Modern Sözleşme, yaşamlarımızı anlamlı kılan büyük kozmik plana duyduğumuz inançtan vazgeçmemiz karşılığında bize güç vaat ediyor. Sözleşmeyi dikkatlice incelediğinizde, sinsi bir cayma şartı olduğunu fark edebilirsiniz. Eğer insanlar büyük kozmik bir plana dayandırmadan bir anlam bulmayı başarırlarsa, sözleşmeyi ihlal etmiş sayılmıyorlar.
Anlam olmaksızın düzeni sürdürmenin imkansız olduğu bu dünyada cayma şartı modern toplumun kurtuluşu oldu. Modernitenin büyük siyasi, sanatsal ve dini projesinin tek amacı, yüce kozmik bir plana dayandırılmayan bir anlam bulmaktı. İlahi bir oyunun oyuncuları değiliz, kimse bizi ve yaptıklarımızı umursamıyor; kimse gücümüzü sınırlamıyor ama yine de yaşamlarımızın bir anlamı olduğundan eminiz.
2016 itibarıyla insan türü birbiriyle çelişen bu iki durumu aynı anda kontrol etmeyi başardı. Eskisine göre çok daha fazla güç elde etmekle kalmadık, aynı zamanda Tanrı’nın ölümünün ilanı da beklenenin aksine toplumu çöküşe sürüklemedi. Tarih boyunca peygamberler ve felsefeciler; büyük kozmik plana duyulan inanç olmazsa düzen ve birliğin yok olacağını iddia etmişlerdi. Bugünse kozmik bir tasarıya inanmaya devam edenler; küresel düzen karşısındaki en tehditkar unsurlardır. Allah’tan korkan Suriye, seküler Hollanda’dan çok daha şiddet dolu.
Ortada kozmik bir plan yoksa ve hiçbir ilahi ya da doğal kanuna tabi değilsek, toplumu ayakta tutan nedir? Amsterdam’dan Bükreş’e, New Orleans’tan Montreal’e binlerce kilometrelik mesafeyi insan tacirleri tarafından kaçırılmadan, haydutlar tarafından tuzağa düşürülmeden ya da düşman kabileler tarafından öldürülmeden nasıl katedebiliyoruz?
Anlamsız ve kanun tanımaz varlığımızın panzehri, dünyayı geçtiğimiz yüzyıllarda fethetmiş yeni bir devrimci öğreti olan hümanizmin ta kendisidir. Hümanizm dini insanlığa tapınarak, Budizm ve Daoizmde doğa kanunlarının, Hıristiyanlık ve İslamdaysa Tanrı’nın oynadığı rolü insana devretmek istiyor. Büyük kozmik plan insanların hayatına bir anlam kazandırırken, hümanizm bu ilişkiyi tersine çevirerek insan deneyimlerinin kainatı anlamlandırmasını bekliyor. Hümanizme göre insanlar kendi iç deneyimleri üzerinden sadece kendi yaşamlarının değil tüm evrenin anlamını devşirebilmelidir. Hümanizmin ilk emri de budur: Manadan yoksun dünyaya bir anlam kazandırınız.
Modernitenin yarattığı dini devrimin temelinde Tanrı inancını ortadan kaldırmaktan çok herkesi insanlığa inandırma derdi vardır. Yüzlerce yıl süren zahmetli bir çalışma sonucu düşünürler metinler kaleme aldı, sanatçılar şiirler ve senfoniler yazdı, siyasetçiler anlaşmalar yaptı ve sonunda insanları, insanlığın evreni anlamla doldurabilme gücü olduğuna ikna ettiler. Hümanist devrimin derinliğini ve etkilerini iyice kavrayabilmek için modern Avrupa kültürünün ortaçağdakinden ne kadar farklı olduğuna bakabilirsiniz. 1330’da Londra, Paris ve Toledo halkı insanların kendi başlarına iyiyi kötüden, haklıyı haksızdan, güzeli çirkinden ayıramayacağını düşünürdü. Yalnızca Tanrı iyiyi, haklıyı ve güzeli tanımlayabilirdi.
Her ne kadar insanların özgün yetilere ve ayrıcalıklara sahip oldukları kabul görse de, cahil ve yoldan çıkmaya müsait oldukları da göz önünde bulundurulurdu. Dolayısıyla insan muhakkak bir dış güç tarafından denetime tabi tutulmalı, insanlara rehberlik edilmeliydi. Aksi takdirde asla ebedi gerçekleri anlayamaz, geçici zevkler ve dünyevi sanrılara kapılıp giderlerdi. Buna ek olarak ortaçağ düşünürleri insanların ölümlü oluşunun altını çizerken fikirlerinin ve duygularının da bir o kadar fani olduğunu hatırlatırdı. İnsan bugün sevdiği şeyden yarın nefret edebilirdi ve en nihayetinde zaten ölüp toprağa karışacaktı. Bu yüzden insan fikrine dayalı her anlam bütünü, kırılgan ve geçiciydi. Demek ki tartışmasız doğruların, yaşamın ve evrenin anlamı, insanüstü ezeli bir kanuna dayanıyor olmalıydı.
Bu görüş Tanrı’yı anlamın en yüce kaynağı olarak göstermekle kalmadı, anlamı aynı zamanda otoritenin de kaynağı hâline getirdi. Anlam ve otorite her zaman omuz omuzaydı. İster iyi ister kötü, ister doğru ister yanlış olsun, davranışlarımızın arkasındaki anlamları belirleyen her kimse, nasıl düşünüp davranacağımızı söyleyebilecek otoritenin sahibi de oydu.
Tanrı’nın anlam ve otoritenin tek kaynağı olduğu inancı sadece felsefi bir teoriden ibaret değildi, bu inanç aynı zamanda gündelik yaşantıyı da her yönüyle belirliyordu. 1300 yılında küçük bir İngiliz kasabasında, evli bir kadının yan komşusuna meylettiğini ve onunla seviştiğini düşünün. Gizlice evine dönerken yüzünde bir tebessümle elbisesini düzelttiğinde aklına sorular üşüşür: “Neydi şimdi tüm bunlar? Neden böyle bir şeye kalkıştım? Yaptıklarım iyi mi, kötü mü? Nasıl bir insanım ben? Yeniden yapmalı mıyım?” Sorularına yanıt bulabilmek için kasabanın rahibinden af dileyip ona rehberlik etmesini istemelidir. Kutsal metinleri sular seller gibi ezberleyen rahip, bu metinler sayesinde zinanın Tanrı katında ne ifade ettiğini gayet iyi bilmektedir. Tanrı’nın kutsal kelimelerine dayanarak, hataya yer bırakmadan, kadının ölümcül bir günah işlediğini belirleyen rahip, yaptıklarını telafi etmezse cehennemi boylayacağını bildirir kadına. Hemen tövbe etmeli, yaklaşan Haçlı Seferi için on altın bağışlamalı, altı ay boyunca et yemekten kaçınmalı ve Canterbury’deki Aziz Thomas Becket’in mezarını ziyaret etmelidir. Tabii söylemeye ne hacet, bu korkunç günah bir daha asla tekrar edilmemelidir.
Düzen günümüzde çok farklı işliyor. Hümanizm yüzyıllardır evrendeki tek anlam kaynağı olduğumuza ve bu sebeple özgür irademizin en yüce otorite olması gerektiği düşüncesine bizi zamanla alıştırıyor. Neyin ne olduğunu söyleyecek harici bir varlık beklemektense kendi duygularımıza ve arzularımıza kulak veriyoruz. Çocukluğumuzdan beri bize tavsiyelerde bulunan hümanist sloganlara maruz kalıyoruz: “Kendini dinle, kendine dürüst ol, kendine güven, kalbinin sesini dinle, ne istiyorsan onu yap.” 18. yüzyılda duyguların kutsal kitabı sayılan Émile isimli yapıtında Jean-Jacques Rousseau yaşamın kurallarını özetler: “[…bu kuralları] yüreğimin derinliklerinde doğa tarafından silinmez harflerle yazılmış olarak buluyorum,” der, “Yapacağım şey konusunda yalnızca kendimi dinlemeliyim: İyi olduğunu hissettiğim her şey iyidir, kötü olduğunu hissettiğim her şey kötüdür.”1
Benzer şekilde yaşadığı yasak ilişkinin anlamını merak eden modern bir kadın, herhangi bir rahibin ya da antik bir kitabın yargılarına körü körüne inanmaya meyletmeyecek, aksine dikkatle hislerini tartacaktır. Hisleri net değilse yakın bir arkadaşını kahveye çağırıp onunla paylaşacaktır. Durum hâlâ netleşmemişse terapistini arayarak olanları aktaracaktır. Elbette alışılageldik bir karşılaştırmayı tekrarlayıp modern terapistle ortaçağdaki rahibin aynı konumda olduğunu söyleyebiliriz. Ancak uygulamada bu iki meslek dev bir uçurumla ayrılmaktadır. Terapistin iyiyi ve kötüyü belirleyen kutsal bir kitabı yoktur. Kadın hikayesini anlatmayı bitirdiğinde terapistin, “Seni yozlaşmış kadın! Korkunç bir günah işlemişsin,” demesi beklenmez. Aynı şekilde terapist, “Harika, aferin sana,” da demeyecektir. Kadın ne yapmış ve ne anlatmış olursa olsun şefkatli bir ses tonuyla, “Bu olanlar hakkında ne ?” diye soracaktır.
Terapistin kütüphanesinin, Freud ve Jung’un kitaplarının ve bin sayfalık Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı’nın (DSM) ağırlığı altında ezildiği doğrudur. Ancak bunlar da kutsal metinler sayılamaz. DSM hayatın anlamını değil rahatsızlıkları tanımlar. Çoğu psikolog insan davranışlarının gerçek anlamını sadece duyguların belirleyebileceğine inanır. Bu yüzden de ne terapistin hastanın ilişkisiyle ilgili fikrinin ne de Freud, Jung ya da DSM’nin aldatma üzerine genel tutumunun bir ehemmiyeti olur; terapist kendi fikirlerini hastasına dayatamaz. Onun yerine hastasının yüreğinin derinliklerindeki duyguların farkına varmasına yardım etmelidir; aranan cevaplar sadece orada bulunabilir. Ortaçağ rahipleri hayrı şerden ayırabilmek için Tanrı’ya acil yardım hattı üzerinden bağlanırken, modern terapistler ancak duygularımızla bağ kurmamıza yardım edebilirler.
Evlilik kurumunun makus kaderi de böyle açıklanabilir. Ortaçağda evlilik Tanrı’nın emri, kutsal bir tören olarak değerlendirilirdi. Tanrı çocuklarını kendi istediği gibi emirlerine uygun olarak evlendirmesi için bir rahip görevlendirmişti. Evlilikdışı ilişkiler hem ilahi hem de ailevi otoriteye karşı utanmaz bir başkaldırıydı. Sevgililerin duygularından ve düşüncelerinden tamamen bağımsız, ölümcül bir günahtı zina. Bugün insanlar aşk evlilikleri yapıyor ve aralarındaki bu bağ, duygularıyla bir anlam kazanıyor. Bu durumda vaktiyle sizi bir adamın kollarına sürükleyen duygular, bugün de bir başkasının peşinden gitmenize neden olabilir değil mi, ne var bunda? Yirmi yıldır eşiniz tarafından karşılanmayan duygusal ve cinsel tutkularınız evlilikdışı bir ilişkide size sunuluyorsa yeni sevgiliniz kibar, tutkulu ve ihtiyaçlarınıza karşı hassassa neden bu durumun keyfini çıkarmayasınız?
Bir dakika, orada dur diyebilirsiniz. Tarafların hislerini görmezden gelemeyiz. Kadın ve sevgili birbirlerinin kollarında harika hissediyor olabilirler ancak eşler durumu öğrendiğinde herkesin hayatı ciddi bir süre mahvolacak. İş boşanmaya giderse çocuklar duygusal yaraları onlarca yıl beraberinde taşıyacaklar. Bu yasak ilişki hiç ortaya çıkmasa dahi, saklamaya çalışmanın gerginliği, sonunda yabancılaşma ve küskünlük gibi duyguların yaşanmasına neden olacaktır.
Hümanist etik üzerine yapılan en ilginç tartışmalar, tıpkı evlilikdışı ilişkiler konusunda olduğu gibi insanların duyguları çatıştığında ortaya çıkıyor. Bir davranış birini memnun ederken diğerinin canını sıkıyorsa, sonuç ne olmalıdır? Birbirimizin duygularını nasıl karşılaştırıp ölçebiliriz? İki sevgilinin mutluluğu, geride kalan eş ve çocukların kötü hissetmesinden daha mı ağır basar?
Bu soruya verdiğiniz yanıt sonucu değiştirmeyecektir, esas önemli olan tarafları anlayabilmektir. Modern insanlar evlilikdışı ilişkiler konusunda çeşitli görüşlere sahip olabilirler ama ne olursa olsun, görüşlerini kutsal metinler ya da ilahi emirlerle değil insan duygularıyla meşrulaştırmayı tercih ederler. Hümanizm bir şeyin kötü olarak kabul edilmesi için yalnızca bir insanı kötü hissettirmesinin yeterli olduğunu söyler. Cinayet, Tanrı bir zamanlar “öldürmeyeceksin,” diye buyurduğu için değil; kurbana, ailesine, arkadaşlarına ve tanıdıklarına korkunç acılar çektirdiği için yanlıştır. Hırsızlık, kadim bir metin, “Çalmayacaksın,” yazdığı için değil, sahip olduklarını kaybetmek insana kötü hissettirdiği için kötüdür. Bir davranış kimseyi üzmüyorsa hiçbir sorun yaratmayacaktır. Aynı kadim kutsal metin, Tanrı’nın herhangi bir canlıya benzeyen put yapmayacaksın (Mısır’dan Çıkış 20:4) diye buyurduğunu yazar. Ama kimseye zarar vermeden küçük heykeller yapmamın nesi günah olabilir?
Benzer bir düşünce eşcinsellik tartışmalarına da nüfuz etmiştir. Eğer iki yetişkin erkek sevişiyor ve bunu yaparken kimseye zarar vermiyorlarsa bunun ne zararı olabilir ve bu durumu neden yargılamamız gerekir? İki erkeğin arasındaki bu özel meselenin tarafları kişisel duygularıyla seçim yapmakta özgürdürler. Ortaçağda iki erkek, rahibe gidip birbirlerine âşık olduklarını, daha önce hiç böyle hissetmediklerini itiraf etseler, mutlu olmaları bu ilişkiye şiddetle karşı çıkan rahibin yargılarını değiştiremeyecekti kuşkusuz, hatta suçluluk duymamaları durumu daha da kötüleştirecekti. Bugünse iki erkek birbirine âşıksa, “Kendinizi nasıl iyi hissediyorsanız öyle yapın!” deniliyor, “Hiçbir rahibin aklınızı karıştırmasına izin vermeyin. Kalbinizin sesini dinleyin. Kendiniz için en iyi olanı yine en iyi siz bilirsiniz.”
Ne ilginçtir ki bugün en muhafazakar dindarlar bile eğer kamuoyunu etkilemek istiyorlarsa bu hümanist söylemi benimsiyor görünüyorlar. On yıldan beri İsrail’deki LGBT topluluğu Kudüs sokaklarında Onur Yürüyüşü düzenliyor. Anlaşmazlıklarla parçalanmış bu şehrin ahenkli bir gösteriye tanıklık ettiği o günde, dindar Yahudiler Müslümanlar ve Hıristiyanlar bir anda ortak bir söylemde birleşiveriyor. Ne ilginçtir ki Onur Yürüyüşü’ne karşı duydukları öfkeyi dile getirirken, Tanrı eşcinselliği yasakladığı için bu etkinlik düzenlenmemeli,” demiyorlar. Bunun yerine her fırsatta mikrofonlara ve televizyon kameralarına, “Kutsal şehir Küdus’ün sokaklarında bir Onur Yürüyüşü görmek bizi derinden yaralıyor. Eşcinseller nasıl hislerine saygı duyulmasını istiyorlarsa onlar da bizimkine saygı duymalılar” benzeri beyanatlarda bulunuyorlar.
7 Ocak 2015’te fanatik Müslümanlar Hz. Muhammed’in karikatürünü yayımladıkları gerekçesiyle Fransız dergisi Charlie Hebdo’yu basarak çalışanlarını katlettiler. Takip eden günlerde Müslüman kuruluşlar saldırıyı lanetlerken bir “ama” eklemeden edemediler, örneğin Mısırlı Gazeteciler Sendikası, şiddete başvuran teröristleri lanetlerken bir nefeste, “dünyanın dört bir yanında yaşayan milyonlarca Müslümanın kalbini kırdıkları için,” dergiyi de kınadı. Sendikanın Tanrı’nın emirlerine karşı geldiği gerekçesiyle dergiyi suçlamadığının da altını çizmek gerek; işte ilerleme diye buna diyoruz.
Yuval Noah Harari
Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi