Yusuf Atılgan: “Kiremitlerden biri çatlak olmasa dam akmaz”

Yusuf AtılganAdam gitti, duvardaki deliğe seslendi. Stadyum gişelerindeki delikler gibi. Kimler vardı orada acaba? Bir kadın mı? Önlüğü ellerinde kirli bir oğlan mı? Bütün gece ne yaparlar? “Ne de meraklıyım!”
İlk bardağı sonuna dek içti; susamıştı. Sanki içi ısındı. Paltosunu çıkardı.
Bir sigara yaktı. Şimdi çevresine bakabilir; ama yalnız meyhaneciye bakıyor: Yaşlı değil. Yeni gelen iki kişiye içki veriyor. Burnu üstüne bir şeyle vurulmuş da ezilip öyle kalmış gibi. Az sonra içerisi dolacak; kimisi içtikçe cıvıyacak, kimisi yayık yayık ona dert dökecek. Çekilir mi? Acıyor şu adama. Ne sıkıcı işleri var insanların!
— Merhaba, dedi biri arkasından. Başını çevirince aktörü gördü.
— Merhaba. Gelsene.
Yanındaki iskemleye oturdu. Pek sevmez onu; çok konuşur, ama bu gece varsın konuşsun. Bir şişe daha getirtti.

— Oyun yok mu bu gece? diye sordu.
— Var ya, bugün izin günüm.
Bir sigara çıkardı; eğildi onunkinden yaktı.
— Gelirken senin ressam kızı gördüm, dedi.
— Boşver.
— Ne oldu?
— Ayrıldık.
— Neden?
— Uzatma. Başkasıyla gördüm yolda. Bir kızardı ki sorma. Oysa yüzüme söyleseydi, bir başkası var deseydi sevinirdim.
— Atma.
Kızdı. İnanmıyordu. Aktör bardağını kaldırdı.
— Susuzluktan sonra sululuk, dedi. İçtiler.
Meyhane yükünü almış, boş yer yok. Hava dumanlı. Herkes bağıra bağıra konuşuyor. Gözü gişe deliğine takılıyor. Garson eğilmiş içeriye bağırıyor.

— Şu deliğin ardında… Aktör lafını kesiyor.
— Bırak o deliğin ardını da bana bak. Yolsuzum ben, diyor.
— Aldırma.
Niye ilkten, kafayı tutmadan söylemedi bunu? “Hepimiz güdüküz. İçkiden umarız.” Karidesi elle yiyorlar.
— İşin yok. Nerden buluyorsun bunca parayı?
— Çalıyorum.
Garson boşların yerine dolu şişeler koyuyor. Aklına sinemadan çıkınca düşündükleri geliyor.
— Bugün insanları kurtaracak çareyi buldum.
Birisi radyoyu açmış, cırlak bir kadın sesi, “… yok mu, nedir bunun çaresi?” diye soruyor. Katıla katıla gülüyorlar. Bütün içenler dönüp bakıyor, onlar da gülüyorlar.
— Baksana kardeşim, şu zırıltı bitince piyano çalman bir yer bulsana bize, diyor garsona.
— Az durun.
“Esnaf bu. Ötekileri uyutacak.” Aktör,
— Neydi o çare? diyor.
— Hangi çare, kadının sorduğu mu? Kalantor bir koca.
Artık çok kolay gülüyorlar. Sonra piyano başlıyor. Birden kendini Ayşe’nin atölyesinde buldu. Ne derdi şu çalınana? Apassionata. Önce kapıyı kilitlerdi. Pikaba plakları sıralar, ilk sesle birlik uzandığı sedirde olurdu. Başını kucağına alırdı. Oysa her sefer kapıyı kilitledi diye kızardı. Duvarlarda griler, uçuk maviler asılıydı. Temmuz sarısı, mayısın esmerimsi yeşili… Ayşe insan resmi yapmazdı. “— İnsanlardaki her duygu bir renktir,” derdi. Gözünün merceğinde donuk bir istek, kara… Saçlarını karıştırırken tutar elini öperdi. Sonra Apassionata’nın kafasında boyadığı rengi düşünürdü. Kırmızımsı benekli upuzun bir boz…

— Kes şu zırıltıyı! diye bağırdı biri. İrkildi. Kimse aldırmadı. Artık aktörün sesini duydu:

— “Kiremitlerden biri çatlak olmasa dam akmaz,” dedikten sonra onu öpmem gerek. Dudaklarını öperken ısırıyorum. Oyundan sonra, “Alçak,” diyor, “söylicem yönetmene bir daha yaparsan.” İnadına ısırıyorum kaltağı. O sahnenin ortasmdadır hep. Ben, sırtım seyircilere dönük, kollarım yukarda yaklaşıyorum. Kiremitlerden biri çatlak olmasa dam akmaz, diyorum. Ne boktan laf değil mi? Başına geleceği biliyor. Titriyor dudakları. Ne dudaklar, bilirsin; iri iri, üstelik boyalı.
— Ya seyircilere söylerse. Aktör güldü.
— Söylemez. Yüksek oyuncu o. Yönetmene bile söylemez.
— Hamlet, itsin sen, it.
— Boşver Otello, dedi aktör.
— Otello deme bana.
— Değil misin?
— Bırak şu alık arabı. Tezgâhın ardındaki adamı çağırdı:
— Doldur şu bardakları kardeşim. Adın ne .senin?
— Mecit, dedi adam çekilirken.
— Hamlet, duydun mu herifin adını?
— Hamlet deme bana.
— Peki, peki Hamlet.
Aktör kollarını kaldırıp bağırdı:
— Seni içinin demir parmaklıklarından azat edeceğim!
Bütün sarhoşlar dönüp baktılar. Aktörün rol yaptığının far kında değiller, kavga çıkacak diye gözleri şakıyordu.
— Hangi boktan oyundan bu laf?
— Unuttum, dedi aktör, Mecit miydi adı?
Deliler gibi güldüler. Ötekiler bezgin, şimdi onlarla ilgilenmiyorlardı. Meyhanecinin adına pek tutuldular; yoksa bu kadar içmezlerdi.
— Mecit, doldur şu bardakları kardeşim, diyorlardı sık sık.
Piyano çoktan susmuş, içenlerin çoğu gitmişti. Aktör de minki hikâyeyi yeniden anlattı.
— Bu gece senin yerine onu başkası öpüyordur.
— Sus, dedi aktör, öyle istiyorum ki kaltağı!.. Bardağını kaldırdı.

— Dünyadaki bütün kaltakların sağlığına, dedi. Ama içe medi. Bardağı bıraktı. Yüzü sarardı, iskemleden aşağı kaydı.

Aktörü Parmakkapı’daki odasına bıraktılar. Şoför olmasa onu taşıyamazdı. Kendini koyvermiş, lapa gibi. Sonra taksi evinin önünde durdu. Yol çok kısa geldi ona. Şoförün parasını verdi. “Umduğundan çok vermeli. Canım tek kelime duymak istemiyor.” Merdivende başı döndü; tutundu. Dış kapı gece gündüz açıktır. Kendi kapısına anahtarı bir türlü uyduramıyor.

Kertikli yeri alta mı gelecekti üste mi, unutmuş. Söve söve sonunda kapıyı açtı. Ayakyolundan yana yürüdü. Döşeme ayaklarının altından gidip gidip geliyordu. “Bir yüzümü yıkasam.” Musluğa uzandı; tutamadı.

Ayakyolunun açık kapısından yana upuzun düştü.

… Sonra baktı o tiyatroda oturuyor. Sahne şıpır şıpır akıyor. Kiremitlerin hepsi mi çatlak? Bir de koku, nerden geliyor bu? Ardına baktı: Kapı bir lağıma açılmış. Kimse kapamıyor. Çevresinde hiç kadın yok; tümü de erkek. Tıraş olmuşlar, şap sürmüşler suratlarına sanki. Karalar giymişler. Gözleri sahnede. Ortada bir kız duruyor. Sırtı dönük adam arkadaşı değil mi? Sızmıştı o ya. İşte ayılmış, gelmiş. Kıza yaklaşıyor. Isıracak mı yine? Kız aktörü itip sahnenin önüne yürüyor. Yüzü kıpkızıl boyalı. Ağlıyor.

Şaşılacak şey bu akan yaşın boyaları silmeyişi. “Bakın bu adam her gece ısırıyor beni,” diyor. Şimdi kalkıp aktörü döverler. Kız şaşkın, öyle duruyor. Kimse kıpırdamıyor. Şaplı yüzler kırışmış; gülüyorlar. Nedense içini bir korku kaplıyor. Kalkıyor. Salon sımsıkı. Nasıl kaçacak? Omuzlara basa basa koşuyor kapıya. Bağırıyorlar. Birkaçı yumruk gösteriyor. Şimdi lağımın içine yürüyor. Koku artmış. Bu şehrin böyle bir lağımı olsun, ummazdı.
Işıklı. İki yanında kapılar var. İnsanlar girip çıkıyor. Beyaz önlüklü bir kadın ona doğru koşup önünde duruyor. “Ah” diyor. “Baban sandım seni. Sizin evde hizmetçiydim ben. Tıpkı baban gibisin. Bir bıyıkların eksik.” “Defol, babama benzemem ben.” “Niye kızıyorsun? Babaya çekmek kötü bir şey mi? Yaman adamdı senin baban.” “Defol. İstemiyorum.” “İstesen de istemesen de onun gibisin sen. Bak nasıl bakıyorsun bacaklarıma.” “Hayır, hayır sus!” Kadın gülüyor. Korkunç bir öfke kabarıyor içinde. Üstüne yürüyor, ama kadın artık yok. Çevresinde kendi halinde insanlar var.

Kokuyu duymuyorlar mı? Oysa çatlayacak. Ya bu dondurucu soğuk… Kendine geldi. Baktı kafası kubura yakın, az daha uzandı; öğüre öğüre kustu. Kalktı. Üstü başı ıslanmış. Titriyor. Yüzünü yıkadı; ağzını çalkalayıp su içti. Biraz açıldı ama kafası boş; ağrıyor. Sanki çok önemli bir işi varmış gibi birden yürüdü. Oturma odasına girdi. Doğru pencereye gitti. Dün gece kırdığı camı yokladı. Takılmış…

Bedeninin yükünü öbür bacağına yükledi de biraz rahatladı. Bir saattir burda dikiliyor. Yorgun. Oysa Ayşe ayakta durmağa alışıktır. Ama sehpanın önünde ileri geri gider gelir, kıpırdar; böyle olduğu yerde dikilmez. İki gün önce bu iş ona pek kolay gelmişti. “Filmlerin değiştiği gün bakarım hangisinde iyice bir şey varsa o sinemanın kapısında dururum. Nasıl olsa bir gün gelir,” demişti. Şimdi gücün bekliyor. Ayaklan üşüyor; kalçaları ağrıyor. Film başlamıştı. İçeriye yüzlerce insan girdi. Biraz yürüse belki açılacak, ama korkuyor. Ya tam o sırada biletini alıp öteki kapıdan içeri girerse… Gişenin önünde kimseler kalmadı. Son geçenler ona bir tuhaf baktılar. “Acınacak gibidir suratım.” Saatine baktı: Üç. Daha beş saatten çok beklemesi gerek.

“Dayanamam. Donacağım.” Gözü karşı afişteki ağlamaklı kadına takıldı. Sanki beklediği kişi söz vermiş de gelmemiş gibi içini bir öfke kapladı. Yürüdü. Kocaman camlı kapıdan bekleme yerine baktı. Birden yüzü aydınlandı. Bir bilet alıp içeri girdi. Gişenin iki yanındaki iki giriş kapısı da buraya açılıyordu. Gelirse onu görecekti.

Masalardan birine oturdu. Dışarının soğuğundan sonra burası ona sıcak geliyordu. Garsondan çay istedi. Çayı içtikçe daha bir ısınıyor. Salondan filmin boğuk sesi duyuluyor. İçinde deminki öfke yok. Gelsin istiyor, gelsin de ona suçsuz olduğunu anlatsın. O gün büyük caddede karşılaştıkları zaman yanında Selim vardı. Sergiden çıkmışlardı. Pek mi içli¬dışlıydılar? Buna imkân yoktu. Bir kere Selim boz rengi sevmezdi; sonra bıyık da bırakırdı. Ama Ayşe onun yüzünü görür görmez -sapsarıydı.

Görünüşünde onun suçlu olduğunu kesin olarak bilen bir şeyler vardıkendini gerçekten suçluymuş gibi hissetmiş, kızarmıştı. Ayşe’nin başı üstünden ötelere bakarak geçip gitmişti.
Bardakta kalan çayı birkaç yudumda bitirdi. Bir sigara yaktı. Boşu almaya gelen garsondan bir çay daha istedi. En kötüsü bir haftadır çalışamamaktı. Her gün öğleye doğru atölyesine girip sehpaya bakıyor, çalışma gücü yitik, kendini sedire atıyordu. Kulakları kapı ötesinin bütün tıkırtılarına açık, yalnız kanının damarlarındaki koşusunu duyardı. Son haftaya değin kendi etinin gürültüsünü bu kadar açık hiç işitmemişti. Kapıya yaklaşan ayak sesleriyle iki kere yüreği duracak gibi çarpmıştı. Birisi ‘geçerken uğramış bir arkadaş’ti, öbürü annesi. “— Neyin var kızım?” “— Bir şeyim yok. Başım ağrıdı da… ” Herkes onun gibi değil miydi? En az umutlanmaları gerektiği zamanlar en çok umarlardı.

Saat dörtten sonra bekleme salonu dolmaya başladı. Çoğu ayakta duruyor, bazıları oturup bekliyorlardı. Parlak saçlı, ince bıyıklı bir genç geldi yakınına oturdu. Ayşe’nin gözü kapılarda ama üstünde onun bakışlarını duyuyor, sinirleniyor. “Ne kalabalık. Bir o yok sanki.” Salonun kapıları açılınca bekleyenler itişe-kakışa yürüdüler. Bir kadm bağırdı. Yeni gelenler geç kalmış gibi koşuyorlar. Bekleme salonu boşaldı. En son iki öğrenci kız girdi. Şimdi bir Ayşe var oturan bir de o bıyıklı. “Yanıma düşsün diye bekliyor bu. Herkes kendi dalgasında.” Başlama zili çalarken adam kalkıp gitti. Yine yalnız kaldı. Pek yalnız da sayılmaz; garson var, kapılardaki bilet yırtıcılar var. Bu adamların kendine acıyarak baktıklarını sanıyor, sıkılıyor. Beklediği kişi bunları umursamaz, biliyor.

1959
Yusuf Atılgan
Kaynak: Aylak Adam

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz