Onun filmlerini keşfettiğimde bu bir mucize gibiydi. Birden kendimi hiçbir zaman anahtarını elde edemediğim bir kapının önünde buldum. Benim her zaman girmek istediğim, onun ise çok kolaylıkla hareket ettiği bir odanın kapısı. Benim için Tarkovsky gelmiş geçmiş en büyük yönetmendir.
Filmlerimdeki ritim masa başında senaryodan doğar, kamera karşısında da yaşamaya başlar. Her tür doğaçlama bana yabancıdır. Eğer çabuk karar vermeye zorlanırsam ter içinde kalır ve korkudan kaskatı kesilirim. Film çekimi benim için ayrıntılı planlanmış bir yanılsamadır; yaşadıkça bana daha da aldatıcı görünen bir gerçeğin yanılsaması. Film, belge olduğu zamanın dışında bir düştür. Bundan dolayı Tarkovsky sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. O, düşsel mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki! Düşlerini bütün iletişim araçlarının en zoru, ama bir anlamda en isteklisi aracılığıyla görünür kılabilen bir gözlemcidir. Ben, bütün hayatım boyunca onun büyük bir doğallıkla dolaştığı kapıları yumrukladım durdum. Ama bu kapılardan içeri ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildim…
Eskiden çocuklar suçlu bir vicdana sahip olarak yetiştirilirdi. Ben de öyle yetiştirildim. Ne var ki bir gün bu yükü daha fazla taşıyamayacağıma karar verdim ve suçluluk duymaktan vazgeçtim.
Ben bir sahne gördügümde, çok sık bir şekilde gözlerimi yaklaştırıp dinlerim onu, çünkü o sahne iyi ses veriyorsa, aynı zamanda iyi görünüyor demektir.
Persona, yaratıcısını kurtaran bir yaratıdır. İki kez zatüre ve antibiyotik zehirlenmesinden mustarip bir hastaydım. Kelimenin tam anlamıyla üç ay boyunca dengemi kaybettim… Hastanedeki yatağımda oturup tam önümdeki kara bir lekeye baktığımı hatırlıyorum çünkü kafamı oynatsam bütün oda dönmeye başlıyordu. Artık hiçbir şey yaratamayacağımı düşündüm. Bomboştum, neredeyse ölüydüm… Bir gün birden, iki kadının yan yana oturup ellerini karşılaştırdıklarını düşünmeye başladım. Bu tek sahneyi muazzam bir güç sarfederek not edebildim. Sonra, birinin konuştuğu ötekinin sustuğu iki kadın hakkında çok küçük bir film yapabilsem -belki 16 mm- benim için o kadar zor olmayacağını düşündüm. Her gün biraz biraz yazdım. Öyle hastaydım ki uzun metrajlı bir film yapmak henüz aklımdan geçmiyordu. Ama kendimi buna alıştırdım. her sabah onda, yataktan kalkıp masaya geçtim, oturdum, bazen yazdım, bazen yazamadım. Hastaneden çıktıktan sonra, deniz kıyısına gittim. Hâlâ hasta olduğum halde senaryoyu bitirebildim ve planı gerçekleştirmeye karar verdik. Yapımcı çok anlayışlıydı. Sürdürmemi, pahalı bir proje olmadığı için kötü olsa bile her an bırakabileceğimizi söyleyip durdu. Temmuzun ortasında filmi çekmeye başladım. Hâlâ hastaydım, ayağa kalktığımda başım dönüyordu (…) bir gerçeklik krizi beni düşüncemi açıklamaya yöneltti. Gerçek nedir ve kişi ne zaman gerçeği söylemelidir? Cevabı o denli güç geldi ki sonunda gerçekliğin tek biçiminin sessizlik olduğunu düşündüm. Sonunda, bir adım daha ileri giderek, bunun da bir rol, bir cins maske olduğunu keşfettim. İhtiyaç duyulan şey bir adım ötesini bulmaktır.
Yetiştirilmemizde çoğunlukla suç, itiraf, ceza, bağışlanma, lütuf gibi kavramlar; çocuk, anne-baba ve tanrı arasındaki ilişkilerdeki somut unsurlar temel alınmıştı. Bunların tümünde kabul ettiğimiz ve anladığımızı sandığımız doğal bir mantık hüküm sürerdi. Nazizmin tuzağına bu kadar kolay düşmemizde bu gerçeğin etkisi olabilir. Özgürlük sözcüğünü hiç duymamıştık, hele özgürlüğün tadının nasıl olduğunu hiç bilmiyorduk. Hiyerarşik bir sistemde tüm kapılar kapalıdır. Cezalandırılma doğaldı, hiçbir zaman sorgulanmadı. Çabuk ve basit olabilirlerdi, yüze bir tokat, kıça bir şaplak gibi ama aşırı karmaşık ve kuşaklar boyu incelmiş cezalar da vardı.
Ernst lngmar (kendisi) sık sık ve kolayca yaptığı gibi altını ıslattığında günün geri kalan kısmını dize kadar inen kırmızı bir eteklikle geçirmek zorundaydı. Bu zararsız ve gülünç kabul edilen bir cezaydı. Önemli suçlar, suçun ortaya çıkmasıyla başlayarak örnek cezalar oluştururdu. İlk elde suçlu suçunu itiraf ederdi, yani hizmetçilerin, annemin ya da çeşitli nedenlerden dolayı papaz evinde kalan kadınlardan birinin önüne çıkıp anlatırdı. İtiraf etmenin anında doğurduğu sonuç, toplumdan dışlanmaktı. Hiç kimse suçluyla konuşmaz, onu yanıtlamazdı. Anlayabildiğim kadarıyla bunun amacı suçlunun cezalandırılmaya ve bağışlanmaya özlem duymasını sağlamaktı. Öğle yemeği yenip kahveler içildikten sonra taraflar babamın odasına çağrılır, sorgulama ve itiraflar yinelenirdi. Bundan sonra halı dövme sopası getirilir, kaç sopaya hak kazandığını suçlunun kendisi belirlerdi. Ceza tespitinden sonra sıkı doldurulmuş yeşil bir yastık getirilir, pantolonlar ve donlar aşağıya indirilir, yastığın üzerine yüzükoyun yatırılırdık; birisi boynumuzu sıkıca tutar ve dayak faslı başlardı. Bu cezanın fazla can acıtıcı olduğunu iddia edemem. Asıl acıtıcı olan dayak töreni ve aşağılanmaydı. Cezanın en kötüsünü ağabeyim alırdı. Annem çoğu kez onun yatağının kenarına oturur, halı dövme sopasının zedelediği ve yer yer kanlı kabarcıklar oluşturduğu sırtına pansuman yapardı. Ağabeyimden nefret ettiğim, birdenbire patlayan öfkelerinden korktuğum için, onun böylesine şiddetli cezalandırılmasını görmekten pek hoşnut olurdum. Dayak faslı bittikten sonra babamın elini öpmek gerekirdi ve böylece bağışlanma ilan edilir, suç yükü hafifler, bunu ferahlama ve dua izlerdi. Elbette yemek yemeden ve gece okumalarını yapmadan yatmak zorundaydık, gene de önemli ölçüde rahat bir soluk alınırdı.
Büyülü Fener
Afa Yayıncılık, 1990, s.12-13