ITALO CALVINO: BİR AN GELİYOR, TANIDIĞIN İNSANLAR ARASINDA ÖLÜLER CANLILARDAN ÇOK OLUYOR!

1

Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor. “Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han. “Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi,” der Marco. Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler: “Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.” Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”

Kentler ve ölüler 1

Melania’da kent meydanına her girdiğinde, bir diyalogun ortasında bulur insan kendini: palavracı asker ve asalak, bir kapıdan çıkarken müsrif oğlan ve yosmayla karşılaşır; ya da çöpçatana bir not götürmeye giden aptal köle, kapı önünde tatlı kızına son uyarılarını yapan hasis babanın sözünü keser. Melania’ya yıllar sonra döndüğünde aynı diyalogun sürdüğünü görürsün; bu arada asalak, çöpçatan, hasis baba ölmüştür; onların yerini palavracı asker, tatlı kız, aptal köle almış, ancak onlar da sırası geldiğinde yerlerini ikiyüzlüye, sırdaşa ve müneccime bırakmıştır.

Melania halkı yenilenir: konuşmacılar birer birer ölür ve bu arada, kendi sıraları geldiğinde, şu ya da bu rolde, diyalogda yerlerini alacak olanlar doğar. Birisi rol değiştirdiğinde veya meydanı ebediyen terk ettiğinde ya da meydana ilk kez girdiğinde, bütün roller yeniden dağıtılıncaya kadar sürecek zincirleme değişiklikler başlar; ancak bu arada hiçbiri bir önceki sahnede kullandığı ses ve gözleri aynen korumasa da şakacı hizmetçi, öfkeli ihtiyara laf yetiştirmeyi sürdürür; tefeci, mirastan mahrum kalan genci durmadan izler; dadı, üvey kızı hiç durmadan avutur.

Bazen tek bir konuşmacının aynı anda iki ya da daha çok rolü üstlendiği olur: zorba, hayırsever, ulak; bazen de bir rol ikiye bölünür, durmadan çoğalır, yüzlerce, binlerce Melania sakinine verilir: ikiyüzlüye üç bin, hovardaya otuz bin, her şeyini yitirmiş saygı bekleyen kral oğullarına yüz bin.

Zamanla roller de artık eski rollerin tıpatıp aynısı değildir; aslında rollerin entrika ve ani sürpriz teknikleriyle geliştirdikleri askiyon, düğüm iyice içinden çıkılmaz, engeller çoğalmış göründüğünde bile giderek yaklaşmayı sürdürdüğü bir çözüme mutlaka ulaşır sonunda. Bunu izleyen dakikalarda meydana bakan biri diyalogun her perdede değiştiğini anlar, ancak Melania’lıların yaşamı bunu fark edemeyecek kadar kısadır.

Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor. “Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han. “Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi,” der Marco. Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler: “Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.” Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”

Kentler ve ölüler 2

Yolculuklarımda Adelma’ya kadar hiç uzanmamıştım. Karaya çıktığımda hava kararıyordu. İpi havada yakalayarak iskele babasına bağlayan doklardaki denizci, askerliğimi birlikte yaptığım ölmüş birine benziyordu. Toptancı balık halinin kurulma saatiydi. Yaşlı bir adam denizkestanesi dolu bir sepeti bir arabaya yüklüyordu; onu tanıdığımı sandım; başımı çevirdiğimde dar bir sokakta kaybolmuştu, ama daha ben çocukken yaşlı bir adam olan, bu yüzden de canlılar arasında olması imkânsız o balıkçıya benzediğini anlamıştım. Kafasına çektiği örtünün altında kıvrılmış yerde yatan bir hummalının görüntüsü altüst etti beni: ölümünden birkaç gün önce babamın da gözleri sararmış, sakalları tıpkı o adamınki gibi uzamıştı. Hemen çevirdim başımı; kimsenin yüzüne dikkatle bakmaya cesaret edemiyordum artık.

Düşündüm: “Eğer Adelma yalnızca ölülere rastlanan, düşümde gördüğüm bir kentse, bu düş korkutuyor beni. Eğer Adelma canlıların yaşadığı gerçek bir kentse, benzerliklerin yok olması, insana müthiş bunalım veren yabancı yüzlerin belirmesi için onlara ısrarla bakmayı sürdürmek yetecek. Her iki durumda da onlara bakmakta inat etmemek en iyisi.”

Pazarcının biri lahanayı terazide tartıyor ve bir kızın balkondan uzattığı ipin ucunda sallanan sepete yerleştiriyordu. Kız aşk yüzünden delirip canına kıyan köyümdeki kızın aynısıydı. Pazarcı kadın başını kaldırdı: ninemdi.

Düşündüm: “Yaşamda bir an geliyor, tanıdığın insanlar arasında ölüler canlılardan çok oluyor. Ve beyin başka yüz hatlarını, başka ifadeleri kabul etmeye yanaşmıyor: rastladığı bütün yeni yüzlere eski izlerin damgasını vurup her birine en uygun maskeyi buluyor.”

Damacana ve variller altında iki büklüm, tek sıra merdivenleri çıkıyordu hamallar, yüzlerini çuval kukuletalar örtüyordu; “Şimdi kafalarını kaldıracaklar ve tanıyacağım onları” diye sabırsızlık ve korkuyla düşünüyordum. Yine de gözlerimi ayırmıyordum onlardan; bakışlarımı bir an için sokakları tıkış tıkış dolduran kalabalığa doğru çevirsem, uzakta beliren, kendilerini tanıtacaklarmış gibi, beni tanımak istiyorlarmış ya da beni tanımışlar gibi bana dikkatle bakan beklenmedik yüzlerin üstüme üşüştüklerini görüyordum. Kim bilir her birinin gözünde belki ben de ölmüş birine benziyordum. Adelma’ya yeni gelmiştim ve onlardan biriydim bile, onların tarafına geçmiştim, gözlerden, kırışıklardan, yüz buruşturmalardan oluşan dalga dalga kalabalığa karışmıştım.

Düşündüm: “Belki de Adelma ölürken gelinen ve herkesin tanıdığı kişileri yeniden bulduğu bir kent. Demek ben de ölüyüm.” Şunu da düşündüm: “Demek öbür taraf tatsız bir yer.”

Kentler ve ölüler 3

Eusapia kadar yaşamın tadını çıkarıp sıkıntılardan kaçmaya hazır başka hiçbir kent yoktur. Yaşamdan ölüme geçiş çok ani olmasın diye Eusapia’lılar kentlerinin bir eşini kurmuşlar yeraltına. Bütün cesetleri, iskelet üzerinde san bir deri kalacak şekilde kurutup daha önceki yaşamlarına devam etmeleri için aşağıya taşıyorlar. Bu yaşamların en revaçta olan anları en keyifli, en hoşça geçenleri: cesetlerin çoğu yiyecek içecekle donanmış sofralar etrafına oturtuluyor, dans eder ya da trompet çalarmış gibi bir duruş veriliyor. Bunun yanı sıra Eusapia’nın tüm ticaret ve meslekleri ya da en azından canlıların sıkıntıdan çok keyifle yaptıkları şeyler aşağıda da aynen sürüyor: saatçi, dükkânının bütün durmuş saatleri arasında, parşömen kâğıdına dönmüş kulağını akordu bozuk bir sarkaca uzatıyor; berber, boş göz çukurlarıyla elindeki metni okuyarak rolünü ezberleyen bir aktörün elmacık kemiklerine kuru bir fırçayla sabun sürüyor; bir genç kız kafatasıyla sırıtarak bir buzağı leşinden süt sağıyor.

Ölümlerinden sonra yaşamdaki yazgılarından farklı bir yazgı isteyen canlılar çok elbet: ölüler kenti aslan avcıları, mezzosopranolar, bankacılar, viyolonistler, düşesler, metres ve generallerle dolup taşıyor, sayıları yaşayan kentin ulaştığı sayının çok üzerinde.

Ölüleri aşağıya indirip istedikleri yerlere yerleştirme görevi kukuletalılar örgütüne verilmiş. Onların dışında hiç kimsenin ölüler Eusapia’sına girme yetkisi yok, aşağısı hakkında tüm bilinen de onların anlattıkları.

Diyorlar ki aynı örgüt ölüler arasında da varmış ve onlara canla başla yardım ediyormuş; öldükten sonra kukuletalılar diğer Eusapia’da aynı uğraşı sürdürecekler; içlerinden bazılarını ölmüş gibi gösterip aşağı yukarı gidip geliyorlar. Doğal olarak bu örgütün canlılar kenti Eusapia üzerinde büyük etkisi var.

Diyorlar ki yeraltına her indiklerinde aşağı Eusapia’da değişmiş birşeyler buluyorlarmış; sayıca çok olmasa da, geçici heveslerin ürünü olmayan, üzerinde iyice düşünülüp taşınılmış yenilikler yapıyormuş ölüler kentlerinde. Ölüler kenti Eusapia’nın yıldan yıla tanınmaz hale geldiğini söylüyorlar. Kukuletalılar ölülerin yaptığı yeniliklerle ilgili ne anlatıyorsa, onlardan aşağı kalmamak için canlılar da aynısını yapmak istiyorlar. İşte böyle başlamış canlılar kenti Eusapia yeraltındaki kopyasını kopya etmeye.

Daha önce de olmuş bu, öyle diyorlar: aslında yukarı Eusapia’yı kendi kentlerine benzeterek kuranlar ölüler olmalı. Bu ikiz kentlerde kimler ölü, kimler canlı artık bunu anlamanın hiçbir yolu yok diyorlar.

Kentler ve ölüler 4

Argia’yı diğer kentlerden farklı kılan, hava yerine toprakla kaplı olması. Yollar tümüyle toprakla örtülü, odalar tavanlarına kadar kille dolu, her merdivenin üzerinde başaşağı bir merdiven daha var, çatıların tepesine çökmüş ağır kaya-toprak katmanları bulutlu bir gökyüzünü andırıyor. Sakinler solucanların açtığı dehlizleri, köklerin uzandığı yarıkları genişleterek kentte dolaşabiliyorlar mı bilmiyoruz: rutubet çürütüyor gövdeleri, çok güçsüz bırakıyor; onlar da hareketsiz uzanmayı yeğliyorlar, her yer karanlık zaten.

Argia’ya ait hiçbir şey görünmüyor yukarıdan; “orada, aşağıda” diyenler var, inanmaktan başka çare yok; her yer ıssız. Geceleri kulağını yere dayadığında arada bir, bir kapının çarptığım duyuyorsun.

Italo Calvino
Görünmez Kentler
Çeviren: Işıl Saatçıoğlu, YKY

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz