Gerçekliği yansıtmak değil, değişik bir biçimde algılatmak | Rus Biçimciliği – Berna Moran

Şiirde Yazınsallık
Rus Biçimcileri ürünlerini aşağı yukarı 1915-1930 yılları arasında verdikleri için, esere dönük biçimci yaklaşımı Yeni Eleştiri akımından önce başlatmış sayılırlar. Ama Rus Biçimciliği aynı zamanda, 1960’larda ortaya çıkan Yapısalcılığın önemli kaynaklarından biridir. Yazın bilimine on beş yıl kadar çok önemli katkılarda bulunan Rus Biçimcileri Sovyetler’in resmi sanat anlayışına ters düştükleri için 1930’dan sonra baskı altında kaldılar ve sustular, ya da tutumlarını değiştirdiler. En ünlüleri arasında şu adları sayabiliriz: Boris Tomaşevski, Viktor Şklovski, Boris Eichenbaum ve Yuri Tinyanov. Çalışmalarına Rus Biçimcileri ile başlayan Roman Jacobson 1920’de Rusya’dan ayrıldığı ve Çekoslovakya’ya giderek Prag Dilbilim Topluluğu’nu kuranlara katıldığı için Rus Biçimciliğini, bir bakıma, Avrupa’da devam ettirmiş oldu.

Rus Biçimcileri edebiyat incelemesinin, diğer tür incelemelerden ayrı, kendine özgü bir yönteme dayandırılması gerektiğini düşünüyorlardı. On dokuzuncu yüzyılda edebiyat incelemesi ve eleştirisi esere dönük değildi; ya sanatı duygu anlatımı olarak alıyor ve sanatçıyı merkez yapıyor, ya da sanat dışı dünyayı yansıtıyor diyerek edebiyatı açıklamak için tarihe, sosyolojiye, politikaya yöneliyordu. Rus Biçimcileri ise eserden hareket etmekten yanaydılar ve her şeyden önce edebiyat eserini diğer eserlerden ayıran biçimsel özelliğin, yani yazınsallığın ne olduğu sorusuna cevap aradılar ve yazınsal ligi ostranenie kavramıyla açıkladılar.

Ingilizlerin defamiliarization sözcüğü ile karşıladıkları bu kavramı “alışkanlığı kırma” diye çevirebiliriz. İddia şu: Biz dış dünyaya, nesnelere, davranış ve düşünüş biçimlerine baka baka bunları kanıksarız. Şiir ise kendine özgü dili sayesinde bu kanıksamayı sarsarak, nesneleri, davranışları, düşünceleri ve duyguları taze bir bakışla yeniden görmemizi, yeniden algılamamızı sağlar. Çünkü bu dil alıştığımız kullanmalık dilden farklıdır.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinden alınmış, ölümden söz eden şu iki dize çok basit bir örnek olarak verilebilir sanırım.

Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında,

Camide musalla taşına konmuş tabutun önünde cemaatin cenaze namazı kılması, insanların defalarca tanık olduğu ve kanıksadığı bir olaydır. Tarancı musalla taşını bir tahta, ölüyü bir sultana cemaati de onun önünde elpençe duran ye yerlere kapanan kullarına benzetmek suretiyle kanıksadığımız bu sahneyi bize taze bir şekilde gösteriyor, alışkanlığımızı sarsıyor.

Demek oluyor ki, gerçekliği yansıtmak değil edebiyat eserinin yaptığı, onu değişik bir biçimde algılatmak. Bu anlayış, bir bakıma, Brecht’in daha sonra ortaya attığı “yabancılaştırma” kavramını ve Tonny Bennett’in (Formalism and Marxism adlı kitabında) belirttiği gibi, Althusser’deki “ ideolojiyi dönüştürme” ve görünür kılma iddiasını hatırlatıyor.

Rus Biçimcileri yazınsallığın özünü alışkanlığı kırmakta gördükleri için, üzerinde durdukları sorun, metnin bunu nasıl sağladığı sorunudur. Kullanmalık dil bir şey bildirmeye, anlatmaya, betimlemeye yarayan bir araçtır ve biz bu dili kullanırken dilin bilincine varmayız. Bu dil şeffaf bir cam gibidir, onu değil, onun aracılığı ile, işaret ettiği şeyleri algılarız. Şair ise bu dili bozar, büker, kuralları çiğner, altüst eder ve böylece onu alışmadığımız yeni bir düzene sokar. Bu şaşırtıcı başkalık bizi silkeler, uyandırır ve dile getirdiği her ne ise, onu yeni bir gözle görmemizi sağlar.

Yukarıdaki dizelerde dilin, günlük dilden nasıl ayrıldığını saptamak istersek en azından şunları söyleyebiliriz: Dil belli bir vezinle ritme sokulmuştur, ayrıca bazı seslerin (örneğin “ta” sesinin saltanat, taht, taşında sözcüklerinde; “sal” sesinin saltanat, misal, musalla sözcüklerinde) tekrarı ve ikinci dizenin ilk yarısını oluşturan “taht misali” sözcüklerindeki ilk harflerin, ikinci yarıyı oluşturan “musalla taşında” sözcüklerinde tersine kullanılmasıyla kurulan ses dengesi gibi özellikler, dilin günlük kullanılışında rastlamadığımız bir özel düzenlemeyi sergiliyor. Bunlara şiirde uyakları, kural dışı söyleyişleri vb. ekleyebiliriz. Işte dil bu alışılmamış düzenlenişinden ötürü dikkati kendi üstüne çeker; bir şey bildirmek amacı ile araç işlevi görmekten çok (vurgulandığı için), kendisi ön plana geçerek adeta kendi düzenlenişini sergiler. Rus Biçimcileri için önemli olan şairin gerçeklik karşısındaki tutumu değil, dil karşısındaki tutumu.

Ancak şunu da eklemek gerekir ki Rus Biçimcileri için dış dünyayı taze biçimde algılamamız ikinci derece bir sorundur ve yazınsallık, metnin, dış dünya ile ilintisinde değil, dilin kurallarının kırılmasıyla, yem düzenlenişleriyle ilgili biçimsel sorunlarda yatar. Dış dünya olsun, duygular, düşünceler olsun ancak malzemesidir şiirin. Bundan ötürüdür ki Rus Biçimcileri edebiyatın yalnız biçimsel nitelikleri üzerinde durdular çünkü yazınsallığı sağlayan yalnızca bunlardı.

Yeni Eleştiri ile Rus Biçimciliği arasında bir farkda bu konuda görülür. Yeni Eleştiri’yi savunanların bir kısmı, edebiyatın dili kendine özgü kullanışı sayesinde, yaşamın karmaşıklığını yansıtabildiğini söylüyordu, Rus Biçimciliği ise metnin dışına çıkarak yaşamla bağlarına bakmak gereğini uymuyor.

Biz genellikle bir bildirimde bütün anlamın bildiri öğesinde toplandığını sanırız. Oysa diğer bütün öğelerin de katkısı bulunur. Gerçi çoğunlukla bir söylemde, bildiri, dışındaki bağlama ait bir şey bildirir: “Edirne-Istanbul arası 400 km.’dir”. Bu bildiri göstersel bir anlam taşıyor ve göndergesi kendi dışındaki bir bağlam.

Ne var ki bildiri her zaman göstersel işlev yüklenmez. “Amma yolmuş, yürümekle bitmiyor” gibi bir cümlede bildiri, bağlama değil söyleyene yöneliktir; onun duygularını, tutumunu, tepkisini anlatır. “Hazırlan, yola çıkacaksın” gibi bir bildiri ise alıcıya yöneliktir, bir emri dile getirir. Jacobson, bildirinin, sözünü ettiği altı öğeden herhangi birine yönelik olabileceğini gösterdikten sonra, bildirinin işlevini bu yönelişe göre tayin ede bileceğimizi söylüyor. Eğer bildiri diğer beş öğeden birine değil de bildirinin kendine yönelikse o zaman işlevi şiirsel olur. Çünkü bildirinin yaptığı şey dikkati kendi üstüne, kendi düzenlenişine çekmektedir. Şiiri diğer söylemlerden ayıran gerçi bu özelliğidir, ama bu demek değildir ki şiirde dilin başka işlevi olamaz. Şiirin duygusal anlamı, göstersel anlamı, yaptırıcı anlamı da bulunabilir: Ne var ki bunların arasında ağır basan şiirsel işlevdir. Buna karşılık, göstersel işlevin ağır bastığı bir bildirinin aynı zamanda şiirsel yönü de bulunabilir. Diyelim ki tarih kitabında, az da olsa böyle bir yön sezilebilir. Özellikle sloganlarda, reklamlarda şiirsel işlevin rol oynadığı kuşkusuzdur.

Kim korkar evlenmekten Elka varken, ya da Can Kraker, herkesin canı çeker.gibi reklamlarda bildirinin düzenlenişi, seslerin tekrarı vb., gibi bildiriyi çarpıcı kılmak için şiirsel işlevden yararlanıldığını gösterir bize. Özetlersek, Jakobson’a göre bir bildirim olayında bildirinin dilsel düzenlenişi diğer öğelere yönelişten daha ağır basıyor ve bildirinin kendini ön plana çıkarı yorsa bu bildirinin esas işlevi şiirseldir.

Romanda Yazınsallık

Buraya kadar Rus Biçimciliğinin şiirde yazınsallık konusu üzerindeki görüşlerini özetledik; şimdi düzyazı anlatı türü üzerindeki görüşlerine geçebiliriz. Roman ve öykü gibi düzyazı türlerini de Rus Biçimcileri yazınsallık bakımından çözümlemeye çalışırlar. Şiirin alışkanlığı kırma gücü nasıl kendi dışında bir şeye işaret etmesinden değil de, dilsel düzenlenişinden kaynaklanıyorsa, romanın alışkanlığı kırma gücü de yaşamı yansıtmasından değil, onu özel bir biçimde düzenleyişinden kaynaklanır. Rus Biçimcileri bunu açıkla mak için şiirdekine benzer bir ayrımdan söz ederler. Şiirde yazınsallık, kullanmalık dilin garip bir şekilde düzenlenme sinden kaynaklanıyordu, ama bir roman dilinin metni ona yazınsallık sağlayan bir özellik değildir ve bundan ötürü, bu kez geçerli olan karşıtlık, kullanmalık dil/şiir dili arasın da değil, syuzhet/fabula arasındadır.

Syuzhet az çok olay örgüsü anlamında kullanılıyor, yani yazarın metinde sunduğu sıra ve biçimdeki olaylar dizisi. Fabula’yı “öykü” olarak çevirebiliriz, ama sözcüğü özel bir anlamda kullandığımızı unutmamak şartıyla. Bu bağlamda “öykü” bir anlatı türüne işaret etmez, yazarın düzenlediği olayların (olay örgüsünün) gerçek yaşamda takip etmesi gereken sıraya göre dizilmiş şekline işaret eder. Okur bu sırayı, romanı okuduktan sonra isterse kafasında kendisi kurar.

Diyelim ki bir romanda konu şöyle bir şey: Bir genç kız (K) ve erkek (E) tanışıyorlar, sonra sevişiyorlar, derken evleniyorlar. Bir süre sonra E başka bir kadınla ilişki kuruyor ve bu yüzden K ile kavga ediyor, boşanacak oluyorlar, ama sonunda barışıyorlar. Romanı birine özetleyecek olsak olayları bu sıraya göre anlatırız. işte “öykü” dediğimiz, yaşamdaki sırayı izleyen olaylar zinciridir bu. Ama yazarın bu “öykü” yü sunuş biçimi hiç de böyle olmayabilir. Belki romana evlilikten sonraki kavgayla başlar, sonra geriye dönerek tanışmalarını anlatır, derken evlenmeleri olayına atlar, vb. Aslında metinde karşılaşmadığımız ve ancak bir çıkarım edimiyle elde ettiğimiz olay sırası (öykü), gerçek yaşamdaki gibi zamandizinsel (kronolojik)’dir. Yazar, bu sırayı bozar, altüst eder ve yaşamdakine uymayan yapay bir diziye yerleşti rir olayları ve böylece alışılmışı kırmış olur. Kuşkusuz yazar “öykü” deki zamandizinsel sıraya sadık kalmayı tercih dc edebilir, ama yine de zaman düzeni üzerinde oynayacaktır. Bazı olayları özetleyerek kısaltacak, bazılarını ise uzun uzun, ayrıntılara girerek anlatacaktır. Ayrıca olayları, kişileri kimin bakış açısından göreceğimizi saptayacaktır vb.
Rus Biçimcilerinin edebiyat kuramına yaptıkları katkılar arasında bu syuzhet ve fabula ayrımı en etkililerinden biri olmuştur.

Rus Biçimcileri yeni akımların, üslupların, biçimlerin doğmasının nedenlerini açıklarken de tarihsel, sosyal, ekonomik nedenlere bakmazlar, sorunu biçimsel nedenlerle çözümlerler. Yazınsallık alışılmışı kırmak olduğuna göre, bunu mümkün kılan yollar uzun süre değişmeden kalamaz. Çünkü uzun süre içinde bu yollar da alışkanlık yaratır ve bir zaman gelir ki alışkanlığı kırma gücünü yitirirler. O zaman yeni sanat biçimleri, üslupları bulmak zorunluğu doğar ve yazarlar, çoğu kez, eski biçimi alaylı bir tarzda kullanarak onun dayandığı kuralları, gelenekleri yıkarak yeni biçimlere yol açarlar. Cervantes’in Donkişot eserinde romans türünü alaya alarak romana yol açması gibi.

Berna Moran
Edebiyat Kuramları ve Eleştiri

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz