum’dan, Damas’tan, Bağdat’tan, Tauris’den ve İran’dan, İstanbul’dan, Trabzon’dan, Musul’dan, Adana’dan ve Césarée’den geliyorlar buraya. Hepsi de başkentler arasında aktif ya da pasif ticaret yapıyorlar.

Buradaki imalathaneler, beyaz ya da boyalı, çeşitli pamuk kumaşlar üzerinde çalışmaktadır; bu şehirde çok sayıda dokumacı bulunmaktadır. Yunanistan’a, Alep’e ve Karadeniz’e bol miktarda çizgili ipek ve pamuktan kumaşlar ihraç edilmektedir. Argane kalayı ticareti de yapılmaktadır. Kırmızı maroken bütün Batıyı kalite açısından geçmektedir. Buranın suları marokenlere çok güzel bir parlaklık vermektedir.

Bu şehir, Kürdistan dağlarından getirilen kocaman bir mazı ambarıdır. En iyisi Amadie’den gelendir; kantarı atmış iki kuruşa satılmaktadır. İstanbul’a ve Smyrne’e nakil ücreti kırk kuruş, Alep’e ise on iki kuruştur.

Avrupa’nın Smyrne’den elde ettiği mahmude bitkisi, Palu-d’Hasan-Mansur’dan ve Adana’dan gelmektedir. Smyrne’de Yahudiler buna hile kattıkları için tıbbın bu bitkiyle beklediğini elde edememesine şaşırmamak gerekir.

Kökboyası İran’dan gelmektedir; en iyisi Ghiengé’ninki, Cipre’inki daha kalitesizdir; Caramanie’ninkini ise boyaların üçte birine katılmaktadır. Burada en zengin aracılar Ermenilerdir; en iyi ev Sarifetu-Oğlu’nunki, ikisi de Jacobites bankacıdır; Discecekvien ve başka Ermenilerin de ondan az kalır yönü yoktur.

Diyarbakır toprakları çok iyi işleniyor ve buralarda çok iyi buğday, arpa, mercimek, bakla yetişiyor. Pamuk, susam ve keneotu toplanıyor; kömür Jesidi’den geliyor ve Derikli köyü çok iyi yağ sunuyor; biz de yolculuğumuz için bu yağdan bol miktarda satın aldık.

Bu şehirde padişahın parasının yanı sıra Venedik sekeni, florin, İmparatorluğun gümüş parası rixdale da kullanılmaktadır.

Geldiğimiz günün ertesi günü, sabahleyin erken vakitte, güçlü hatta paşadan daha saygın bir adam olan voyvodayı ziyaret ettik. Adı Sieh-oğlu’ydu. Bizi çok güzel ama Doğu geleneklerine göre karşılayıp ağırladı.

Sieh-oğlu bey, ileri yaşlarda olmasına rağmen hâlâ yakışıklı, çok zeki ve nazik bir insandı.

Voyvoda, görevde bulunduğu Alep’ten yeni gelen paşayı ziyarete gittiğimizde bize eşlik etmeleri için yanımıza iki yeniçeri katmıştı. Paşanın adı Osman’dı. Alep’i yiyip bitirdiği söylenen arkadaşı Abdul Paşa gibi onun da parayı sevdiği söyleniyor. Osman Paşa çok geniş olan kalede ikamet ediyor. Fakat kale pislik içinde ve bakımsız bir halde bulunuyor. Paşayı ziyaretimizde Katolik hekim ve aracı olan Tabib-Henna adında bir kişi ve M. Salvan’ın kredi mektupları gönderdiği bankacı Sarifetuh bey bize eşlik etti. Françesko tarikatındaki rahip de bizimle birlikteydi.

Paşa bizi uzun bir süre küçük bir odada bekletti. Oysa Ciauslar-Emini ona Vezir’in ve Kaptan Paşanın mektuplarını iletmişti.

Yarım saat boyunca rahatsız edici bir sıcaklığın hakim olduğu o odada bekledikten sonra paşanın huzuruna çıkabildik. Alışageldiği gibi atlı müfrezelerin ortasından geçtik, büyük değil de küçük kapıdan içeri alındık. Müzik çalınıyordu, insanlar kapılarda duruyorlardı ve paşa da çok sıcak olan küçük bir odada bulunuyordu.

Paşa alışageldik resmiyetle bizi karşıladı ve bizlere banal birkaç soru sordu. Bize gösterilen bu şerefi ödemek için yirmi kuruş yetmedi…..

Şehrin çevresinde meyve ağaçlarıyla ve havuzlarla süslenmiş taşra evleri bulunmaktadır,….. yoğun sıcaklarda burada yazlarını geçirmeye geliyorlar; burada hem gölge hem de serinlik buluyorlar.

Hekim bizlere bahçelerinin ürünleriyle bir ziyafet çekmek istedi ve birkaç bankacıyla, Merdine patrikini ve piskoposu davet etti. Hekimimiz çok yaşlı ve uzun zamandır tıpla meşgul olan bir kişiydi; büyük bir ün yapmış ve herkesin saygısını kazanmıştı. Muayene olmak için hastalar evine geliyorlardı; aynı zamanda paşanın da hekimiydi ve onu her gün ziyaret etmek zorundaydı. Bu hekim aynı zamanda ilaç ticareti yapmaktaydı ve bütün şehirde çok sevildiği için çok para kazanmaktaydı. Patrik onun akrabasıydı; onun koruması sayesinde Kaldeenler fazla bu işe kızmıyorlardı.

Hekimden bahsetmişken hastalıklar hakkında da bir iki şey söyleyelim.

Diyarbekir, Türk imparatorluğunun diğer kentlerine göre daha az vebaya maruz kalmaktadır; fakat tamamen bu hastalıktan korunmuş sayılmaz da. Her kırk yılda bir bu hastalık tekrar ortaya çıkmaktadır. Burada göz hastalıkları çok yaygındır ve aynı zamanda çok tehlikelidir de. Kanın sürekli toplanması neticesinde kör olunuyor ve bazen de ölünüyor da. Ateşlenmelere ve kronik ağrılara da sık sık rastlanmaktadır.

Yılın hastalığı olarak adlandırılan, oysa Alep hastalığından başka bir şey olmayan, yerleşik bir hastalık Diyarbekir’de çok yaygındır. Bu hastalık, içi irinle dolu çıban şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu hastalık, genç erkeklerin ve kızların özellikle yüzlerinde çıkarak onları çirkinleştiriyor. Genelde bacaklarda ve ellerde çıkan bu çıbanlardan yabancılar da nasiplerini alıyorlar. Bu hastalıktan kurtulmak için bir yıl gerekiyor. Sadece tabiat, insanı kurtarıyor. Bu hastalığın sulardan kaynaklandığı söyleniyor. Bir kez bulaşınca kolay kolay geçmiyor; iyileşirken çıbanın bıraktığı otuz altı yara izi olan insanlar gördüm.

Diyarbekir’de Doğunun eğlenceleriyle karşılaşıyoruz: Müzik, soytarılar, hokkabazlar, kuklacılar; Bankacı, hekim ve patrik, bizi sık sık eğlenmeye götürdüler.

İpek toplanmamasına rağmen, beyaz ve kara dut ağaçları çok sayıda; buradaki insanlar bunlardan bol miktarda yiyorlar; sanırım yazın sık sık rastlanılan ateşlenmelerin sebebi de budur. Damas dutu adında özel bir dut türü burada üretilmektedir. Bu dut, irice, siyah renkte ve geç vakitte olgunlaşıyor. Bahçeler dolusu erikler, kaysılar, şeftaliler var.

Diyarbekir’de gördüğüm bitkiler, çeşitli şekillerde pişirilen semizotu; elde edilen suyundan dondurma yapılan ve sokaklarda satılan meyankökü; meyvesi salatalara konulan sumak; çiçeklerinin kokusundan dolayı Hindistan Portekizlerinin Cennet otu adını verdikleri bir çeşit vahşi zeytin türü olan dikenli Elaeagnus; Doğulular bu kısa boylu ağacı çok seviyorlar; meyvesi unumsu oluyor; göğüs hastalıkları için kaynatılıp içiliyor. Bunların dışında dişbudaklar, beyaz kavaklar, frenküzümü, kırmızı zambak, miskotu, melisa, söğüt ağacı, incir, ekmeğe kattıkları ve hoş bir tat veren çörekotu, kızılkök ve başka ağaçlarla bitkiler bulunmaktadır.

Akşam şehre döndük. Voyvodanın bir katibinde kalıyorduk; bize haremini gezdirmek gibi bir nezakette bulundu; ama hanımlar orada değildiler.

Yoğun sıcaklarda, Diyarbekir’de çok büyük beyaz bir akrep türü ortaya çıkıyor; insanı soktuğunda yirmi dört saat acı veriyor ama ölümcül değil. Akrep soktuğu için çığlıklar atan bir genç adam gördüm.

Sulivan bey, rehberimizle sadece Diyarbekir’e kadar anlaşmıştı. Tavernier’nin söylediklerine göre Dicle’den inebileceğini düşünmüştü; fakat bu mevsimde Dicle’de yolculuk etmemiz mümkün değildi. Bu yüzden biz de Musul’a gemiyle yolculuk edemedik. Toprak üzerinden nasıl yol alacağımızı araştırmamız gerekti. Rehberimize İstanbul’dan buraya gelmek için ödediğimiz paranın yarısını vermeye karar verdik.

Bazıları meraktan diğerleri de nezaketten dolayı şehrin halkı bizi görmek için koşup geldi. Birkaç Türk ağası bizi ziyaret etti ve bize hediyeler gönderdi.

Buradaki halk biraz hareketliydi; ikiye bölünmüş durumda: Bir yanda paşa ve hükümete bağlı kimseler ve saray ahalisi bulunmakta; diğer yanda da daha güçlü olan ulemalar. Bazen paşaya karşı çıktıkları ve paşayı geri adım atmaya zorladıkları bile olmuştur…”

Yayına Hazırlayan:  Ergün Eşsizoğlu
Kaynak: “DİCLE VE FIRAT’TAN GEÇEREK İSTANBUL’DAN BASSORA’YA YOLCULUK, 1781, Ve 1782’ DE”

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz