Eğitimde başarı konusunda herbirimizin farklı görüşü ve yaklaşımı var.
Kimimiz için başarı, çok sayıda öğrencimizi üniversitelerde iyi yerlere yerleştirebilmek.
Kimimiz için başarı çocuklarımızı milli kültürümüzle donatmak.
Kimimiz için başarı çocuklarımızı yabancı ülke okullarına ihraç edebilmek.
Kimimiz için başarı Batı ülkelerindeki okul ve kolejlerde hangi imkânlar varsa onların aynısını okullarımıza da sağlamak.
Ve daha bir çok ‘kimimiz’… Ve daha bir o kadar da farklı başarı algılamamız sözkonusu.
Dikkat buyurursanız eğer, herşey Biz’e göre.
Ortada öğrenci yok.
Başarı kavramımızda “Öğrenci açısından başarı nedir?” sorusunun cevabı hak getire. Bu soru ve cevabı ön planda olmadığı için de, tüm eğitim sistemimiz öğrenciye göre değil, Biz’e göre yapılanmış durumda.
Oysa bugün çağdaş eğitimde iki önemli yaklaşım var.
İlki, bizzat ‘eğitim’ kavramının kendisinden kurtulmak ve bunu sadece ‘öğretim’le sınırlamak.
İkincisi de başarı kavramının algılanışında ve tarifinde Biz’i değil öğrenciyi merkeze almak, öğrenciyi özneleştirmek.
Yeni başarı kavramında ise bir tek ölçü var.
Erken yaşta çocuğun yeteneklerini ve eğilimlerini tesbit etmek ve bu yönde onun önünü açmak.
Bunun içindir ki rehber öğretmenlerin okullardaki sayısı ve işlevi giderek artıyor.
Modern okul sisteminde rehber öğretmenlerce öğrencileri neredeyse birebir markaja alan, bir tür misyoner çalışma sistemi geçerli.
Rehber öğretmenin görevi eğitmenlik ve öğretmenlikten ziyade öğrenciyle kuracağı ilişki ve diyalogla sınırlı. Öğrencinin yeteneklerini ve eğilimlerini keşfetmek ve bu keşfin ardından da okul ve aile ile birlikte onun önünü açmak.
Anlayacağınız, yeni sistemde eğitmek ya da yönlendirmek yok. Çünkü bunlar Biz’e göre duruşlar. Öğrencinin önünü açmak ise O’na göre bir duruş ve asıl başarının sırrı da burada gizli.
Bir okul, öğrencisini ne denli erken yakalayabiliyorsa, o denli başarı sağlıyor.
Bizim eğitim sistemimizde ise doğrusu böyle bir kaygının ön planda olduğuna ilişkin hiçbir belirti yok.
Katmışız çocuklarımızı önümüze, götürü usülü götürüyoruz işte.
Aradan sivrilebilene aşk olsun.
Şöyle bir düşünün Allahaşkına.
Kaçta kaçımız hayatta istediğimiz, sevdiğimiz bir dalda eğitim görebildik, yüzde kaçımız mecburen bir yer kazanmış olduğumuz için okumak zorunda kalmadık?
Haydi kendimi ve benim kuşağımı bıraktım ama bu açıdan sanıyorum üç çocuğuma da muhtemelen büyük özürler borçluyum.
Hem kendi adıma, hem de onları teslim ettiğim eğitim sistemimiz adına.
Bu özrün ezikliğini şimdi küçük kızımı yüksek okulda görsel tasarım bölümüne kaydettirdiğimizde çok daha fazlasıyla yaşadım.
Meğer fotoğrafçılık hayatta en sevdiği ve arzuladığı alanmış.
Yuh olsun bana ve onu teslim ettiğim eğitim sistemine ki onun bu eğilimini erken yaşlarında yakalayamadık ve önünü açmadık.
Farketseydim eğer ona fotoğraf kitapları almaz mıydım her fırsatta… Ona yeni yeni makinalar taşımaz mıydım her doğum gününde… Onun elinden tutup da Ara Güler ustanın yanında yeri süpürmesi için çırak vermez miydim.
Yuh olsun bana, yuh olsun bizlere.
Yeni eğitim döneminin başlangıcına girmeye ramak kaldı.
Cicili, bicili broşürlerle okullarımıza çağırıyoruz öğrencilerimizi.
Onlara parlak bir eğitim ve çağdaş bir gelecek vadediyoruz.
Müdürler, öğretmenler değiştiriyoruz, kadrolar yeniliyoruz.
Binalar onarıyoruz.
Peki soruşturun bakalım, okullarımızda kaç tane rehber öğretmen var? Bir rehber öğretmene kaç öğrenci düşüyor?
Bu “Kaç tane?”nin cevabı, insana yatırımımızın da gerçek göstergesi.
Şu gerçek unutulmamalı…
Bilginin bu denli sebil ve bu denli pervasızca dolaştığı şu yaşadığımız çağda, çocuklarımızın eğitmenlere değil, rehber öğretmenlere ihtiyacı var.
İşi ehline teslim etmedikçe de, sizin bizim kılavuzluğumuz karganınkinden öteye gitmiyor.
Galiba mevcut köhne yapıdan kurtulmanın ilk adımı da ‘eğitim’in kendisinden kurtulmakla başlıyor.
Hrant Dink
09 Eylül 2004
Eğitimden Kurtulmak