Duygularımız yalnızca özel hayatlarımıza anlam kazandırıp şekil vermekle kalmaz, sosyal ve siyasal süreçlere de anlam kazandırır. Ülkeyi kimin yöneteceğini, hangi dış politikayı izleyeceğimizi, ne gibi ekonomik adımlar atacağımızı tasarlarken cevapları kutsal metinlerde aramayız.
Papa’nın emirlerini kılavuz edinmediğimiz gibi Nobel ödüllü Biliminsanları Toplantısının kararlarıyla da hareket etmeyiz. Bunların aksine, pek çok ülkede demokratik seçimler düzenler, insanlara önlerindeki meselelerle ilgili ne düşündüklerini sorarız. Seçmenlerin en iyisini bildiğine, bireylerin özgür seçimlerinin en üstün siyasi otorite olduğuna yürekten inanırız.
Peki insanlar tercihlerine nasıl karar verir? Teoride seçmenlerin en derinlerindeki duygularına kulak verdiklerini düşünürüz. Bunu başarmak her zaman kolay değildir. Hislerimizle bağ kurabilmemizin tek yolu, içi boş propaganda sloganlarından, acımasız siyasetçilerin sonu gelmez yalanlarından, kamuoyunu kurnazca yönlendirmek isteyenlerin yarattığı karmaşadan, parayla tutulmuş uzmanların dikte edilmiş fikirlerinden uzaklaşmamızdan geçer. Kendimize has o iç sese ancak tüm bu tantanadan kurtularak kulak verebiliriz. O iç ses kulağımıza, “Cameron’a oy ver”, “Clinton’a oy ver” ya da “Modi’ye oy ver” diye fısıldar ve oy pusulasına bir damga basarak ülkeyi kimin yönetmesi gerektiğini belirleriz.
Ortaçağda bu yöntem aptallığın daniskası olarak görülürdü. Cahil ayaktakımının genel geçer hisleri, önemli siyasi kararlara nasıl sağlam bir zemin oluşturabilirdi ki? İngiltere Güller Savaşı’yla darmadağın olurken, kimse Lancaster ya da York için oy kullanacakları bir referandumla çatışmayı durdurabileceğini düşünmezdi. Papa II. Urban I. Haçlı Seferi’ni başlattığında, halkın iradesini temsil ettiğini öne sürmüyordu. Söz konusu olan halkın değil, Tanrı’nın iradesiydi. Siyasi otorite cennetten inmişti, ölümlülerin kalplerinden ve akıllarından değil.
Etik ve siyaset alanında olduğu gibi estetik alanında da geçerliydi aynı kurallar. Ortaçağda sanat öznel ölçütlerle değerlendirilmezdi. Güzelliğin standartları insanların geçici heveslerini yansıtacak şekilde belirlenmemişti. Aksine insanın zevklerinin, insanüstü emirlere boyun eğmesi gerektiği düşünülürdü. Sanatın ilhamını insanların duygularından değil insanüstü güçlerden aldığına inanılan bir dönemde bundan daha doğal bir yaklaşım olamazdı. Ressamların, şairlerin, bestecilerin ve mimarların elleri sözde ilham perileri, melekler ve Kutsal Ruh tarafından yönlendiriliyordu. Bir besteci ne zaman bir ilahi kaleme alsa, kalemin teşekküre layık görülmemesi gibi, besteci de hiçbir şekilde takdir edilmiyordu. Kalem insanın parmakları arasında oynarken parmakların kontrolü Tanrı’nın elindeydi.
Ortaçağ âlimleri yıldızların gökteki hareketinin semavi bir müzik yaratarak tüm evrene yayıldığına inanan klasik Yunan görüşlerine sıkı sıkıya bağlıydı. İnsanlar ancak yıldızlar tarafından yaratılan o cennetvari müzikle bedenleri ve ruhları uyum içindeyse fiziksel ve zihinsel sıhhatin keyfini sürebilirdi. Dolayısıyla insanların besteledikleri müzik de kainatın bu ilahi melodisinin bir yankısı olmalıydı; etten kemikten bestecilerin fikirlerini ve kaprislerini yansıtmanın ne lüzumu vardı. En güzel ilahiler ve şarkılara düzülen övgüler bir sanatçının dehasına değil ilahi bir ilhama atfedilirdi.
Böylesi fikirler artık rağbet görmüyor. Bugün hümanistler sanatsal yaratıcılığın ve estetik değerin tek kaynağının insan duyguları olduğuna inanıyor. İçimizdeki ses müziği yaratıyor ve ona bir değer atfediyor; bu ses ne yıldızların ritmini ne de ilham perileriyle meleklerin emirlerini dinlemek zorunda. Yıldızlar suskun, ilham perileriyle meleklerse yalnız hayal gücümüzde var olabiliyor artık. Modern sanatçılar Tanrı’dan ziyade kendileriyle ve duygularıyla ilişki kurmaya çalışıyor. Sanatı nesnel ölçütlerle değerlendiremeyeceğimizi düşünmekten daha normal ne olabilir? Hümanist etik, “Kendinizi nasıl iyi hissediyorsanız öyle yapın,” diye öğütlüyor. Siyasette, “seçmen en iyisini bilir,” diye buyuruyor hümanist talimatlar. Hümanizmin estetik söylemi, “güzellik bakanın gözlerindedir” anlayışıyla şekilleniyor.
Sonuçta sanatın tanımı herkese göre farklılık gösterir. 1917’de Marcel Duchamp, adını Fountain [Çeşme] koyduğu seri üretim bir pisuvarın bir sanat eseri olduğunu ilan ederek Paris’te bir müzeye yerleştirdi. Ortaçağda insanlar bu konu üzerine kafa yormaya bile tenezzül etmezdi. Böylesi bir saçmalık için nefes tüketecek hâlleri yoktu. Ne var ki hümanist dünyada Duchamp’ın işi sanatın mihenk taşı olarak kabul gördü. Dünyanın dört bir köşesinde, birinci sınıftaki sanat öğrencilerine Duchamp’ın Fountain’ının fotoğrafı gösterilir ve öğretmenin tek bir işaretiyle ortalık birbirine girer. Sanat bu işte! Hayır değil! Tabii ki öyle! öğrencilerin bir müddet zihinlerini boşaltmasına izin verdikten sonra sözü yeniden alan öğretmen tartışmayı tek bir soruya odaklar, “Sanat nedir? Bir işin sanat eseri olup olmadığına nasıl karar veririz?” Birkaç dakikalık hengameden sonra öğretmen sınıfı doğru istikamete yönlendirir: “Sanat insanların sanat eseri olarak değerlendirdiği her şey olabilir, güzellik bakanın gözlerindedir.” İnsanlar bir pisuvarın güzel bir sanat eseri olduğunu düşünüyorsa, öyledir. İnsanlara yanıldıklarını söyleyebilecek daha üst bir merci mi var? Bugün Duchamp’ın başyapıtının kopyaları San Francisco’da Museum of Modern Art, Kanada’da National Gallery, Londra’da Tate ya da Paris’te Pompidou Centre gibi dünyanın en önemli müzelerinde sergilenmektedir (bu kopyalar müzelerin salonlarında yer alır, tuvaletlerinde değil).
Bu tip hümanist yaklaşımlar ekonomik alanda da derin etkilere sahiptir. Ortaçağda üretim sürecini kontrol eden loncalar girişimlere ya da zanaatkarların ve müşterilerin kişisel zevklerine pek alan tanımazdı. Marangozlar loncası düzgün sandalyeye, fırıncılar loncası iyi elemeğe, Meistersinger loncası hangi şarkıların birinci sınıf, hangilerinin işe yaramaz olduğuna karar verirdi. Prensler ve şehir meclisleri ücretleri ve fiyatları belirlerken insanları pazarlık yapamayacakları alışverişlere zorlardı. Modern serbest piyasalarda tüm loncalar meclisler ve prensler müşterinin hür iradesiyle değil yeni gelen üst bir otorite tarafından alaşağı edilirdi.
Toyota’nın mükemmel bir otomobil ürettiğini varsayalım. Farklı alanlardaki uzmanlar bir araya gelerek bir kurul oluşturur; en iyi mühendisler ve tasarımcılar öncü fizikçiler ve ekonomistlerle buluşur hatta aralarında birkaç psikolog ve sosyolog bile yer alır. Tedbiri elden bırakmamak için birkaç Nobel ve Oscar ödüllü sima ve dünyaca ünlü sanatçılar da eklenir bu gruba. Beş yıllık süren araştırma ve geliştirme sürecinin sonunda mükemmel bir otomobil çıkar ortaya. Milyonlarca araç üretilir ve dünyanın her köşesindeki otomobil satıcılarına yollanır. Ne var ki kimse otomobili satın almaz. Müşteri kendisi için en iyi olanı bilmiyor olabilir mi? Hayır. Serbest piyasada müşteri her zaman haklıdır. Eğer müşteri istemiyorsa demek ki otomobil kötüdür. Üniversite profesörleri ve din adamları kürsülerinden vaaz vererek otomobillerin en harikasının bu olduğunu anlatsalar da müşteri istemiyorsa bu otomobil kötü bir otomobildir. Kimse müşterilere yanlış yaptıklarını söyleyecek otoriteye sahip değildir. Hükümetin vatandaşlarına hangi otomobili alacağını söylediğini düşünün, olacak iş değil!
Aynı durum tüm diğer ürünler için de geçerlidir. Uppsala Üniversitesinden Profesör Leif Andersson’ı dinleyelim. Andersson daha hızlı büyüyen domuzlar, daha fazla süt üreten inekler ve daha besili tavuklar yapma amacıyla genetik geliştirme üzerine uzmanlaşmıştır. Gazeteci Naomi Darom, Haaretz gazetesinde Andersson’la yaptığı söyleşide, bu tip genetik müdahalelerin hayvanlara acı verip vermediğini sorarak araştırmacıyı sıkıştırır Bugün “geliştirilmiş” süt inekleri, dolu memeleri yüzünden zar zor hareket edebilirken, “geliştirilmiş” tavuklar ayağa kalkamamaktadır Profesör Andersson’un cevabıysa son derece nettir: “Her şey müşterilerde ve müşterilerin ete ne kadar ödemek istediğinde bitiyor […] küresel et tüketimini [geliştirilmiş] modern tavuklar olmadan halihazırdaki seviyede tutmamıza imkan olmadığını gözetmek zorundayız […] eğer müşteriler mümkün olan en ucuz eti isterse en ucuz eti alırlar […] Müşteriler kendi önceliklerini belirlemeli, fiyatlar mı önemli yoksa başka öncelikler mi?”3
Profesör Andersson vicdanı rahat şekilde başını yastığa koyabiliyor. Müşterilerin geliştirilmiş hayvan ürünlerini tükettiği gerçeği, Andersson’un bu ihtiyaçları ve talepleri karşılarken kötü bir şey yapmadığı anlamına geliyor. Aynı mantıkla bir çokuluslu şirket “Don’t be evil” sloganının değerlerine uygun hareket ettiğinden emin olmak istediğinde, sadece sonuçlara bakıyor. Şirketin çok para kazanması, milyonlarca insanın ürünlerini tercih etmesi, şirket için olumlu yönde itici bir güç sayılıyor. Eğer biri karşı çıkar da insanların yanlış seçimler yaptığını ima ederse hızla müşterinin her zaman haklı olduğu cevabını alıyor ve itiraz eden kişiye her şeyin anlamının ve otoritenin tek kaynağının hislerimiz olduğu hatırlatılıyor. Eğer milyonlarca insan özgürce bu şirketin ürünlerini kullanmak istiyorsa sen kim oluyorsun da onlara yanıldıklarını söyleyebiliyorsun!
Hümanist fikirlerin güç kazanmasının eğitim sistemine etkilerine gelince; ortaçağda tüm anlam ve otoritenin kaynağı dışsaldı, bu nedenle eğitim itaat duygusunu yerleştirmeye, kutsal metinleri ezberletmeye ve antik gelenekleri öğretmeye odaklanırdı, öğretmenler öğrencilerine bir soru yönelttiğinde öğrencilerin Aristoteles, Kral Süleyman ya da Aziz Thomas Aquinas’ın ne yanıt verdiğini hatırlaması beklenirdi.
Modem hümanist eğitimse öğrencilerin kendi başlarına düşünme becerisine sahip olması gerektiğine inanır. Aristoteles, Süleyman ve Aquinas’ın siyaset, sanat ve ekonomi üzerine görüşlerini bilmek faydalı olsa da anlamın ve otoritenin en yüce kaynağı içimizde olduğundan, bu alanlarda kendi düşüncemizin ne olduğunu bilmek çok daha önemlidir. Anaokulu, ilkokul ya da üniversite, hangisinde görev yaparsa yapsın, bir öğretmene ne öğretmeye çalıştığını sorduğunuzda, “Çocuklara tarih, kuantum fiziği ya da sanat bilgisi anlatmaya çalışıyorum ama hepsinin ötesinde kendi başına düşünebilmeyi öğretmek istiyorum,” diye yanıtlayacaktır. Her zaman başarılı olamasa da hümanist eğitimin hedefi budur.
Hümanist Devrim
Yuval Noah Harari
Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi