İcatlar, Buluşlar Keşifler – Gülse Birsel | İnsanlar neyi, niye icat ettiklerini biliyorlar mıydı?

Tükenmez kalemi kim icat etti, icat edeni bırak, hangi salak tükenmez kalem adını verdi? Bu ismi verdikten sonra, kalem tükendiğinde ne yaptı? Yoğurt nasıl icat edildi? İcat edilen ilk yoğurda, nasıl yoğurt mayası katılabildi?  İlk mayayı kim icat etti? Zeytinyağlı yaprak sarmasıyla mantıyı icat eden kadının, aklın-dan zoru mu vardı? Yoksa çok mu sıkılıyordu?
Fotoğraf makinesini icat eden insan mı, fotoğraflara sırıtarak poz verilmesi gerektiği kuralını koydu? Yoksa, o ilk fotoğrafı çekerken, fotoğrafını çektiği arkadaşı, onun elinde tuhaf bir makineyle halini, çok mu komik buldu da güldü ve böyle bir gelenek yerleşti. Elektro gitarı icat eden adam, gerçekten “dıjınvaauv” sesini akustik gitar sesinden daha çok mu beğendi de, icadını piyasaya sürdü? Şemsiyeyi icat eden adam, o şemsiyeyi bir yerde unuttu mu? Örnekler çoğaltılabilir, sizi baymayayım.

İcatlar, Buluşlar Keşifler

İcat çıkarmışlar, elbette denedik!
Olay şu: Koskocaman bir küvet. Elips şeklinde, ama geniş ve uzun. Tepesinde bombeli bir kapağı var. İçinde kırmızı ışık, düğmeler ve iki karış yüksekliğinde su.
Bilet al, otel ayarla, alışveriş yap, bavul hazırla, para harca, evi kapat, anahtarı komşuya ver, telaş et, koştur, göç et…
Neden?
Şehirleri bırakıp, uzaklarda tatil yapmak için.
Niye şehirleri bırakmak istiyorsak bu kadar…
Kendi hesabıma hiçbir zaman metropollerden kaçma isteği duymadım. Tam tersi, gittiğim kasabalarda, yazlık köylerde zaman zaman, mesela bir kırkayak, tepemde uçan bir yarasa, orada olmayan bir sinema, bir kitapçı veya sadece gürültüsünü aradığım için, şehirleri özledim.
O yüzden, köşemde “En sonunda ben de şehir dışındayım. Bulunduğum yerde bilgisayar ve telefon yok. Haftaya yazacağını” cümlelerini okuyan tanıdıklar şaşkınlık içinde beni aradılar:
“Gülse? Ne o? Kelebekler Vadisi’nde misin? Orada çadırda kalınmıyor mu?”
İşin aslını anlatayım: Bodrum’daydım.
Daha doğrusu hâlâ Bodrum’dayım. Ve bildiğiniz gibi burası, telefonu, bilgisayarı, internet kafeleri, uydu antenleri, alışveriş merkezleri, gittikçe çoğalan siteleri, gittikçe çoğalan paparazzileri, gittikçe çoğalan tekneler ve kalabalık yüzünden denize tercih edilen havuzlar, yükselen gayrimenkul fiyatlarıyla, yer yer metropol olmaya doğru dev adımlarla koşuyor.
Şikâyet ettiğimi sanmayın. “Her şey olduğu gibi kalsın, dükkân İM. açılmasın, araba geçmesin, o fakir balıkçı köyü hep öyle yalnız ve fakir kalsın, biz de arada gidip denizin, sessizliğin, ucuzluğun keyfini çıkaralım”cı bencillerden değilim. Bodrum’u bu haliyle de çok severim.
Ders: Refleksoloji
“Burada telefon ve bilgisayar yok”un ne kadar palavra olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Olay şu: Koskocaman bir küvet. Elips şeklinde, ama geniş ve uzun. Tepesinde bombeli bir kapağı var. İçinde kırmızı ışık, düğmeler ve iki karış yüksekliğinde su.
Debbie’yle birlikte başında dikiliyoruz.
Debbie, ayağın çeşitli noktalarının vücuttaki organlarla ilişkisinden yola çıkarak ayak masajıyla bir çeşit arındırma olan “ref-leksoloji” uzmanı.
Biraz önce bir ışık ve mercekle gözlerimi muayene edip, sağlığım ve kişiliğim konusunda tahliller yapmış: “Mideniz biraz hassas. Vücudunuzu beyniniz yönetiyor. Biraz da vücudunuzu dinleyin. Ayrıca hayattaki her şey sizin kontrolünüzde olamaz, biraz kendinizi bırakın.” Bunun adı da iridoloji!
Sonra aklına gelmiş: “Kendinizi bırakıp, gevşeyeceğiniz bir yer biliyorum.” Ve işte orada, mucize küvetin başındayız!
O iki karış yüksekliğindeki suyun içinde, çok özel bir tür tuzdan bol miktarda var. Yani suyun yoğunluğu deniz suyunun kat kat üstünde, dolayısıyla kaldırma kuvveti de çok yüksek. O suya yatıp kendinizi bırakacaksınız, kapak kapanacak. Ses geçirmeyen küvetinizde, suyun üzerinde yaprak gibi yüzeceksiniz. Tam bir saat! Sonra çok dinlenmiş kalkacaksınız.
Gazeteciyiz ya, hiçbir şeyden eksik kalmayacağız ya.
“Ben bu otele arkadaşlarla bir şeyler içmeye gelmiştim, ne işim var?” falan diyen yok!
“Tamam,” dedim, “deneyeyim!”…
Kulaklarıma tıkaçlar tıkadım. Boynumun altına şişme bir yastık verdiler. Suya girdim. Daha doğrusu, üzerine yattım!
Debbie, kapağı kaparken sırıttı: “Umarım kapalı kalma fobin yoktur. Sıkılırsan solundaki düğmeye bas, kapak açılır,” dedi ve “tlonk” diye kapattı.
Suyun üzerindeyim.
Yavaş, çok yavaş hareketlerle sağa sola kaydığımı hissediyorum. Bazen omzuma küvetin duvarlarından biri değiyor.
10 dakikalık bir klasik müzik, sonra susuyor.
Tam sessizlik. Kusursuz sessizlik…
Öyle “Ay bizim yazlık çok sessiz”deki gibi ağustosböceği cırıltısı, uzaktan çocuk ağlaması, patlıcan biberci bağırışı, dalga sesi falan değil…
Çöldeki gibi. Çıt yok.
Önce biraz debeleniyorum.
Işıklara bakıyorum, sorumdaki düğmeyi kontrol ediyorum. Yastığı düzeltiyorum. Kafam her zamanki gibi telaşlı: Burada bir saat geçirsem, sonra çıksam, bir şeyler içsem, eve dönsem, yazı yazsam, akşama yazıyı geçsem… İnternette problem çıkar mı acaba…. Kulağıma su kaçsa tuz zarar verir mi? Bu su cilde iyi mi gelir, kurutur mu? Kız çıkarken kapıyı kilitledi mi? Kilitlediyse anahtar odanın neresinde? Bu küvetin havalandırma yeri şu mu? Aksam yemeğini ne yapsak?
Su Yumuşacık…
Derken yavaş yavaş sessizliğe ve hissizliğe teslim oluyorum.
Yatakta yatar gibiyim ama bir farkla. Yatak sert bir şeydir. O yüzden tek pozisyonda yatarsanız vücudunuz tutulur. Sürekli dönmek zorundasınızdır. Çünkü sizin yatağa yaptığınız baskının benzerini, yatak da size yapar.
Su öyle değil. Yumuşacık. Bir süre sonra bu vücut sıcaklığının biraz üzerinde ılık suyu da hissetmemeye başlıyorsunuz. İş havada yatmaya dönüyor. Müthiş bir duygu.
Tatil kitaplarımdan biri Engin Geçtan’ın ” Hayaf’ı.
“Büyük kent insanının sık kullandığı uyuşturuculardan biri de hız. Aynı şey, telaşsız da aynı sürede yapılabilir, üstelik yapılacak şeye ayrılan zaman ve enerjinin bir bölümü seferberlik sırasında tüketilmeden. Ama hız, insanın içindeki boşlukla yüzleşmemesi için çağdaş normların da pekiştirdiği ve uyuşturucu niteliği kazandığında yavaşlatılması zor bir araç,” diyor yazar.
Bense iyice yavaşlamışım, hatta duruyorum. Hatta hatta, zaman yok ki.
Aklımda kitap, kulağımda nedense Aerosmith’in bir şarkısının sözleri: “Life’s a journey, not a destination… ” (Hayat bir yolculuktur, varış yeri değil …) On bir yaşındayım, kolej imtihanlarına hazırlanıyoruz. Her günümüz planlı. Okul, kurs, ödev.
Bir dergide My Melody isimli bir parfümün reklam fotoğrafını görüyorum. Bir genç kız, üzerinde bir kot tulumla, çıplak ayaklar, yan gelip kâğıttan yapılmış bir kayığın içine yatmış. Elleri başının arkasında, gözler kapalı ve gülümsüyor. Denizin ortasında…
On bir yaşındayım.
Resme bakakalıyorum. O kızın yerinde olmak için bütün plaklarımı, bebeklerimi (zaten artık sevmiyorum onları), giysilerimi veririm diye düşünüyorum…
O gün bugündür, uykuya dalmadan, gevşemek için o resmi gözümün önüne getiririm.
Küvetteyim…Öylesine suda yüzüyorum. O kâğıt kayıktaki kız gibi.
Söylenenlere göre bu “Floatation tank”de geçirilen l saat, 9 saat uykuya bedelmiş. Bana daha da iyi geldi.
Kalktığımda pelte gibiydim. Hemen gazetemin “yetkililerine” bir mesaj yolladım:
“Yazıyı yazmam mümkün değil. Yıllık izin mizin, bir şey koyun. Bulunduğum yerde ne telefon var, ne bilgisayar, haftaya anlatırım” diye…
Sen al bunu, olduğu gibi yaz gazeteye! Maksat beni okura rezil rüsva etmek! Ben de, ya bir sonraki yazıyı kurtarmak için Kelebekler Vadisi’ne gidip izlenimde bulunacağım ya da “Sevgili okurlar, evet, ben tembelim, ne yapalım!” diye itiraf edeceğim!
Hahhayt!
Tabii onlar bu “floatation tank” işini hesaba katmadılar.
Tatile çıkamadıysamz üzülmeyin, alın elinize sofra tuzu, doldurun küveti, kapayın kapıları, koyun bir müzik.
Atlayın kâğıt kayığınıza gidin…
TROLEYBUSU kim İCAT ETTi?
Toplu taşıma araçları, şehirlerin kişiliğidir bence.
Benim bu konuda merak ettiklerimden biri, 70’li yıllarda İstan-bul’da yaygın kullanılan troleybüslerin kimin fikri olduğudur.
Hatırlarsanız bu araçlar, tepelerinden antenlerle kablolara bağ-»ydılar ve genellikle dururlardı. Yani hareket ettikleri ender görülürdü.
Neden?
E elektrik yoktu!
Türkiye’nin en çok elektrik kesilen döneminde, evlere bile doğru dürüst elektrik verilemezken ve her evde çeşitli çap ve ebatlarda mum, gaz lambası, ışıldak ve türevlerinin, koltuk kanepeden daha demirbaş bir durumda olduğu yıllarda, neden elektrikle çalışan bir
toplu taşıma aracı?
Bunu, hangi geri zekâlı akıl etti?
Elektrik kesintilerinden haberi mi yoktu? Onun yoktu diyelim, kimse çıkıp: “Kardeşim manyak mısın, ikide bir elektrik kesilecek, bu aletler yolun orta yerinde kalacak, köşeleri dönerken yolları kapa-yacak, trafik felç olacak,” demedi mi?
Gerçekten ilginç bir belediyecilik seçimidir. Derken teker teker yetmedikleri için körüklü otobüsler çıktı. Körüklü otobüsler yapışık ikizlere benzerler. Hep üzülmüşüm’ dür. Kendilerine ait bir kişilikleri, direksiyonları, giriş çıkış kapıları yoktur. Reklam panoları bile ortaktır. Ve aynı Siyam ikizleri gibi bir’ likte hareket ettiklerinden hantal ve yavaştırlar. Köşeleri dönemez’ ler, yavaş giderler, yokuş çıkamazlar, insanı yüreği parçalanır.
Toplu taşıma, eğer metro yaygınlaşmazsa, ben ve benim gibiler için malzeme olmaya devam edecek. Bunu hissediyorum.
ELEKTRONİK BEBEKLER
Yıllardır bir şeyler icat ediyorlar. Bulaşık makinesi, mikrodalga
fırın, faks.
Bence bu işi yapan insanlar şu anda korkunç bir gerçekle karşı
karşıya: İcat edilecek bir şey kalmadı.
Bunlar da vurdular kendilerini saçma sapan şeylere. Mesela cebe kolaylıkla sığabilecek, elektronik bebekler icat ettiler.
Bebeğe belli aralıklarla yemek vermen, uyutman, sevgi göstermen gerekiyor, ihmal edersen ölebiliyor bile.
Böyle saçma sapan şey olur mu? Bak, büyüt, besle, uykusuz kal, sonra ne mürüvvetini göreceksin onun?
Bir düğün, bir kına gecesi mi yapabileceksin?
Sünnet zaten söz konusu değil!
Bir askere gönderip ağız tadıyla ağlayabilecek misin?
Yaşlandığında, o düdük gibi alet mi bakacak sana?
Gereksiz şeyler bunlar.
Robot köpeklerle ilgili düşüncelerim de aynı. Ben insanın üzeri’ ne atlayıp yüzünü yalamayan, gerekli gereksiz, elinde torba olan herkese havlamayan köpeğe köpek demem!
Bence teknolojinin işi bitmiştir.
Kim, NEYİ, NİYE İCAT ETTİ?
insanlar icat yaparken neyi, niye icat ettiklerini biliyorlar mıydı
acaba?
Benim bu konuda bir dizi sorum var.
Tükenmez kalemi kim icat etti, icat edeni bırak, hangi salak tükenmez kalem adını verdi? Bu ismi verdikten sonra, kalem tükendiğinde ne yaptı?
Yoğurt nasıl icat edildi? İcat edilen ilk yoğurda, nasıl yoğurt mayası katılabildi?
İlk mayayı kim icat etti?
Zeytinyağlı yaprak sarmasıyla mantıyı icat eden kadının, aklın-dan zoru mu vardı? Yoksa çok mu sıkılıyordu?
Fotoğraf makinesini icat eden insan mı, fotoğraflara sırıtarak poz verilmesi gerektiği kuralını koydu? Yoksa, o ilk fotoğrafı çekerken, fotoğrafını çektiği arkadaşı, onun elinde tuhaf bir makineyle halini, çok mu komik buldu da güldü ve böyle bir gelenek yerleşti.
Elektro gitarı icat eden adam, gerçekten “dıjınvaauv” sesini akustik gitar sesinden daha çok mu beğendi de, icadını piyasaya sürdü? Şemsiyeyi icat eden adam, o şemsiyeyi bir yerde unuttu mu? Örnekler çoğaltılabilir, sizi baymayayım.
İCAT ÇIKARIYORUM: BOĞAZI DOLDURALIM
Herhalde duydunuz, Boğaz’a3. köprü yapılacakmış. Bence böyle geçici çözümler bizi kesmez. Dolduralım denizi olsun bitsin.
Yürüye yürüye karşıya gider geliriz!
Köprü trafiği falan kalmaz.
Ayrıca gemi battı, tanker patladı stresinden de kurtuluruz.
intiharlar da biter.
Bu Boğaz başımıza bela, ben size söyleyeyim!
Manzaralı ev kalmaz, sosyal eşitlik de sağlanır.
En önemlisi de, Asya’yla Avrupa arasında hakikaten köprü olmuş oluruz! Kars’a kadar Avrupa kıtasında sayılacağımızdan, belki Avrupa Birliği işi de daha erken hallolur.
Yani Türkiye’nin belli başlı tüm sorunları çözülür.
Gelin “he” deyin şu işe!
Kocaman, üç parça.
Üstelik yazı makinesinin aksine, yazıcı olmadan kâğıt çıkışı da alamıyorsun.
İkide bir kaydet ki yazılar uçmasın…
Neymiş, bütün dosyaları saklayabiliyorsun.
E benim çekmecem var! Üstelik çekmecenin aniden çöküp bütün dosyaları silmesi diye bir ihtimal de yok.
İşin gerçeği şu ki, bize yıllarca, dünyanın en pratik fikri diye, kocaman üç parça ve bir yazıcıdan oluşan, süper pahalı ve kullanması daha komplike bir daktilo sattılar!
Yani asıl parlak fikir, mucitlere değil, yine reklamcılara aitti.

***

(…) Bugün trend her gece dışarı çıkmaksa, gelecek yıl ev partileri moda oluyor.
“in- out” listelerinin ilk yapıldığı çocukluk günlerimizden beri evde oturmakla dışarı çıkmak, uzun etekle kısa etek, lüks yaşamakla mütevazı görünmek, evlenmekle bekâr olmak arasında gidip geliyor “trendsetter” güruh!
Onlar da şaşırdılar artık.
Elâlemin trendsetter’ı da ona göre. Madonna’nın yediği, Tom Ford’un diktiği, birkaç gün içinde dünyada hakikaten moda oluyor.
Bizde öyle mi ya? Sadece golf oynamakla, suşi yemekle, Yoshi Yamamoto tasarımı Adidas ayakkabı giymekle kalmıyoruz ki.
Aklıma Esin Maraşlıoğlu’nun blucininin içinden çıkan iç çamaşırı geliyor hemen.
lSonra tek el havada, Türkçe şarkılı, gay şarkıcılı barlara gidip peçete saçmak, ceket yakmak. St. Moritz’e gidip, pardon St. Mo-ritz’i işgal altına alıp otellerde kuzu çevirttirmek.
Bu örnekler söz konusuysa, bana yakıştırılan trendsetter’-hğı aynen iade ediyorum!
Trend yaratmak kolay iş değil tabii.
Bir kere iki kurala muhakkak uymanız gerekir:
• Ender görülen ve anatomik, gastronomik ve sosyal alışkanlıklarımıza ters bir şey olacak. (Bkz: Kalçada duran pantolon, soyadan peynir, sabah bire kadar evde oturup, ondan sonra gece hayatına akmak…)
• Ya çok uzun zaman önce terk edilmiş ya da uzun zaman tutmayacak, tuhaf bir eğilim olacak. (Bkz: Eve taş fırın koyup kendi ekmeğini yapmak, kâğıt elbiseler, sevgilisiz ve eşsiz, asek-süel yaşamak.)
Bir trendin tutup tutmayacağı testini şöyle yapabilirsiniz:
“Artık herkes…”le başlayan bir cümlenin sonunu, bulduğunuz abuklukla doldurabiliyor, ve bunun havalı bir derginin kapağına yazıldığında yadırganmayacağını, tam tersi, satış artıracağını düşünüyorsanız, siz artık bir trendsetter’smız!
“Artık herkes kebabı soğuk yiyor” bak olmadı!
“Artık herkes gay!” yaa, bak oldu!
Trend’de mantık arama!
Demek ki, trendin trend olup olmaması, hayatta gerçekleşmesi ihtimaline değil, kulağa nasıl geldiğine bağlı!
Takdir edersiniz ki, “herkes”, kimse bu herkes, cinsel tercihlerini değiştirmektense, kebabı soğuk yemeyi tercih edebilir.
Yani ilk trendin katılımcısı kesinlikle daha fazla olacaktır. Ama önemli olan bu değil, onu diyorum yani.
Benim nasıl trendsetter olduğuma gelince, tamamen, iş hayatında gencecik bir muhabirken, Aktüel’de beraber çalıştığım abla ve ağabeylerimle ilgili bir konudur.
Yıl 1991. Aktüel yeni çıkmaya başlamış. Kadro acayip. Türkiye’nin en iyi ekibi. Ve fakat o yaş grubu gazetecilerin hepsi 70’lı yıllarda, şu veya bu şekilde bir siyasi görüş sahibi olduklarından, çoğunun bir miktar içeride yatmışlığı var. Yine takdir edersiniz ki, insan bir süre hapiste kaldıktan sonra, öyle hemen gece hayatına, trendlere falan dalamıyor!
Bu sebeplerden, Aktüel’e girdiğim günden itibaren “trend, sosyete, eğlence ve diğer boş işler sorumlusu” ben oluverdim.
Haftanın trendi: Bikini izi!
Zaten yaş 19, şikâyetim de yok.
Her hafta toplantıda soruyorlar: “Eee, ne trendler var bu ara?” diye. Ben de kendimi paralaya paralaya bir şeyler bulmaya çalışıyorum.
O dönemin havalı eğilimlerinden bir hafta techno yazıyorum, bir hafta çevrecilik, öteki hafta Ortaköy’de rock barlar. (Tabii, işte böyledir, bugünün trendi, yarının demodelik abidesi).
Aradan yedi sekiz ay geçti.
Ben eteğimde ne varsa dökmüşüm. Her hafta trend bulunur mu? Bir toplantıda “Tamam,” dedim, “bu kadar benden. Bir ay bekleyelim bari, sonra yine bir şeyler çıkar.”
Ortalık karıştı. O esnada Vivet Kanetti, müthiş bir fikir getirdi:
“Kendi trendimizi kendimiz yaratalım!”
“Mesela?”
“Meselaaa, bikini izi! Hani yanarsın da, bikinin altındaki bölgeler beyaz kalır. Onu moda edelim!”
Birkaç erkek de “A hakikaten, çok seksi olur hatta,” der demez, Vivet aldı sazı eline:
“Tabii ayol. Nedir ki? Niye bu kadar abartıyorsunuz? N’o-lacak? Biz trend yaratmayacağız da kim yaratacak?”
Toplantıda bazıları onaylayarak hep bir ağızdan konuşmaya başladı.
Ben, işe bilimsel yaklaşarak itiraz ediyorum: “Yok ki böyle bir trend! Bir tane yapan bulun bakalım, yok ki öyle bir şey,” diye.
Beni destekleyenlerle, Aktüel’in kendi trendini “yaratması” gerektiğini düşünenler ikiye ayrıldı!
Kavga dövüş, iş, karşılıklı “Sizin kompleksiniz var” suçlamalarına kadar gitti ve neyse ki, “Underground Lezbiyenler” haberinin gündeme gelmesiyle duruldu!
O bikini haberi asla yapılmadı.
Herhalde benim itirazlarım ve pratik zorluklar yüzünden. Plajlar henüz dolmamıştı ve zannederim görsel malzeme eksikliği vardı!
Ama şimdi bazı dergileri elime alınca, “Hah,” diyorum, “işte bunlar yapmış!”
İnsan trendin kendine gelmesini beklememeli.
İnek trende bakılır gibi bakılmaz, herkesi boş vereceksin, kendi trendini kendin set edeceksin.
Bu yazının en manalı mesajı da buydu gerçekten!

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz