Hitler’deki ölüsever yönelimin kendi anlatımları: Hitler’in Yıkıcılığı – Erich Fromm

Hitler’in yıkım nesneleri kentler ve insanlardı. Büyük yapıcı, yeni bir Viyana, Linz, Münih ve Berlin kurmak için planlar yapan coşkulu planlamacı, Paris’i yıkmak, Leningrad’ı yerle bir etmek ve en sonunda da Almanya’yı tümüyle ortadan kaldırmak isteyen kişiden başkası değildi. Hitler’in bu niyetleri güvenilir kaynaklarca doğrulanmıştır. Speer’ın bildirdiğine göre, Hitler, başarısının doruğundayken, yeni ele geçirilmiş Paris’i gezdikten sonra ona şunları söylemiştir: “Paris güzeldi, değil mi?… Geçmişte, Paris’i yıkmak zorunda kalmayacak mıyız, diye sık sık düşünürdüm. Ama Berlin’deki işlerimizi bitirince, Paris ancak bir gölge olacak. Öyleyse niye yıkalım Paris’i?” (A. Speer, 1970). Elbette sonunda, Hitler, Paris’in yıkılması için buyruk verdi — Paris’in Alman komutanı, bu buyruğu yerine getirmedi.

Hitler’de görülen yapıları ve kentleri yıkma çılgınlığının en aşın anlatımı, Eylül 1944’te Almanya’yla ilgili olarak yayımladığı “yakılıp kavrulmuş toprak” kararnamesiydi; Hitler’in bu kararnamede verdiği buyruğa göre, düşman Alman topraklarını ele geçirmeden önce, yaşamın sürdürülmesi için gerekli her şey, ama her şey —yiyecek karnesi kayıtları, evlilik dosyaları ve oturma yeri defterleri, banka hesabı kayıtları— yok edilecekti. Ayrıca, yedek yiyecekler yok edilecek, çiftlikler yakılıp hayvanlar öldürülecekti. Bombalardan kurtulan sanat yapıtları bile korunmayacaktı. Anıtlar, saraylar, şatolar ve kiliseler, tiyatrolar ve operalar da yerle bir edilecekti (A. Speer, 1970).

Hitler’e ve 1914 1946 arası dönemine ilişkin pek çok yazılı kaynak vardır, bunların içinde en çok A. Speer’dan (1970) ve W. Maser’dan (1971) yararlandım. Ama ikinci kaynağı, Hitler’in gençliğine ilişkin değerlendirmeleriyle ilgili olarak daha önce belirttiğim nedenlerden dolayı, biraz çekinerek kullandım. Albert Speer’la yaptığım çok sayıda kişisel görüşme sayesinde de pek çok bilgi ve görüş edindim (Speer, Nazi düzenine katıldığı için içtenlikle pişman olmuştur ve tümüyle farklı bir kişi olduğunu söylemiştir; onun sözlerinin doğruluğuna inanıyorum.). Yararlandığını öteki değerli kaynaklar şunlardır P. E. Schramm (1965), H. Krausnick ve ötekiler (1968) (bu ikisi, birçok önemli kaynaktan alıntı yaptıkları için değerlidir).ve Schramm’ın yazdığı bir önsözle yayımlanmış çok iyi bir kaynak olan Hitler’in Sofra Söyleşileri (H. Picker, 1965). E. Hanfstaengl’den (1970) de yararlandım, ama yararlanırken büyük dikkat gösterdim. Hitler’in Mein Kampfı (1943) tarihsel bir kaynak olarak pek işime yaramadı. Birçok başka kitaba daha başvurdum ve metinde, bunların bazılarından yaptığım alıntılan da belirttim.

Hiç kuşkusuz, bunun bir anlamı da suyun, elektriğin, hiçbir sağlık ve temizlik olanağının bulunmayacağıydı, bir başka deyişle, salgınların, hastalıkların baş göstereceği ve bunlardan kaçamayan milyonlarca insanın, öleceğiydi. Ölüsever bir yıkıcı değil, canlısever bir yapıcı olan Speer’a göre, bu karar, Hitler ile arasında aşılamaz bir uçurum yarattı. Hitler’in duyduğu yeğin yıkım arzusunun güdümünde olmayan birçok generalle ve parti yetkilisiyle işbirliği yollan arayan Speer, Hitler’in buyruklarını engelleyip boşa çıkarmak için yaşamını tehlikeye attı. Birtakım başka koşulların yanı sıra Speer’in ve başka birçok kişinin çabalan sayesinde, Hitler’in yakılıp kavrulmuş toprak siyaseti hiçbir zaman uygulamaya konmadı.

Hitler’in yapılan ve kentleri yıkma tutkusu, yapı kurma tutkusuyla olan bağlantısından dolayı, özel bir dikkatle ele alınmaya değer. Hatta daha da ileri gidilerek, Hitler’in kentleri yeniden kurmak için yaptığı planların, ilkin bu kentleri yıkmak için uydurduğu bir özür olduğu söylenebilir. Ama bana kalırsa, Hitler’in mimarlığa duyduğu ilgiyi, yıkma arzusunun bir örtüsünden başka bir şey değilmiş gibi açıklamak yanlış olur. Hitler’in mimarlığa duyduğu ilgi belki de içtenlikliydi ve ileride göreceğimiz gibi, —güç, utku ve yıkım dışında— yaşamda onu içtenlikle ilgilendiren tek şeydi.

Hitler’in yıkıcılığı, Polonyalılar’ı yendikten sonra onların geleceğiyle ilgili tasarladıklarında da görülmektedir. Polonyalılar, kültürel bakımdan kısırlaştırılacaktı; öğretim, trafik işaretlerine ilişkin bilgilerle ve biraz Almanca’yla sınırlı olacaktı; coğrafya konusunda da yalnızca Berlin’in Alman başkenti olduğu öğretilecekti; aritmetik, tümüyle gereksiz olduğundan hiç öğretilmeyecekti. Sağlık bakımı yapılmayacaktı; yaşam düzeyleri düşük tutulacaktı; Polonyalılar, ucuz işçi ve uysal köle olmaktan başka bir şeye yaramazlardı (H. Picker, 1965).

Öldürülecek ilk insan nesneler arasında, özürlü (sakat) insanlar vardı. Hitler daha önce Mein Kampfta şöyle yazmıştı: “Sakat insanlara aynı ölçüde sakat çocuklar doğurmalarına engel olunmalıdır… Bunun için gerekirse, iyileştirilemeyecek ölçüde hasta olanlar, hiç gözlerinin yaşına bakılmaksızın toplumdan yalıtılacaktır — bu, söz konusu uygulamaya uğrayan zavallılar için barbarca bir önlem, ama diğer yurttaşlar ve gelecek kuşaklar için bir nimettir” (A. Hitler, 1943). Hitler, bedensel özürlü insanları yalıtmakla yetinmeyip öldürerek bu düşüncelerini eyleme geçirdi. Hitler’in yıkıcılığının ilk dışavurumlarından birisi de salt siyasal çıkar sağlamak amacıyla (hareketin “anamalcılığa karşıt” kanadının önderlerini ortadan kaldırarak sanayicilere ve generallere güven vermek için) Ernst Röhm’ün ve öteki SA önderlerinin hayınca katledilmesidir (oysa bu olaydan yalnız birkaç gün önce, Hitler Röhm’le dostça çene çalarken görülmüştür).

Hitler’in sınırsız yıkım düşlemlerine olan düşkünlüğünün bir başka anlatımı, sözgelimi 1918’deki gibi bir ayaklanma olması durumunda alacağı önlemlere ilişkin sözleridir. Böyle bir şey olursa, Hitler, düzene karşı çıkan siyasal akımların bütün önderlerini, ayrıca da siyasal özgürlük yanlısı önderleri ve toplama kamplarındaki tüm tutukluları öldürecekti. Bu yolla, birkaç yüz bin kişiyi öldüreceğini hesaplıyordu (H. Picker, 1965).

Fiziksel yıkımın başlıca kurbanları Yahudiler, Polonyalılar ve Ruslar olacaktı. Burada yalnızca Yahudiler’in yok edilmesini ele alalım; çünkü Yahudilerle ilgili gerçekler, ayrıca açıklamayı gerektirmeyecek ölçüde iyi bilinmektedir. Bununla birlikte, Yahudiler’in düzenli ve tasarlanmış biçimde topluca öldürülmesine ancak İkinci Dünya Savaşı patlak verince başlandığı belirtilmelidir. Savaşın patlak vermesinden kısa süre öncesine dek Hitler’in Yahudiler’i yok etmeyi kafasında kurduğunu kanıtlayan hiçbir inandırıcı veri yoktur; ama Hitler’in fikirlerini gizli tuttuğu söylenebilir, ikinci Dünya Savaşı patlak verinceye kadar güdülen siyaset, tüm Yahudiler’i Almanya’dan göç etmeye yöneltmekti; bu göçü kolaylaştırmak için Nazi hükümeti bile çaba gösterdi. Ama 30 Ocak 1939’da Hitler, Çekoslavakya Dışişleri Bakanı Çvalkovski’ye, çok açık bir dille şöyle dedi: “Yahudiler’i mahvedeceğiz. 9 Kasını 1918’de yaptıkları yanlarına kar kalmayacak. Artık hesaplaşma günü geldi” (H. Krausnick ve ötekiler, 1968).11 Aynı gün Reichstag’da yaptığı konuşmada da bu kadar açık olmamakla birlikte benzer sözler söyledi: “Eğer Avrupa içindeki ve dışındaki uluslararası Yahudi parababalan, ulusları bir başka savaşa daha sokmayı başarırlarsa, bu savaş, dünyanın bolşevikleşmesiyle ve dolayısıylada Musevilik’in utkusuyla sonuçlanmayacak, Avrupa’daki Yahudiler’in sonu olacaktır.”‘

Hitler’in Çvalkovski’ye söyledikleri, ruhbilimsel bakış açısından özellikle ilginçtir. Burada Hitler, sözgelimi Yahudiler’in Almanya için bir tehlike oluşturdukları gibi kendini haklı göstermeye yönelik hiçbir açıklama yapmamakta, böylece de gerçek güdülerinden birisini —az sayıdaki Yahudi’nin yirmi yıl önce işledikleri devrimci olma “suç”unun öcünü alma güdüsünü— açığa vurmaktadır. Hitler’in Yahudiler’e duyduğu nefretin sadist niteliğini, “parti mitinginden sonra en yakın çalışma arkadaşlarına Yahudiler hakkında söylediği birtakım sözler” açıkça göstermektedir: “Onları bütün mesleklerden kovup kenar mahallelere sürmeli; hakettikleri gibi geberip gidecekleri bir yere kapatmalı ve insanlar yaban hayvanlarını nasıl seyrederlerse, Alman halkı da onları öyle seyretmeli” (H. Krausnick ve ötekiler, 1968).

Hitler, Yahudiler’in, Ari (Hint-Avrupalı) kanını ve Ati ruhunu zehirledikleri kanısındaydı. Ölüsever karmaşanın bütünü ile bu kanı arasında nasıl bir ilişki bulunduğunu anlamak için, Hitler’in bütünüyle farklıymış gibi görünen bir kaygısını —frengi hastalığı konusunda duyduğu kaygıyı— ele almamız gerekir. Hitler, Mein Kampf’ta, firengiyi, “ulusun en önemli dirimsel sorunları” arasında saymaktadır. Şöyle yazmaktadır:

Halkın siyasal, töresel ve ahlaksal yönlerden kirlenmesine koşut olarak, yıllar yılı süren ve ulusal bedenin sağlığını bozan aynı ölçüde korkunç bir zehirlenme meydana gelmişti. Özellikle büyük kentlerde, firengi, gitgide daha çok yayılmaya yüz tutmuştu; öte yandan da verem, ülkenin hemen hemen her yanında, sürekli olarak can almaya devam ediyordu (A. Hitler, 1943).

Önceleri Hitler’in üstü, daha sonra da yaveri olan (emekli) Başkonsolos Fritz Wiedeman’ın tuttuğu elyazısı notlar. Hitler bu sözleri söylerken, hemen hemen aynı gün Goering de Yahudiler’in ülke dışına göçmeleriyle uğraşmak üzere Eichmarın başkanlığında bir “Reich Merkez Dairesi” kurulmasını buyurmuştu. Eichmarın, Yahudiler’i kovmak için daha önceden biryöntem belirlemiş bulunuyordu. H. Krausnick ve ötekilerin (1968) bildirdiklerine göre, Hitler, pek aşın olmayan bu çözümü hoşnutsuzlukla karşılamış, ama “o zamanın koşullan içinde uygulanabilirlik olanağına sahip tek yöntem olduğu için” ister istemez kabul etmiş olmalıdır.

Oysa bu doğru değildi; ne verem ne de firengi, Hitler’in göstermeye çalıştığı oranda büyük birer tehdit oluşturuyordu. Ama kir korkusu, zehirlenme korkusu ve bunlarla bulaşma tehlikesi karşısında duyulan korku, ölüsever kişilerin tipik bir düşlemidir. Bu, dış dünyayı kirli ve zehirli bir şey olarak algılayan ölüsever tutumun bir anlatımı ve aynı zamanda da söz konusu tutuma karşı bir savunmadır. Büyük olasılıkla, Hitler’in Yahudiler’e duyduğu nefret, şu karmaşadan kaynaklanıyordu: Yahudiler yabancıdır; yabancılar zehirleyicidir (firengi gibi); bu nedenle, yabancıların kökünün kazınması gerekir. Yahudiler’in yalnızca kanı değil, ruhu da zehirliyor olmaları, özgün anlayışın bir uzantısından başka bir şey değildir.

Utkunun kuşkulu olduğunu daha iyi duyumsadıkça, yıkıcı Hitler de daha eksiksiz olarak boy gösterdi: yenilgi yönünde atılan her adım için, binlerce kurbanın ölmesi gerekti. En sonunda da yok edilme sırası Almanlar’a geldi. Daha 27 Ocak 1942’de, Stalingrad’dan bir yılı aşkın süre önce, Hitler şöyle demişti: “Alman halkı, kendi varlığını (Selbstbehauptung) korumak için savaşmaya hazır değilse, o zaman yok olmak zorundadır (darın soil es verschwinden)” (H. Picker, 1965). Yenilgi kaçınılmaz olunca, Hitler, Almanya’nın —Alman toprağının, yapılarının, fabrikalarının, sanat yapıtlarının— yok edileceği yolundaki bu tehdidin yerine getirilmesini buyurdu. Ruslar Hitler’in sığınağını ele geçirmek üzereyken, yıkımın grand finale’si (gösterişli son perdesi) için an gelip çatmıştı. Köpeği, Hitler’le birlikte ölmek zorundaydı ve buyruğunu dinlemeyip onunla birlikte ölmek için sığınağa gelen oynaşı Eva Braun da orada ölecekti. Fraulein Braun’un bu bağlılığından çok etkilenen Hitler, onunla yasal olarak evlenip onu ödüllendirdi; açıkçası, bir kadının Hitler’i sevdiğini kanıtlayabilmek için yapacağı tek hareket, onun için ölmeye hazır olmasıydı. Goebbels de ruhunu sattığı adama bağlı kaldı; karısına ve altı küçük çocuğuna, kendisiyle birlikte ölmelerini buyurdu. Her normal anne gibi Goebbels’in karısı da kesinlikle çocuklarını öldüremezdi, hele kocasının kendisine gösterdiği ipe sapa gelmez propaganda gerekçesiyle hiç böyle davranamazdı: ama başka seçeneği yoktu; Speer, bayan Goebbels’i son kez görmeye gittiğinde, Goebbels, karısının Speer’la yalnız konuşmasına bir an bile izin vermedi. Bayan Goebbels’in söyleyebildiği tek şey, (daha önceki evliliğinden olan) en büyük oğlunun da orada bulunmamasından dolayı mutlu olduğuydu.14 Hitler’in yenilgisi ve ölümüyle birlikte, çevresindekiler de ölmeliydi, Almanlar da ölmeliydi, dünya da yıkılmalıydı; Hitler, elinden gelse böyle yapardı. Topyekun yıkım, onun kendi yıkımının geri planını oluşturmalıydı.

Hitler’in eylemlerinin, devletle ilgili geleneksel nedenlerden dolayı haklı gösterilebilecek eylemler olarak açıklanıp açıklanamayacağı sorusuna: Hitler’in bir savaşı başlatan ve milyonlarca kişinin öldürülmesine yol açıcı buyruklar veren başka devlet adamlarından ya da generallerden insan olarak farklı olup olmadığı sorusuna geri dönelim. Hitler, bazı bakımlardan, büyük güçlerin “normal” önderlerinin birçoğuna benziyordu ve başka güçlü ulusların önderlerince yapılan tutanaklara geçmiş şeyler göz önüne alınınca Hitler’in savaş politikasının benzersiz olduğunu söylemek oldukça ikiyüzlü bir tutumdur. Hitler olgusunun özelliği, Hitler’in buyruğuyla gerçekleştirilen yıkım ile bu yıkımın gerçekçi gerekçesi arasındaki orantısızlıktır. Milyonlarca Yahudi, Rus ve Polonyalı’nın öldürülmesinden tüm Almanların yok edilmesi için verilen son buyruğa kadar Hitler’in eylemleri, stratejik güdülerden kaynaklanan eylemler olarak açıklanamaz; bu eylemler, son derece ölüsever bir adamın tutkusunun ürünüdür. Bütün ağırlık, Hitler’in Yahudiler’i yok etmesine verilerek bazan bu gerçek karanlıkta bırakılmıştır; bu konuya verilen ağırlık, Yahudiler’in, Hitler’in yok etmek istediği birçok kurbanın yalnızca bir bölümü olduğu gerçeğini de gözardı etmektedir. Hiç kuşkusuz, Hitler’in bir Yahudi düşmanı olduğunu söylemek doğru olur; ama onun bir Alman düşmanı olduğunu söylemek de aynı ölçüde doğrudur. O, insanlıktan iğrenen, yaşamın kendisinden iğrenen bir kişiydi. Ölüseverliğe ilişkin daha önceki irdelemede genel olarak ele alınan başka ölüsever dışavurumlar açısından Hitler’e baktığımız zaman, bu daha bir açıklık kazanacaktır.

ilkönce, Hitler’deki ölüsever yönelimin bazı kendiliğinden anlatımlarını göz önüne alalım. Speer, Varşova’nın bombalanmasıyla ilgili bir haber filminin son sahnesine Hitler’in gösterdiği tepkiyi aktarmaktadır:

Duman bulutlan gökyüzünü karartıyordu: Pike yapan bombardıman uçakları yana yatıp hedeflerine doğru hızla dalıyorlardı; bırakılan bombaların uçuşunu, uçakların bombaları bıraktıktan sonra hızla uzaklaşışını ve patlamaların dev gibi genişleyen dumanlarını izleyebiliyorduk. Filmin yavaş çekimle gösterilmesi etkiyi daha da artırıyordu. Hitler büyülenmişti. Film, ingiliz Adaları’nın haritasına doğru dalışa geçmiş bir uçağı gösteren bir montajla sona eriyordu. Bunun ardından alevler parladı ve ada, bir paçavra yığını gibi havaya uçtu. Hitler’in duyduğu heyecan sınırsızdı. “İşte, başlarına gelecek olan bu!” diye bağırdı, kendinden geçerek. “Onları işte böyle ortadan kaldıracağız!” (A. Speer, 1970).

Hanfstaengl, 1920’lerin ortalarında Hitler’le yaptığı bir konuşmayı aktarmaktadır. Bu konuşmada Hanfstaengl, gidip ingiltere’yi görmesi için Hitler’i razı etmeye uğraşmıştı; Hitler’e İngiltere’deki görülmeye değer ilginç yerlerden söz etmiş ve VUI. Henry’yi anlatmıştı. Hitler şöyle karşılık vermişti: “Altı kan, —hımm, altı kan— fena değil; demek karılarından ikisini de darağacına gönderdi. Gerçekten ingiltere’yi ziyaret etmemiz ve Tower’a gidip o kadınların idam edildiği yere bakmamız gerek. Bunu yapmaya değer” (E. Hanfstaengl, 1970). Gerçekten, bu idam yeri, Hitler’i, ingiltere’nin geri kalan yerlerinden daha çok ilgilendirmişti.

Hitler’in 1923’te izlediği Fredericus Rex adlı bir filme gösterdiği tepki de ayırıcı özellik taşır. Bu filmde, Frederick’in babası, ülkeden kaçmaya kalkıştıkları için hem oğlunu hem de arkadaşını idam ettirmek ister. Hitler, sinemadan çıkmadan önce ve yine eve giderken, hep şunu yineleyip duruyordu: “O (oğul) da öldürülecek — harika. Demek ki, devlete karşı suç işleyen herkesin, kendi oğlu bile olsa, kellesi gidecek!” Bu yöntemin, (o sırada değerli Ruhr bölgesini işgal etmiş olan) Fransızlar’a da uygulanması gerekir diye, konuşmasını sürdürüyor ve şu sonuca varıyordu: “Ren ve Ruhr bölgelerindeki bir düzine kentimiz yanıp kül olsa, birkaç yüz bin insan canından olsa ne yazar!” (E. Hanfstaengl, 1970).

Hitler’in sık sık yinelediği bazı şakalar, onun ölüsever yönelimini açıkça ortaya koyar. Hitler, sebzelerden oluşan bir beslenme düzenini uygularken, konuklarına olağan akşam yemeği veriliyordu. “Yemekler arasında et sulu bir çorba varsa,” demektedir Speer, “Hitler’in ‘ceset çayı’ndan söz edeceğini kesinlikle söyleyebilirdim; kerevides yemeğiyle ilgili olarak, kabuklu su hayvanlarını avlamak için cesedi akrabaları tarafından dereye atılan ölmüş bir büyükanne hakkındaki öyküsünü anlatırdı; yılan balıkları konusunda da bunları semirtmek ve kolayca avlamak için en iyi yolun, ölmüş kedi kullanmak olduğunu söylerdi” (A. Speer, 1970).

Hitler’in yüzü de ölüseverlikle ilgili irdelemede değindiğimiz koklama davranışını ele veriyordu; sanki sürekli olarak kötü bir şey kokluyormuş gibi görünüyordu. Bu yüz anlatımı, Hitler’in pek çok fotoğrafında açıkça görülmektedir. Hitler’in gülüşü hiçbir zaman özgür değildi; fotoğraflarından da anlaşılabileceği gibi, bir tür sırıtmaydı. Hitler en büyük başarıyı elde ettiği sırada, Compiegne’deki tren vagonunda Fransa teslim olduktan sonra, bu karakter özelliği daha bir açıklıkla görülüyordu. O zamanlar yayımlanan bir haber filminde saptandığı gibi, Hitler, vagondan çıktıktan sonra, sanki az önce Fransa’yı yutmuş gibi bir parça “dans” ediyor, ellerini bacaklarına ve karnına vuruyor, çirkin çirkin sırıtıyordu.

Hitler’in ölüsever özelliklerinin başka birisi de can sıkıntısıdır. Hitler’in sofrada yaptığı konuşmalar, bu cansızlık biçiminin en çarpıcı dışavurumudur. Obersalzberg’de, Hitler ve yanındakiler, ikindi yemeğinden sonra, çay, kahve, kek ve başka tatlıların yenip içildiği çayevine yürüyerek giderlerdi. “Burada, kahve masasında, Hitler, hep kendisinin yaptığı sonu gelmez konuşmalara dalmaktan özellikle hoşlanıyordu. Masadakiler, konulan çoğunlukla ezbere biliyorlardı, bu nedenle de kafalan başka yerde dinliyorlardı; ama kulak kesilmiş gibi görünüyorlardı. Ara sıra, Hitler’in kendisi de konuşurken uyuyakalıyordu. O zaman, masada bulunanlar, Hitler’in akşam yemeği zamanına kadar uyanacağını umarak yavaş sesle çene çalmayı sürdürüyorlardı” (A. Speer, 1970). Ondan sonra herkes eve dönüyordu ve iki saat geçince akşam yemeği veriliyordu. Akşam yemeğinden sonra, iki film gösteriliyordu ve bunu, zaman zaman, filmler hakkında sıradan konuşmalar izliyordu.

Saati ‘i geçince, grubun bazı üyeleri, kendilerini tutmak için gösterdikleri tüm çabalara karşın, artık esnemelerine engel olamıyorlardı. Ama bu toplantı, en sonunda Eva Braun Hitler’le birkaç laf edip yukarı çıkmak için izin alıncaya dek bir saat kadar daha aynı tekdüze bıktırıcı

Bu, Hitler’in “ağızcıl-sadist”, sömürücü karakterinin anlamlı bir dışavurumudur.

Erich Fromm
Hitler’in Yıkıcılığı

1 Yorum

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz