Ah, Asuman!*
Otobüsün sarsılmasıyla gözümü açtım. Şoförün iki sıra arkasındaki koltukta oturuyordum. Saat gecenin ikisiydi, yolcuların çoğu uyukluyordu. Önümüzdeki kamyonun hemen arkasından yavaş yavaş rampayı tırmanıyorduk. Gözlerimi kapadım, tekrar uyurum niyetine. İki üç dakika sonra gözlerimi açtığımda, halen aynı kamyonun arkasında aynı hızla gitmeye devam ettiğimizi gördüm. Bütün arabalar yanımızdan hızla sollayıp gidiyordu. Bizimki ısrarla kamyonu iki metreden takip ediyordu. Bizim kaptan adeta seyrüseferin tadını çıkarıyordu. Dayanamadım, sessizce kalktım, şoförün kulağına eğilerek, “Hayırdır kaptan, bir sorun mu var? Niye sollamıyorsun?” dedim. Başım çevirmeden, dikiz aynasından bana baktı.
“Yok, öylesine takıldık, gidiyoruz işte, bir sıkıntı mı var?” dedi.
“Hayır ya, sadece merak ettim, herkes sollayıp geçerken biz ne zamandır böyle…”
Başıyla muavin koltuğunu işaret ederek, “Geç otur,’ dedi.
Hafif bir tereddütten sonra açtım muavin koltuğunu, oturdum.
“Öğrenci misin delikanlı?” dedi kaptan.
“Evet, Ankara Hukuk’ta okuyorum,” dedim.
“iyi, güzel okulmuş,” dedi.
“Eh işte,” dedim, hafif gururlanarak.
“Bak kardeş,” dedi kaptan, başıyla öndeki kamyonu göstererek. “Görüyor musun?” Gayri ihtiyari dönüp baktım, evet görülmeyecek gibi değildi, eşşek kadar kamyon.
“iyice bak,” dedi, “ne görüyorsun orada?” “Neyi?” dedim. “Şu kadın!” dedi.
Dönüp bir daha baktım kamyon kasasının arkasına. Evet, kasanın iki tarafına monte edilmiş, dikdörtgen şeklinde iki kadın resmi vardı. Daha doğrusu aynı kadının simetrik konmuş iki resmiydi bu. Neredeyse her kamyonun arkasına asılan klasik kamyon aksesuarlarmdandı.
“Neolmuş Ona?” dedim.
“Asuman O!” dedi.
“Kadının ismi mi Asuman?” dedim.
“Evet,” dedi, derin bir iç çekti. “Tanıyorum bu kadını, hem de çok iyi tanıyorum.”
Gülümsedim. “Bütün kamyonların arkasında var bundan,” dedim.
“Doğru, ama hepsi Asuman değil. Bir sürü farklı resim var,” dedi.
“Olabilir, hiç dikkat etmemiştim,” dedim.
“Ben de fazla dikkat etmezdim. Ta ki Asuman’ı tanıyıncaya kadar,” dedi.
“Gerçekten de tanıyor musun?” dedim herhalde.
“İstanbul’da, barda tanıştık, altı sene önce.”
“Ciddi misin kaptan? İşletme beni.”
Küçümser bir bakış attı bana, kenardan uzun Parliament paketini aldı, bana uzattı, tereddüt ettim, “Al al,” dedi. Aldım bir tane, bir tane de kendisi aldı, ağzının kenarına iliştirdi. Bıyıklarının ortası sigaradan kahverengiye dönmüştü. Sigarasını yakıp çakmağı bana uzattı. Derin bir nefes çekti, burun deliklerinden koyu bir duman süzüldü otobüsün içine. Düğmeye basıp yan camı hafifçe açtı. Koltuğunda sağa sola kıvrılıp iyice yerleşti. Belli ki Asumana hazırlanıyordu. Ben de rahatça oturuyormuş gibi yapıp “Eh bari, dinleyelim” pozisyonuna geçtim. Nasıl olsa uyku kaçtı.
“İstanbul’a sefer yapağımız zamanlarda bazı geceler öylesine barlara takılırdım,” diye giriş yaptı. Derin bir nefes daha çekti sigaradan, gözlerini öndeki kadın resminden ayırmadan devam etti: “Aksaray’da bir barda sahneye çıkıyordu. Güzel de okuyordu. İnanmayacaksın ama, aynen filmlerdeki gibi, görür görmez vuruldum. Sahneden ininceye kadar gözlerimi ayıramadım. O da fark etti beni. Neyse uzatmayayım, kalktım gittim yanına, ‘Ben Fahri,’ dedim. ‘Ben de Asuman,’ dedi, elimi sıktı. Sanki kor bir ateş parçasını elime tutuşturmuşlar gibi bütün vücudum yanmaya başladı. Kendi kendime, ‘Oğlum Fahri, boku yedin,’ dedim. İnsan en iyi kendini bilir tabi, o dakka kalbim cız etti. ‘Birlikte çıkalım,’ dedim, ‘Yarın akşam gel,’ dedi. ‘Gelemem, sefere çıkacağım,’ dedim, ‘Kamyoncu musun?’ dedi. ‘Yok, otobüs şoförüyüm,’ dedim. ‘Nereye?’ dedi, ‘Diyarbakır’a,’ dedim. ‘Eh, artık bir dahaki sefere kaptan,’ dedi. Ayıp olmasın diye ısrar da etmedim daha fazla. On gün sonra İstanbul’a sefer çıktı yine. Diyarbakır’dan İstanbul’a nasıl gitmişim hatırlamıyorum bile, kafam leyla gibiydi, yüreğim mecnun.”
Bir nefes daha çekti, yoğun dumanı serbest bıraktı ağzından, kafası bir anlığına dumanın içinde kayboldu. Sigarayı tuttuğu elinin serçe parmağıyla kulağını karıştırırken devam etti.
“Gittim buldum velhasıl, beraber çıktık bardan o gece, paçacı çorbacı falan derken arayı iyicene hoş ettik. O’nun da kanı kaynadı bana, epeyce dertleştik. Evinde kaldım o gece. Öğleden sonra da tekrar Diyarbakır’a devam. Uzatmayayım, bir sene böyle geçti. Ben her İstanbul seferinde ondaydım. ‘Gel’ dedim, ‘seni Diyarbakır’a götüreyim, ev tutarım, rahat edersin, çalışmana da gerek kalmaz’. Aynen böyle dedim.”
“Yav kaptan, iyi hoş da, bildiğimiz Türk filmi anlatıyorsun bana,” diyerek araya girdim. Hafiften başını iki yana sallayarak gülümsedi.
“İstersen anlatmayayım,” dedi, gücenmiş bir tavırla.
“Yok yok, kusura bakma, yani aynen Türk filmi gibi olmuş,” dedim.
“inan ki aynen öyle kardaş,” dedi.
Yan taraftaki telefon ahizesini kaldırıp muavini çağırdı. Uykulu gözlerle geldi muavin. “Bize iki kahve yap getir, duble olsun,” dedi. “Bir de ayakta uyuma, yolcuları bi kontrol et,” diyerek hafiften çıkışmayı ihmal etmedi. Hemen geldi kahvelerimiz.
“Neyse kardaşım, evimi barkımı yıktım Asuman için, üç çocukla baş başa bıraktım bizim avradı, terk ettim evi. Asumana Diyarbakır’da ev tuttum, imam nikâhı da yaptım. Bizim karıyı da boşamadım, ama Allah var, nafakalarını da eksik etmedim. Kafam şişirmeyeyim, sonunda bu iş yürümedi, terk etti beni Asuman. Bir gün eve geldim ki ev bomboş, tamtakır. Kısa bir not bırakmış sadece. ‘Eşyaları nafaka niyetine say, peşimden de gelme! Asuman’. O gece otelde kaldım, sabah çiçek yaptırdım, aldım bizim hanıma gittim. ‘Allah var, bizim hanım vefalı, emektar kadındır. Haldan da anlar,’ dedim. Çiçekleri kafama geçirdi, yedi sülaleme de dümdüz gitti. ‘Haklıdır/ dedim, ‘biraz zaman geçsin sakinleşir’ dedim. Nerdee, bizim karı beni iki celsede boşadı, kaldım ortada öyle mal gibi.”
Gözlerini öndeki kamyonun arkasına sabitleyip derin bir of çekti.
“Ah Asuman, ah! Evimi barkımı yıktın, viran ettin beni… Böyle işte delikanlı, bu Asuman o Asuman işte,” dedi. “Arada bir fotomodellik de yapardı, bu da o resimlerden biridir. Orjinali de var bende. Hangi kamyonun arkasında görsem takılır giderim böyle, ayrılamam peşinden. Neyse ki çok fazla Asuman resimleri yok kamyonlarda, yoksa yol mol gidemezdim yeminle,” diyerek acı acı gülümsedi.
“Böyle yol gitmek tehlikeli değil mi peki kaptan, anlatırken bile dalıyorsun, gözlerini kapatıyorsun,” dedim.
“Yok yok, dikkati elden bırakmıyorum, ama insan hayal kurarken gözlerini kapatır, hiç kimse hayallerimizi görmesin diye yaparız aslında, gözlerimizi kapatınca kendimizden bile saklarız hayallerimizi. İçimizdeki gerçek biz, o hayaldeki biziz aslında,” dedi.
“Ne diyeyim kaptan, şaşırdım valla (senin Asuman da Nietzsche gibi, ‘Bir kere keşfettin mi kolayca bulursun artık beni, bundan sonraki zorluk beni kaybetmek olacaktır,’ demiş diyecektim, vazgeçtim). Ama uzun yol şoförü olarak bu kadar can sana emanet. Yine de Allah korusun, dikkatli olmak lazım” dedim.
“Tabi,” dedi, “o ayrı, ama bazen düşünüyorum böyle.. Ölümün, ölmenin bir sürü çeşidi vardır: Yanarak, düşerek, boğularak, sürünerek, öylesine, kahramanca ya da sebepsiz ölmek. Bunların hepsi yaşamanın çeşitleridir aynı zamanda, tuhaf değil mi?” dedi.
“Değişik bir adamsın kaptan, ilginç yani,” dedim. Döndüm tekrar, baktım Asuman’a, öyle yan tarafının üstüne uzanmış, dirseğini bir puf mindere dayamış, eli yanağının altında, şuh bir bakış, aşırı makyajdan yüzü neredeyse kıpkırmızı. İçimden, “Vay be, Asuman ha!” dedim. Döndüm kaptanla göz göze geldik, yüzünde hınzır bir gülümseme vardı.
“Sen avukat mı ohcaksın?” diye sordu.
“Büyük ihtimalle,” dedim.
“Maşallah, cin gibisin, kime avukatlık yapsan Allah onun yardımcısı olsun,” dedi. “Niye ki kaptan?” dedim.
“Bak gözüm,” diyerek gülümsedi. “Sen uyuyordun herhalde, otobüs arıza yaptı, biz de aha bu öndeki kamyonun arkasına bağladık otobüsü, bizi Gavur Dağı’nın tepesine kadar çekecek. Biraz eğilip öne bakarsan çekme halatını görürsün,” dedi.
İnanmak istemedim önce, hafiften ön cama doğru eğilip bakınca halatı gördüm. Asuman resmen bizi çekiyordu. “Durdurun, ben ineceğim ulaan!” diye bağırmak geldi içimden, fakat yapacak pek bir şey yoktu, yemiştim zokayı bir kere. Kaptan pis pis sırıttı, ya da bana öyle geldi, muavini çağırdı yine.
“Bu talebeye kolonya ver, gidip biraz nefes alsın yerinde,” dedi.
“Helal olsun sana kaptan, resmen ezdin beni,” diyerek yerime geçtim. Muavin de üstüne tuz biber olsun diye gerçekten kolonya getirdi, birkaç damla avucuma döktü, sırıtarak “Geçmiş olsun abi,” dedi. Kaptan da dikiz aynasından bakıp bıyık altından gülmeye devam ediyordu.
Aradan uzun yıllar geçti. Avukatlık büromdan içeri girince hemen tanıdım. Fahri Kaptan’dı. Buyur ettim oturttum, çay söyledim. Şakakları iyice beyazlamış, pos bıyıkları iyice sarıya dönmüştü. Zayıflamış, hafiften de kamburu çıkmıştı. Tanımadı beni, aradan onca yıl geçmiş, zaten hatırlayacak bir halde değildi. Üniversitede okuyan oğlu bir gösteriden sonra tutuklanmış, iki aydır avukat bulamamışlar. Beni önermiş bazı arkadaşları. “Tamam,” dedim, “dosyaya bir göz atayım, yarın gel, konuşuruz.” Kalktı iki eliyle elime sarılıp eğildi, ben de eğildim, uğurladım, gitti. Oğlunun davasını aldım, oğlan dört ay sonra tahliye oldu, sonra da beraat etti. Tahliyeden sonra oğlunu da yanına katıp çiçek çikolatayla büroya, teşekküre geldi.
“Niye,” dedi, “niye benden para almadın?”
“Sen beni hatırlamadın, değil mi Fahri Abi?” dedim. Bir an şaşırarak gözlerini bana dikti, bir müddet zorladı hatırlamak için.
“Kusura kalma,” dedi, “nerden hatırlamam lazım?” “Asumandan,” dedim.
Birkaç saniye donmuş gibi kaldı öylece, önce gülümsedi, sonra da bir kahkaha patlattı. Kalktı, sarıldı bana.
“Vay be! Ama o gün ben ne demiştim sana?” dedi. “Ne demiştin Fahri Abi?”
“Sana demedim mi sen büyük adam olacaksın, kimin avukatı olsan yaşadı, demedim mi?”
“Demez misin hiç Fahri Abi, dedin tabi.”
Neşesi bir başka olmuştu, iki eski ahbap havasında konuşuyorduk artık. Oğluna bakarak “Biz ta o zaman tanışmıştık,” diye başlayarak otobüs yolculuğunu, maceranın “vahim” kısmına hiç girmeden anlattı. Kalktılar, kapıya kadar yolcu ettim. Tam kapıdan çıkmış gidiyorlardı ki arkasından “Fahri Abi!” diye seslendim.
“Buyur kurban,” dedi.
Sekreter masasının üstünde duran kolonyayı aldım, avuçlarını uzattı, döktüm. “Geçmiş olsun abi!” dedim İçten bir gülümsemeyle baktı bana.
“Biliyorum biliyorum,” dedi, “hele dur bakalım, bunun altından nasıl kalkacağız.” Başını sallaya sallaya gitti.
Selahattin Demirtaş
Kaynak: Seher
*Senaryosunu Gaye Boralıoğlu’nun yazdığı, Ümit Kıvanç yönettiği, Settar Tanrıöver ve Halil Babür oyuncu olarak yer aldığı film 2019 Antalya Altın Portakal Kısa Film Yarışması’na katıldı.