AKP’li yıllar boyunca çevre politikasını değerlendirdiğimizde tüm resmi belgelerde ve yetkililerin söylemlerinde “sürdürülebilir kalkınma” lafzının hatırı sayılır bir ağırlığı olduğu görülmektedir. Dahası “sürdürülebilir kalkınma” söyleminin sadece retorikte kalmadığını AKP hükümetleri dönemindeki on yıllık bir süreçte uygulana-gelen neo-liberal politikalar ile çevre politikalarının bir nevi tamamlayıcısı olarak ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Bu konuda AKP hükümetleri çok tutarlı davranmışlardır. Neoliberalizm nasıl sorgulanamaz bir amentü olarak kabul edilmişse, bu amentünün gereği olarak sürdürülebilir kalkınma söylemi de bu temel politikayı ve ideolojiyi destekleyen en önemli kaldıraç olarak görev yapmıştır. Birçok çevreci grubun, AKP’nin çevre politikalarını yeteri kadar sürdürülebilir kalkınmayı dikkate almadığı konusunda eleştirmelerine karşın, bizce AKP hükümeti kadar Türkiye’de bu kavramı hakkıyla uygulayan başka bir hükümet daha gelmemiştir.
O yüzden AKP’nin çevre politikasını ele almadan önce çevre politikasının temelini oluşturduğunu ileri sürdüğüm “sürdürülebilir kalkınma” söylemini kısaca ele alacağım. Yazının ikinci kısmında, AKP hükümetlerinin uyguladığı neoliberal politikaların kaldıracı ve meşrulaştırıcı kavramı olarak kullandığı “sürdürülebilir kalkınma” söylemi bağlamında AKP hükümetinin çevre politikasının ve sonuçlarının izini sürmeye çalışacağım. Son bölümde ise kendilerini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlayan AKP’nin çevre/ekoloji mücadeleleriyle olan imtihanından bahsetmeye çalışacağım.
“Sürdürülebilir kalkınma”ya genel bir bakış
Sürdürülebilir kalkınma kavramı kapitalist sistemin en son ve en kapsamlı krizini- ekolojik krizi aşmak için geliştirdiği ismi yeni, özü kadim bir söylemdir aslında. Bu kadim hikâyenin yeni çevreci-yeşil yüzüyle piyasaya sürülmesi kimseyi aldatmasın. Zira o kadim ve ölümcül özün çevreye yaydığı o kesif kokuyu, hiçbir yeşil örtünün saklaması ve hapsetmesi mümkün görünmüyor. O kesif ölümcül koku tıpkı diğer tüm kokular gibi ortalığa yayılmaya mahkûmdur. Bu kısa bölümde bu hikâyenin ana hatlarını ele almaya çalışacağım.
Sürdürülebilir kalkınmanın geçmişte izini sürdüğümüzde 200 yıllık bir ilerleme miti ve kapitalizmin başat rol oynadığı toplumsal ve iktisadi ilişkiler yumağıyla karşılaşırız. Sanayi devriminin ve kapitalizmin başat iktisadi yapı olmaya başlamasıyla ilk olarak İngiltere ve Avrupa’da başlayan kalkınmanın, sosyal inşası politik bir plana bağlı kalmıştır. Bu politik inşanın temelinde ekonomik alanı toplumsal ve kültürel özelliklerden azade ve özerk, her türlü sorgulamanın ötesinde, kendinden menkul bir alan olarak kabul eden iktisadi ideoloji yatmaktadır. Önce doğduğu topraklarda –İngiltere’de ve Avrupa’da şekillenen bu zalim ve baskıcı değişim, hızla dünyanın geri kalanına yayıldı. Ve daha çok o dönemlerde sömürgecilik ile eş anlamlı olarak kabul edildi[1].Ardından yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde, İngilizler, sömürge himayeciliğinin felsefesine olumlu bir anlam yüklemek için sömürge bölgelerindeki yerlilere asgari seviyelerde gıda, sağlık ve eğitim sağlama gerekliliğini savunmaya başladılar. Ardından İngiltere hükümeti 1939 yılında ‘Kolonilerin Kalkındırılması Yasa’sını, ‘Kolonilerin Kalkındırılması ve Refahı Yasa’sı olarak değiştirdi[2].Artık bir ülke fethettiği bölgeyi ekonomik olarak kalkındırabilmeli ve aynı zamanda yerlilerin refahını gözetme sorumluluğunu da kabul etmeliydi. Üretim seviyesiyle birlikte uygarlık seviyesinin de belirlenmesinden sonra, çift taraflı manda tek bir şeye, kalkınmaya indirgendi[3]. Böylelikle “kalkınma” sadece ekonomik olarak ilerlemenin değil aynı zamanda “uygarlaşma” nın da bir gereği olarak ön plana çıkmaya başladı.
II.Dünya Savaşı sonrasında sömürgeciliğin ayağa düştüğü yıllar oldu. Kapitalizm artık yeni bir biçime ihtiyaç gösteriyordu. Oluşan bu yeni dünyada ABD, yeni dünya üzerindeki hegemonyasını yeni bir kavramı kullanarak, yeni bir çağı müjdeleyerek açmak istiyordu. Tarih 20 Ocak 1949 u gösterdiğinde ABD’nin yeni başkanı Truman bu yeni çağı, “kalkınma çağı” olarak şu sözlerle ilan ediyordu: “Azgelişmiş bölgelerin geliştirilmesi ve ekonomilerinin büyütülmesi için bilimsel ilerlememizi ve endüstriyel gelişmemizi yeni, cesur bir program ile bu bölgelere sunmamız gerekiyor. Eski emperyalizmin, başka ülkelerden kâr elde etmesi gibi bir anlayışın bizim programımızda yeri yoktur. Bizim tasarladığımız demokratik ve namuslu alış veriş yapma ilkesini temel alan bir kalınma programıdır.”[4]
Esteva’ya göre o tarihten bu yana kalkınma azgelişmişlik ya da geri-kalmışlık denen onursuz durumdan kurtulmak anlamına geliyordu[5]. Bu çıkışla Truman kalkınma üzerindeki tüm negatif ve olumsuz algıların ortadan kaldırılması için bir zemin hazırlamış oldu. Daha önce kalkınmanın anlamı ve algısı daha çok sömürgecilikle şekillenmişken, Truman bu tanımlamasıyla kalkınmaya daha “insancıl-demokratik ve adil” bir peçe giydirmiş oldu. Böylece Truman’ın deyimiyle “eski emperyalizmin” söylemi yerini “yeni düzenin”(siz bunu yeni emperyalizm diye okuyun) “demokratik ve adil kalkınma” kavramına bırakmış oldu. Ve kalkınmaya adeta kutsal bir anlam yüklendi. Kalkınma daha iyi yaşamanın, daha özgür olmanın ve daha insan olmanın gereği olarak öne sürülüyordu. Kalkınma neredeyse her konuda “ilerleme”nin olmazsa olmazıydı artık.
Yoksulluğu, eşitsizliği yok ederek, özgürlük ve demokrasi vadeden kalkınmanın ilk on yılı, 1960-1970’li yıllar değerlendirildiğinde vaa(z)d edilenin aksine, ekonomik büyümenin sosyal alanlara yansımadığı ve sosyal adaletsizlik ve eşitsizliğin giderek arttığı, gelir adaletsizliğinin ve yoksulluğun daha da derinleştiği gözlendi. Bu veriler ekonomik kalkınmaya olan inancı derinden sarstı. Daha fazla kalkınmanın ve ekonomik büyümenin sosyal ve ekonomik eşitsizliğin ana şifası olduğu miti sorgulanmaya başlandı. Birleşmiş Milletler dahi raporlarında; “Kalkınmanın, arkasında geniş yoksul alanlar, durağanlık, marjinallik, sosyal ve ekonomik gelişmeden dışlanmışlık bıraktığını veya bir şekilde bunları ürettiği gerçeğini, görmezden gelinemeyecek kadar açık ve acil olarak ele alınması gereken bir konu” olduğunu vurguluyor ve bu gidişata işaret ediyordu[6].
Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi ilk olarak 1962 yılında kalkınmanın her iki yanını ekonomik ve sosyal yanlarını birleştirmeyi önerdi. 1960lı yıllardan sonra kalkınma kavramı artık bir sıfat olmaksızın kullanılmadı: endojen kalkınma, başka bir kalkınma, içe dönük kalkınma, gerçek kalkınma, bütünleşmiş kalkınma vb[7].
1976’ya geldiğimizde artık resmi kaynaklar kalkınmanın açlığı ve sefaleti ortadan kaldırmadığını, tersine eşitsizlikleri derinleştirdiğini ve dünya nüfusunun yaklaşık beşte ikisinin mutlak yoksulluk seviyesini kötüleştireceğini açık olarak kabul etti[8].
Öte yandan 1970’li yıllara geldiğimizde kalkınma ideolojisinin ardından yol alan kapitalist ve reel sosyalist ülkelerin önünde yeni bir kriz daha görünür olmaya ve kendini ciddi olarak hissettirmeye başlıyordu: Ekolojik kriz. 1972 yılında Stockholm’de toplanan BM İnsani Çevre Konferansında ilk olarak çevre sorunları uluslararası gündeme oturuyordu. Bu konferansta asit yağmurları, Baltık’taki kirlilik, balık ve kuşlardaki pestisit ve ağır metal seviyesinin artışı hakkında uyarılar yapıldı. Ardından aynı yıllarda Roma Kulübü’nün yayınladığı “Büyümenin Sınırları” raporu[9], sınırsız ihtiyaçlar ile kısıtlı kaynaklar arasındaki uyumsuzluğun sonuçlarından bahsediyordu. Büyümenin Sınırları raporu temel olarak, hâlihazırda süregiden nüfus artış oranının, sanayileşmenin, kirlenme ve gıda üretimindeki ve kaynakların tüketimindeki artışın devam etmesi halinde kalkınma ve büyümenin sınırlarına önümüzdeki yüzyılda dayanılacağını tespit ediyordu. Rapor bu kalkınma/büyüme eğiliminin sürdürülebilir olmadığının altını çiziyordu. Bu gelişmelerle eş zamanlı olarak dünyada yaşanan petrol kriziyle birlikte, hükümetler ve çok uluslu şirketler,sürekli bir büyümenin sadece sermaye birikimine ya da nitelikli iş gücüne değil, aynı zamanda doğal kaynakların uzun dönemli kullanılabilirliğine de bağlı olduğunun farkına vardılar[10].
Artık kalkınmanın üstündeki örtü yeteri kadar koruyucu değildi. Kalkınmayı daha iyi “prezente” edecek, onu dış ortamdaki kötü hava koşullarından daha iyi koruyacak, aynı zamanda gözleri kamaştıracak “pastoral-doğal renkler” ile dokunmuş yeni bir elbiseye ihtiyaç vardı. Çevre ile kalkınmayı “barıştıracak” bu kavram,“sürdürülebilir kalkınma”dan başkası olmayacaktı.
Sürdürülebilir kalkınma ile Neoliberalizm kardeşliği
1982 yılında patlak veren uluslararası borç krizinden sonra Meksika’nın borçları ile ilgili yükümlülüklerini artık yerine getiremeyeceğini ilan etmesinin ardından, dünyada pek çok ülke benzer şekilde dış borçlarını ödeyemeyecek duruma düştü. Dünya borç krizini aşma yolu olarak kapitalist dünyanın baronları ve IMF bu ülkelere bu vebadan kurtulmaları için acı reçeteleri dayattılar. Bu acı reçetelerin özü ise serbest piyasa yönelimli, kâr odaklı, serbest ticaretin önündeki her türlü engelin ortadan kaldırılacağı, özelleştirmelerin kontrolsüz ve sınırsız olarak tavsiye edildiği, emek ve ücret karşıtı iktisadi politikalara dayanıyordu. Dünyanın dört bir yanında piyasaya sürülen yeni dünya düzeninin adı değişik adlarla anılsa da öz de söz edilen tek bir sistem vardı: Neoliberalizm[11].
Meksika’nın iflasını açıklamasından bir yıl sonra, 1983 yılında Brundland Komisyonu oluşturuldu. Brundland Komisyonu’nun 1987 yılında yayınladıkları “Ortak Geleceğimiz” raporu sürdürülebilir kalkınmaya, kalkınma yöneticilerinin dünyasında daha fazla kabul görmesini sağladı[12]. Ortak Geleceğimiz adlı raporu kaleme alanlar dünyanın karşılaştığı çevre zorluklarının yeni olmadığını, ancak bunların ne kadar girift ve karmaşık olduğunu yeni anlamaya başladıklarını ifade ettikten sonra “daha önceleri esas kaygılarımız, kalkınmanın çevreye etkileri üzerinde toplanıyordu. Bugün ise, çevre bozulmasının ekonomik kalkınmayı kösteklemesinden, hatta geriye çevirmesinden de aynı oranda kaygı duymak zorundayız. Çeşitli alanlarda çevre bozulmasının kalkınma potansiyelini erozyona uğrattığını görüyoruz.”[13]diye ekliyorlardı.
Sürdürülebilir kalkınma kavramı, çevre politikalarıyla kalkınma stratejilerinin bütünleştirilmesi için bir çerçeve sunmak amacıyla ortaya atıldı. Sürdürülebilir kalkınmanın amacı raporda, “bugünün ihtiyaçlarını ve beklentilerini geleceğin ihtiyaç ve beklentilerinden ödün vermeksizin karşılamanın yollarını aramaktadır. Ekonomik büyümeyi durdurmakla ilgisi olmadığı bir yana, gelişmekte olan ülkelerin geniş rol oynayıp büyük yararlar sağladığı yeni bir büyüme çağına girilmedikçe yoksulluk ve az gelişmişlik sorunlarının asla çözülemeyeceğinin bilincindedir.”[14] şeklinde tanımlanmaktadır.
Rapor insanlığın kalkınmayı sürdürülebilir kılacak gücü olduğunu, kaynakların bugünkü ihtiyaçlara yetmesini sağlarken gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme imkânını ellerinden almamanın mümkün olduğunu[15], vurguladıktan sonra “ekonomik büyüme çevreye zarar riskini her zaman yanında getirir, çünkü çevre kaynakları üzerinde artan bir basınç yükler. Ama sürdürülebilir kalınma kavramını rehber alan politika yapımcıları, büyüyen ekonomilerin kendi ekolojik kökenlerine sıkıca bağlı kalmasını, böylelikle büyümenin uzun süre devam etmesine olanak tanımasını güvence altına alacaklardır”[16]demektedir. (vurgular bana ait Şİ)
Böylece “sürdürülebilir kalkınma” kavramını icat eden rapor olarak tarihe geçen Ortak Geleceğimizi okuduğumuzda, alenen sürdürülebilir kalkınma kavramındaki asıl vurgunun ve amacın, doğanın ya da yaşamın sürdürülebilirliği değil “kalkınmanın” ve ekonomik büyümenin sürdürülmesi olduğunu görüyoruz.
1992 yılında toplanan BM Rio Çevre ve Kalkınma Konferansında ise sürdürülebilir kalkınma Neoliberalizmin taşıyıcı ve meşrulaştırıcı kavramı olarak tarihteki yerini daha da pekiştirecekti. Artık sürdürülebilir kalkınma ile neoliberalizm bir birini tamamlayan ikiz kardeşler olarak, kapitalizmin 21.yüzyılda alacağı biçimi el birliğiyle oluşturabilirlerdi. Bir kez daha kapitalizm biçim değiştiriyordu; bu kez de geçişte olduğu gibi her türlü eşitsizliğin ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasının yegâne çözümü olarak kalkınmayı ve büyümeyi çare göstererek. Bir farkla bu kez sadece kendi kuşağımızı değil “gelecek kuşakları” ve “doğa” yı da kurtarma vaadiyle. Marx’ın dediği gibi kapitalizm kendi krizlerinden beslendiğini bir kez daha gözler önüne seriyordu. Bu kez üstelik büyük ölçüde kendisinin yaratmış olduğu ekolojik krizi kullanarak, yeşile boyanmış bir şekilde.
Rio+20 Zirvesinde ise “sürdürülebilir kalkınma” ile geçen 20 yılın muhasebesinin hiç de iç açıcı olmadığı gördük. Ve bir kez daha sürdürülebilir kalkınma ile Neoliberalizm kardeşliğinin farklılıklarımızla zenginleştirdiğimiz doğamızı ve toplumlarımızı yok etmeye istekli ve azimli olduklarına tanık olduk. Sürdürülebilir Kalkınma hiç eleştirilmeden ve sorgulanamadan sadece “başarılı olunamadığı” bahis konusu edilip, yeni bir kavramın piyasaya sürüldüğüne tanık olduk. Çok uluslu- ulus ötesi şirketler ve Devlet elitleri sürdürülebilir kalkınma örtüsünün doğayı ve insanlığı çürüttüğü gerçeğini yeteri kadar gözlerden ve vicdanlardan gizleyemediğini düşünmüş olmalılar ki, bu kez“yeşil ekonomi” “ yeşil şirketler” ve “yeşil business” gibi kavramlarla daha koyu bir yeşil örtü ile kapitalizmi yeşile boyayarak bu kesif çürümüşlüğü ve yok oluşu gizlemeye çalıştılar. AKP’nin o ünlü sloganını bu kez kapitalizm elitlerinden ve çok uluslu şirketlerden duyduk: “Durmak yok yola devam…”[17]
Tekrara düşme pahasına şunu ifade etmeliyim ki; kapitalizmin ve piyasa ekonomisinin motor gücü olan kalkınma ideolojisinin yarattığı bu ölümcül özün çevreye yaydığı o kesif kokuyu, hiçbir yeşil örtünün saklaması ve hapsetmesi mümkün görünmüyor; zira bu kesif ölümcül koku tıpkı diğer tüm kokular gibi ortalığa yayılmaya mahkûmdur.
Adalet ve Kalkınma Partisi ve Sürdürülebilir kalkınma
Dünyadaki gelişmelere paralel olarak Türkiye’deki çevre politikalarında da sürdürülebilir kalkınmanın etkisini görmek mümkün[18]. Özellikle 6. Kalkınma planından itibaren çevre politikaları düzenlenirken düzenleyici ilke olarak sürdürülebilir kalkınmadan bahsedildiğini görüyoruz[19]. Ancak özellikle AKP hükümeti döneminde hazırlanan (Kemal Derviş’in hazırladığı, Erdoğan hükümetlerinin uyguladığı) 2001-2005 yıllarını kapsayan 8.Kalkınma Planında sürdürülebilir kalkınma politikasının çok ön plana çıkarıldığını biliyoruz. 8.Kalkınma Planı “rekabetçi bir ekonomik yapının geliştirilmesi yoluyla sürdürülebilir kalkınmayı” gerçekleştirmeyi ikinci hedef olarak belirlemiş; hedeflere ulaşmak için ise “kamu açıklarının azaltılmasına ve özelleştirmenin hızlandırılmasına, rekabetçi bir ortamın geliştirilmesine, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının artırılmasına, altyapı hizmetlerinin yeterli düzeyde sağlanmasına ve enerji talebinin güvenilir, sürekli şekilde ve düşük maliyetlerle karşılanmasına öncelik verileceği” belirtilmiştir[20].
Aynı şekilde Erdoğan’ın başbakanlığındaki 59.hükümet programında da 8.Kalkınma Planı’yla uyumlu olarak AKP’nin temel politikalarının neoliberalizm tarafından şekillendirildiğini, bu bağlamda çevre politikalarının da “sürdürülebilir kalkınma” ilkesiyle şekillendirildiğini görüyoruz. Örneğin 59. Hükümet programında;
“Çevrenin sermaye stoku olarak ele alınması gereken hava, ısı, su, mineral ve diğerleri tüm ekonomik birimlerin faaliyetlerinin yapı ve kalitesini doğrudan etkilemektedir. Bu konuda duyarlılık artırılacak ve söz konusu stokta değişim yaratan çevresel yapıda kötüye gidiş, gürültü, kirlenme ve değişim maliyetlerini belirlemek amacıyla sosyal refah ağırlıklı yaklaşım geliştirilecektir.
Enerji kaynaklarının tümünden en etkin ve verimli bir şekilde yararlanılacaktır. Enerji dar boğazının oluşmaması için maliyet ve fiyatlamayı da dikkate alan bir planlama yapılacak, çevreci nükleer enerji kaynakları da devreye sokulacaktır.
Hükümetimizin enerji politikasının temelinde ulusal çıkarlarımızı koruyarak enerji arzının güvenliğini ve devamlılığını sağlamak, serbest rekabete dayalı bir enerji piyasası oluşturmak ve duyarlı olduğumuz çevreyi ve insan sağlığını korumak bulunmaktadır.
Yer altı kaynaklarımızın zenginliği ülkemize mukayeseli bir üstünlük sağlamaktadır. Hükümetimiz zengin yer altı kaynaklarımızın ülke gelişmesine arzu edilen bir düzeyde katkıda bulunması için ulusal çıkarlarımızı öne çıkararak etkin bir madencilik programını süratle uygulamaya koymak isteğindedir. “ denmektedir[21].
Benzer şekilde 2. AKP hükümeti dönemi olarak değerlendirebileceğimiz 60.hükümet programı eylem planı faaliyetlerinde ise çevreye ayrı bir yer ayrılmamış, “rekabet gücünün artırılması” başlığı altında çevre mevzuna yer verilmiştir[22].
60.hükümet programındaki 145 faaliyetin bakanlıklara dağılımı incelendiğinde en çok faaliyet yürüten üç bakanlığın sırasıyla 16 faaliyetten sorumlu Milli Eğitim Bakanlığı’nın ardından 13 ‘er faaliyetten sorumlu bakanlıkların ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı olduğunu görüyoruz. 60.hükümet programı eylem planında “rekabet gücünün artırılması” başlığı altında “küresel sermayenin özellikle mal ve hizmet üretimine yönelik yatırımlara yönelmesi için gerekli ortamın oluşturulmasını” hedef olarak belirlediğini ve bu amaçla bürokratik işlemlerin ve süreçlerin kolaylaştırılması ve kamu kesiminden izin alma süreçlerinin kısaltılması ön görülmüştür. Bu konu üzerinde ÇED düzenlemesinde daha detaylı duracağız.
Gerek 8. ve 9. Kalkınma planlarında gerekse hükümet programlarında sık sık “Orta ve uzun dönemde çevre sorunlarının çözümü için uygulanacak politikalar ve geliştirilecek stratejilerin, ülke gerçekleri de dikkate alınarak, Avrupa Birliği normları ve uluslararası standartlara paralel olması sağlanacaktır.”ifadesi göze çarpmaktadır[23]. (italikler bana ait Şİ).Burada vurgulamak istediğimiz “ülke gerçeklerini dikkate almak” ibaresi, gerek AB mevzuatları gerekse uluslararası taraf olunan tüm çevre antlaşmalarında Türkiye’nin kendi sorumluluklarını yerine getirmesi konusunda kendini geri planda tutmasının kılıfı olagelmiştir. Bu durum Türkiye’nin iklim değişikliği konusundan tutunda imza koyduğu pek çok anlaşmada verdiği sözleri tutmada ayak diretmesinin zeminini oluşturmuştur[24].
AKP’nin genel politikalarını yansıtan kalkınma planları, parti programı, seçim beyannamesi, hükümet programı gibi belgelere bakıldığında, çevrenin ve doğal varlıkların yalnızca ekonomik kalkınmayı ve büyümeyi sağlayan, bu uğurda korunması ve yönetilmesi gereken bir kaynak deposu olarak algılandığı görülecektir.
Şimdi AKP hükümetlerinin uyguladığı çevre politikalarına ve doğurduğu sonuçlara daha yakından bakabiliriz.
AKP’nin Doğası:
Ormanlar ve Orman arazileri
AKP iktidarının çevre yönetiminin dönüştürülmesine ilişkin ilk adımı 2003 yılının başında Çevre ve Orman Bakanlıklarını tek çatı altında toplamak oldu. Bu icraat, çevre sorunlarını bütünleşik bir yaklaşımla ele alma gereğinden kaynaklanmamış, kamu yönetimini liberal ilkeler doğrultusunda yeniden yapılandırma kaygısıyla ve uluslararası finans örgütlerinin “devleti küçültün” çağrılarına bir yanıt olmak üzere gerçekleştirilmiştir[25].
Bu birleştirme işleminin ardından “orman” sayılan arazileri ilgilendiren pek çok yasal düzenleme ve yönetmeliklerle ormanlar ve meralar serbest piyasaya açılmak amacıyla özelleştirilmeye çalışılmıştır. Örneğin AKP 2003 yılında “ormanların korunması ve geliştirilmesi” ve “orman köylüsünün korunması” başlığı altında sırasıyla anayasanın 169 ve 170. maddelerinde değişiklik yapmayı denemiştir. 169.madde “devlet ormanları kanuna göre devletçe yönetilir ve işletilir” maddesine “işlettirir” ibaresini ekleyerek 1937’den beri yürürlükte olan devlet orman işletmeciliği düzenini “özelleştirmeye” kalkışmıştır. 170.maddedeki değişiklik ile “orman niteliğini 31.12.1981 tarihinden önce yitirmiş” gerekçesiyle artık orman sayılmayan arazilerin, buraları ormansızlaştıranlara devredilmesi, tahsis edilebilmesi, terk edilebilmesi, kiraya verilebilmesi, üzerine ayni hak tesis edilebilmesi ve satılabilmesi hedeflenmiştir. Ancak bu girişimlere karşı oluşan tepkiler sonucu AKP hükümeti 169. maddeyi daha sonra tümüyle geri çekmiş, 170.maddede yapmak istediği değişikliği ise yerlerin satılması boyutuna indirgemiştir. Meclisten bu haliyle geçen maddeler Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmiştir[26].
Ardından 5 Kasım 2003 yılında çıkarılan 4999 sayılı yasayla 6831 sayılı Orman Kanununda kapsamlı değişiklikler yapılmış; bu değişiklik ile kızılağaçlıklı ve aşılı kestaneliklerin “orman ağacı” sayılmaması ve buradaki ağaçların kesilmesi ve çeşitli yollarla değerlendirilmesine yönelik iş ve işlemlerin köy muhtarlıkları tarafından yapılabilmesinin önü açılmıştır[27]. Dönemin Çevre ve Orman Bakanı dahi bu düzenlemenin Karadeniz bölgesindeki bir özel sanayi işletmesinin hammadde odun ihtiyacını karşılamak amacıyla yapıldığını söylemiştir. Ancak bu değişikliğin kızılağaçlar ve kestanelikler ile ilgili yaptırımları 2004 yılında anayasa mahkemesi tarafından iptal edilmiştir[28].
Aynı kanuna koyulan bir ek madde ile 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu uyarınca milli park, tabiatı koruma alanı, tabiat anıtı ve tabiat parkı olarak ayrılmış yerler ile bu yerler üzerindeki yapı ve tesislerin yirmi dokuz yıllığına kiralanmasına izin verilmiştir.
Bir yıl sonra 2004 yılında çıkarılan 5192 sayılı yasayla Orman Kanununun başta 17.maddesi olmak üzere pek çok maddesinde yeniden değişiklik yapıldı[29]. Ve bir geçici madde ile “devlet ormanı” sayılan alanlarda 49 yıllığına ormancılık dışı uygulamaların yolu açıldı. Bu kapsamda; 16. maddede yapılan değişiklik ile “orman” sayılan yerlerde yapılacak madencilik etkinlikleri büyük ölçüde kolaylaştırıldı. Ayrıca aynı yasa kapsamında daha önce 2002 yılında bazı yaptırımları iptal edilmiş olan 17.madde yeniden düzenlenmiş ve “savunma, ulaşım, enerji, haberleşme, su, atık su, petrol, doğalgaz, altyapı ve katı atık bertaraf tesislerinin; sanatoryum, baraj ve gölet ve mezarlıkların; Devlete ait sağlık, eğitim ve spor tesislerinin ve bunlarla ilgili her türlü yer ve binanın Devlet ormanları üzerinde bulunması veya yapılmasına kamu yararı ve zaruret olması halinde, gerçek ve tüzel kişilere bedeli mukabilinde…” izin verilebilmesinin yolu açılmış, böylece orman arazilerinin ormancılık dışı amaçlarla kullanılma olanakları arttırılmıştır.
Çevre ve Orman Bakanlığı 2004 yılında Devlet Orman fidanlıklarının kapatılması, arazilerin kiralanması ve/veya satılmasına yönelik olarak kararlar almıştır. Bu kararla İstanbul, Ankara ve Konya’da üçer; Antalya, Kastamonu ve Bursa’da ikişer olmak üzere toplam 39 orman fidanlığı kapatılmış ve arazilerin özel sektöre satılması ya da kiralanması öngörülmüştür. Fidanlıkların kapatılmasıyla ilgili yazıda; ormanlarımızın bir kısmının bozuk olduğu, orman arazilerinin büyük bir kısmının erozyona maruz kaldığı ve ağaçlandırmanın ve fidan üretimine ihtiyaç duyulduğu belirtildikten sonra, “Değişen dünya konjonktürüne paralel olarak ülkemizde de kamu kurumlarının hacim olarak küçülmesi, hantal yapıdan kurtularak daha etkin hale getirilmesi, fidan üretiminde özel sektörün teşvik edilerek ülkemizin fidan ihraç eden ülkeler arasına katılması amaçlanmaktadır… Bu çerçevede…Bakanlığımız kuruluşları ile diğer kamu kurum ve kuruluşlarının yapacağı ağaçlandırma ve erozyon kontrolü çalışmalarında ihtiyaç duyulabilecek fidan miktarları dikkate alınarak; fidan üretimine ihtiyaç duyulmayan, teknik ve ekonomik olarak fidan üretilmesi uygun olmayan, şehir merkezlerinde olup öncelikli olarak ağaçlandırma amaçlı fidan üretimine katkı sağlamayan fidanlıkların kapatılması, bu şekilde açığa çıkan kamu arazilerinin fidan üreticisi özel sektöre kiraya verilmesi veya satılması suretiyle değerlendirilmesinin daha ekonomik olacağı düşünülmektedir.” denmektedir[30](vurgular bana ait Şİ). 2007 yılında “Milli Ağaçlandırma Seferberliği Eylem Planı”nı hazırlayan AKP hükümetinin bu uygulanması da idari yargıda iptal edilmiştir.
AKP hükümeti aynı zihniyetle orman alanlarının “daha ekonomik olacağını” düşündükleri ormancılık dışı faaliyete açılması yönündeki çabalarını bu kez 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu üzerinden gerçekleştirmeye çalışmış; ancak bu yöndeki yasa değişiklikleri 2006 ve 2007 yıllarında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Ancak sürdürülebilir kalkınmaya ve neoliberalizme olan inanç ve azimleri takdire şayan olan AKP hükümeti,15 Mayıs 2008 tarihinde 5761 sayılı “Turizmi Teşvik Kanunu’nda Değişiklik Yapılamasına Dair Kanunu” yürürlüğe koymuş; bu düzenlemeyle “devlet ormanı” sayılan alanların turizm tesisi yaptırımlarına ve etkinliklerine tahsis edilmesine yönelik iş ve işlemlerin hem kapsamı genişletilmiş hem de uygulanması büyük oranda kolaylaştırılmıştır[31].
Yukarıda da kolayca görülebileceği gibi AKP hükümeti koruduğunu söylediği şeyi istinasız bir şekilde piyasaya açmayı hedeflemiş ve bu yönde ne gerekiyorsa yerine getirmeye çalışmıştır. Ormanları piyasaya sürmeyi amaç edindiğini ileri sürebileceğimiz AKP hükümetinin toprağı, suyu, dağları ve nehirleriyle doğayı kaynak deposu olarak kabul ettiğini, piyasa mekanizmaları içine iktisadi bir girdi olarak sokmaya çalıştığını görüyoruz. İktidara gelir gelmez AKP hükümetinin çevreyi korumakla sorumlu olan bir bakanlığı “Çevre ve Orman Bakanlığı” olarak değiştirmesinin sadece basit bir düzenleme olmadığını söyleyebiliriz. Zira “Koruma” altına aldıklarını “yok etmeye” çabaladığını üstelik bu kıyımı genellikle bağlamına uygun olarak Dünya Çevre Günü’nde resmileştirmeye çalıştığını görüyoruz.
AKP iktidarının başka bir “koruma” hikâyesi de Temmuz 2005 yılında yasalaşan “Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu…”ile ilgili olanıdır[32]. Bu kanunla 11 Ekim 2004 tarihinden önce, gerekli izinler alınmadan tarım dışı amaçla kullanıma açılan arazilerin, “tarımsal bütünlüğü bozmaması” halinde, “istenilen amaç” ile kullanımına izin verilmiştir. Yasaya göre sözü edilen tarım dışı kullanılan tarım arazilerinin her metrekaresi için 5 YTL ödenmesi şartı ile af getirilmiştir. Bu yasayla AKP yeni bir “koruma” hamlesiyle tarım arazilerini,1998 yılından itibaren Bursa’nın birinci derece tarım arazilerini işgal eden Cargill firmasının mısır işletme tesislerinin “korumasına” vermiştir. Üstelik daha önceleri pek çok kez mahkeme yoluyla söz konusu işletmeye yapı ruhsatı verme kararı iptal edildiği halde.
Madencilik Kanunu ve İlgili yönetmeliklerdeki değişiklikler:
AKP hükümeti yine bu geleneğini bozmayıp 2004 yılının 5 Haziran günü yani Dünya Çevre Günü’nde, bir kez daha çevrenin ve doğanın katledilmesine olanak sağlayan bir kanun ile tarihe geçti. Adı geçen kanun 5177 Sayılı Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik yapılmasına İlişkin Kanundur[33]. Bu kanun değişikliğiyle madenciliğin önündeki her türlü mevzuat ve yasal engeli ortadan kaldırmak amaçlanıyordu. Bu gaye ile çıkarılan yasayla “orman, muhafaza ormanı, ağaçlandırma alanları, özel koruma bölgeleri, milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtları, tabiatı koruma alanları, tarım arazileri, meralar, sit alanları, su havzaları, kıyı alanları ve sahil şeritleri, karasular, turizm bölge ve merkezleri ile kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri, askeri yasak bölgeler ve imar alanları ile mücavir alanlar” madencilik faaliyetlerine açıldı. Maden arama faaliyetleri Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) kapsamı dışında bırakıldı. ÇED yapılmadan verilen arama izinleri ile toplam rezervin %10’unun işletilmesine ve satışına izin verilebileceği, rezerv iktidarının belirlenmesinde, madenci şirketin beyanının esas alınacağı kabul edildi. Altın Madencilerinden “ruhsat sahibi tarafından beyan edilen” ocak başı satış fiyatı tutarının yalnızca %2’sinin devlet hakkı olarak alınacağı düzenlendi. Büyükşehirlerin su havzalarının korunmasına ilişkin yönetmelik çıkarma yetkileri Çevre ve Orman Bakanlığı’nın uygun görüşüne bağlandı. Maden İşleri Genel Müdürü, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun doğal üyeleri arasına katıldı. Ardından Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından “Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği” değiştirilerek; su havzalarının mutlak koruma alanları 300 metreden 100 metreye düşürüldü, böylece orta mesafe koruma alanlarından itibaren su havzaları da madenciliğe açıldı. Ardından Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından Maden Yasası Uygulama Yönetmeliği değiştirildi. Tarım ve Köy-İşleri Bakanlığı tarafından çıkarılan “Tarım Arazilerinin Korunması ve Kullanılmasına Dair Yönetmelik” ile sulu ve kuru tarım arazilerinde madencilik faaliyetleri yapılmasına olanak tanındı.
Görüldüğü gibi ‘koruma’ ibaresini içeren her düzenlemeyle AKP hükümeti korumayla mükellef olduğu alanları daha kolay ve daha kapsamlı bir biçimde piyasaya açarak tahrip edilmesine olanak sağlamıştır. Yanı sıra 5178 sayılı Mera Kanunu 2004 yılında çıkarılmış; ilgili yasada yapılan değişiklikle bundan böyle, mera olarak kullanılan, yaylak ve kışlak alanlar gerektiğinde, maden ve petrol faaliyetleri, turizm yatırımları ve yerleşim yerleri için kullanıma açılmıştır[34].
21 Nisan 2007 yılında Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle madenciliğin önü büyük ölçüde açılmakla kalmamış, çevre koruma şartları yok sayılıp, denetim yapmakta görevli yerlerin denetim yetkileri de kısıtlanmıştır. Örneğin; Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’ne göre kısa mesafeli koruma alanında madencilik faaliyetleri yasaklanmasına karşın, bu yönetmelikle maden ruhsatı alındıktan sonra kısa mesafeli koruma alanı ilan edilmesi halinde madencilik faaliyetine izin verilebileceği düzenlenmiştir. Yanı sıra ÇED kapsamına giren madencilik faaliyetleri için yetkili idareler tarafından işyeri açma ve çalışma ruhsatı verirken başka bir belge ve bilgi aranmadan ÇED raporunda yer alan belgelere göre işlem yapılacağı düzenlenmiştir. İşyeri açma ve ruhsatının verilmesinden sonra maden işletmesinin toplum ve çevre sağlığı açısından uygun çalışmadığının saptanması halinde faaliyet ancak Maden İşleri Genel Müdürlüğü’nün gerekli görmesi halinde durdurulabilecektir. Bununla da yetinilmemiş, imar planı bulunmayan alanlarda yürütülen ya da yürütülecek madencilik faaliyetleri ile bu faaliyetlere bağlı geçici tesisler ve müştemilatı için “imar planı yapılmayacağı”, imarsız alanlarda ise madencilik faaliyetleri ile bu faaliyetlere bağlı geçici tesisler ve müştemilatı için “inşaat ve yapı kullanma izni alınmayacağı” kuralları getirilmiştir.
Ayrıca, aynı yönetmelikte yapılan bir düzenlemeyle “çevre düzeni planı ve imar planlarına, işletme ruhsat alanları ve ilgili tesisler madencilik faaliyet alanı olarak plan notuna işleneceği, planda gözükmüyorsa maden ruhsatı sahibinin başvurusunun bir ay içinde cevaplandırılacağı” belirtiliyor. Böylece Çevre Düzeni Planı ve İmar Planlarında konut alanı, tarımsal alan gibi madencilik faaliyeti için uygun olmayan alanlar, yönetmelik hükmü ile madencilik faaliyet alanına dönüştürülmeye çalışılmıştır[35].
2009 yılının Ocak ayında Anayasa mahkemesi tarafından 5491 sayılı Maden Kanununun petrol, jeotermal ve maden arama faaliyetlerinin çevresel etki değerlendirmesi kapsamı dışına çıkarılması hükmü, ardından 5177 sayılı Kanunun orman ve diğer korunan alanlarda verilen izinler ile ilgili düzenlemeleri iptal edildi. Ancak iptal kararının gerekçenin yayınlanmasından bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar verildi. Ardından 2009 yılının Şubat ayında Danıştay’ca Maden Faaliyetleri İzin Yönetmeliği ile ilgili iptal kararları verildi. Ancak AKP hükümetinin Bakanlar Kurulu bu karardan 6 ay sonra Ağustos 2009 yılında Danıştay’ın iptal kararının çevresinden dolanmak suretiyle Faaliyet İzin Yönetmeliğine “geçici” olarak adlandırılan bir hülle madde koydu. Bunun üzerine açılan davada ise “yapılan değişikliğin yargı kararlarını bertaraf etmeye yönelik” olduğu gerekçesiyle tekrar yürütmeyi durdurma kararı verildi[36].
Bu arada yasanın 2004 yılında kabulünden iptaline kadar geçen 5 yıllık sürede verilen yaklaşık 48 bin maden arama ruhsatının geçerli olup olmayacağı tartışmaları ayyuka çıktı. Zira bu kısa dönemde Kaz Dağları’ndan, Uşak Eşme’ye, İzmir Efemçukuru’ ndan Niğde Ulukışla’ya Türkiye’nin pek çok yerinde toprağın bağrına kara kazmalar vurulmuştu bile.
Madencilik lobisinin, uluslar-üstü şirketlerin ve AKP iktidarının işbirliği ile maden kanununda yeni bir değişiklik yapılması uzun sürmedi. 09 Haziran 2010 yılında yapılan Meclis oturumunda bu kez 5995 sayılı Maden Kanunu kabul edildi[37]. Bu kanunun 7. maddesinin yeniden düzenlenen 4.fıkrası ile imar planı yapılan yerlerde mevcut maden sahaları için ilgili mercilerden izin alma hükmü kaldırıldı. Belediyelerden kendi sınırlarında yürütülecek madencilik faaliyetleri için ruhsat verme yetkisi belediyelerden alınıp İl Özel İdarelerince verilmesi kabul edildi. Ayrıca madencilik faaliyetleriyle aynı bölgedeki diğer yatırımların birbirlerini engellemesi ile madencilik faaliyetleri yapılamaz hale gelmesi durumunda Genel Müdürlük ve/veya Başbakanlık Müsteşarı başkanlığında toplanacak Kurulun, söz konusu yatırım zararının karşılanmasının yasal dayanağı oluşturuldu[38].
Maden Kanununun yeniden ve yeniden yargı kararlarını etkisiz kılacak şekilde yeniden düzenlenip gündeme getirilmesinin ve en sonunda doğaya ve topluma yönelik uygulanan yıkımın nihayete erdirilmesinin ardındaki “iştahı” nasıl açıklamak gerekir? Bizce bu toplumsal-ekolojik tahrip edici iştahın temelinde sermaye birikimi ve kâr hırsıya beslenen kapitalizmden başkası yok. Zira bu iştah kapitalizmin doğasında var. Marx’ın da söylediği gibi; Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser.
Çevre Kanunu’nda yapılan değişiklikler
AKP hükümeti 2006 yılında Çevre kanununda kapsamlı değişiklikler yapmıştır. Yapılan değişiklikler çerçevesinde Çevre Kanunu’nun amacı “bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamak” olarak tanımlamıştır[39].
Kanunda yapılan değişiklik ile “Çevrenin korunmasına, iyileştirilmesine ve kirliliğin önlenmesine ilişkin genel ilkeler’ i düzenleyen Madde – 3/j ile 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Kanunu kapsamındaki konular, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yetkisi dışına çıkarılmış, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na verilmiştir. 2690 sayılı yasa ise, “…Nükleer güç ve araştırma reaktörleri ve yakıt çevrimi tesislerinin yer seçimi, inşaat, işletme ve çevre güvenliğiyle ilgili her türlü onay, izin ve lisansı vermek; gerekli inceleme ve denetimi yapmak,.. Nükleer tesislerden ve radyoizotop laboratuarlarından çıkan radyoaktif artıkların güvenli şekilde işlenmesi, taşınması, geçici veya sürekli depolanması için gereken önlemleri alınması veya aldırılması…” olarak sayılan faaliyetlerin tamamını düzenlemektedir[40]. Bu düzenlemeyle Nükleer Santraller, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yetkisinden çıkarılmış oluyordu. Böylelikle daha sonra çıkarılacak olan Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun’a giden yolun parkeleri Çevre Kanunu’ndaki bu değişiklik ile döşeniyordu[41].
Ayrıca Çevre Kanunu’nun 10.maddesi ile petrol, jeotermal ve maden arama faaliyetleri çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) kapsamı dışında tutuldu. Bunun yanı sıra çevre kanununa eklenen 3 geçici madde ile çevreyi kirletmeye af getirilmiş ve hatta çevreye karşı işlenen suç olarak tanımlanan eylemler teşvik edilmiştir. Örneğin; yasanın geçici 3/1. Maddesi ile ÇED Yönetmeliği’ne aykırı faaliyetlerde bulunanlardan yani “yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerden yasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde ilgili yönetmelikler çerçevesinde gerekli yükümlülüklerini yerine getirdiklerini gösterir çevresel durum değerlendirme raporunu Bakanlığa sunmaları, bakanlık tarafından da altı aylık süre içinde karar verilmesi” ön görülmüştür. Böylece ÇED yönetmeliğine uymayan faaliyetlere bir tür af getirilmiş, hatta bir yıla kadar bu faaliyetler denetim dışı bırakılmıştır.
Bir diğer örnek geçici madde 2 için de söylenebilir. Bu maddeye göre faal durumda olan işletmelerde yasa ve bu yasaya dayanılarak çıkarılan yönetmeliklerle getirilen yükümlülükler, yasa ve yönetmeliklerin yayımlandığı tarihten sonra en az bir yıl süre içinde uygulanmayacaktır.
Ekolojik dengeyi bozmanın ve çevreyi kirletmenin alenen ve yasa ile hoş görüldüğü hatta teşvik edildiği bir diğer madde geçici 4. Maddedir. Bu madde ile atık su arıtma ve evsel nitelikli katı atık bertaraf tesisini kurmamış belediyeler ile faaliyette olup atık su tesisini kurmamış organize sanayi bölgeleri ve diğer sanayi kuruluşları ile yerleşim birimlerine arıtma tesislerini kurmaları için 11 (on bir) yıla kadar süre tanınmıştır[42].
Çevre Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğindeki Değişiklikler
AKP hükümetlerinin neoliberal politikaları, küresel ekonomiye eklemlenme ve ekonomik büyümeyi sağlamaya odaklandığından, “yatırımları hızlandırma, yabancı sermayeyi çekme, piyasayı canlandırma” amacının önündeki tüm engeller teker teker bertaraf edilmeye çalışılmış; bu bağlamda doğal varlıkları bir an önce ekonominin işleyişine sokma düşüncesiyle, çevre etki değerlendirmesi(ÇED) sistemine müteakip kereler değişiklik yapılmıştır. İlk olarak daha önce yaklaşık 117 gün süren ÇED sürecinin 35 güne düşürülmüş; 2003 yılındaki yönetmelik değişikliği ile “ÇED ön araştırması”na bağlı tutulan projeler için rapor hazırlama yükümlülüğüne son verilmiş; bu kapsamdaki faaliyetler için yalnızca “proje tanıtım dosyası”nın hazırlanması yeterli görülmüş, bunlar için öngörülen “halkın bilgilendirilmesi toplantısı” da kaldırılmıştır[43].
Yabancı sermaye girişini engelleyen “bürokratik engelleri” aşmak üzere Kemal Derviş döneminde, 2002 yılında yasalaşan “Endüstri Bölgeleri Kanunu”nda2004 yılında bir dizi değişiklik yapılmıştır. Bu değişikliğe göre, Bakanlığın, ÇED raporu ile ilgili inceleme, değerlendirme ve karar verme süresi “en geç 2 ay” olarak belirlenmiş, ayrıca ÇED için “olumlu” veya “gerekli değildir” kararı alınan etkinlikler için başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın 15 gün içinde gereken bütün izin ve onayların verilmesi, bütün bu işlemlerin de üç ay içinde tamamlanması öngörülmüştür.
Ardından Nisan 2011 tarihinde ÇED Yönetmeliğinin geçici 3.Maddesinde değişiklik yapılarak “07.02.1993 tarihli ve 21489 sayılı Resmî Gazete‘de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinden önce onaylanan projelere” muafiyet getirilerek birçok HES ÇED kapsamı dışına çıkarılmıştır.
Bergama’da maden işletmesi aleyhine verilen çok sayıda yürütmeyi durdurma kararını ya da kapatma cezasını uygulatmayan AKP hükümetinin, pek çok kanun ve yönetmelikle petrol, maden arama ve işletme faaliyetleri yanında HES projelerini ÇED süreci dışına çıkararak doğanın iktisadileşmesinin önündeki her türlü engeli ortadan kaldırmaya niyetli ve istekli olduğunu söyleyebiliriz[44]
Şadi İdem
Özgür Üniversite