Felsefenin Sonu ve Düşünmenin Görevi – Martin Heidegger

Bu başlık, soru sormada üsteleyen bir düşünme girişimini gösteriyor. Sorular bir yanıta giden yollardır. Eğer yanıt verilebilirse, bu yanıt, tehlikeli bir- soruna ilişkin önerme niteliğindeki bir ifadeden değil, düşünmenin bir dönüşümünden ibaret olacaktır.
Aşağıdaki metin daha geniş bir bağlama aittir. O, Varlık ve Zaman sorusunu daha esaslı bir tarzda şekillendirmek için 1930’dan bu yana tekrar tekrar ele alman bir girişimdir. Bu şu anlama gelir : Varlık ve Zamandaki sorunun kalkış noktasını immanent bir eleştiriye uğratmak. Böylece bu girişim, düşünmenin sorununun ne olduğu eleştirel sorusunun, ne ölçüde zorunlu ve sürekli olarak düşünmeye ait olduğunu açık kılmalıdır. Buna göre Varlık ve Zaman ‘ın görevinin adı değişecektir.
Şunları soruyoruz:

Felsefenin şimdiki çağda son devresine girmesi ne anlama gelir?
Felsefenin sonunda düşünmeye verilen görev nedir?
Felsefenin şimdiki çağda son devrine girmesi ne anlama gelir?

Felsefe metafiziktir. Metafizik var olanı bir bütün olarak – dünya, insan, tanrı- Varlık açısından, var olanların bir arada Varlığa ait olmaları açısından düşünür. Metafizik, var olanları, nedenleri veren tasarımsal düşünme tarzında varolan olarak düşünür. Çünkü felsefenin başlangıcından beri ve bu başlangıçla birlikte, varolanların Varlığı, kendisini zemin (arkhe, aition ) olarak gösterdi. Bu zeminden dolayı, varolan olarak var olanlar, bilinebilen, elde bulundurulabilen ve etki edilebilen bir şey olarak oluş, yok oluş ve sürüp gidişleri içinde ne iseler o’durlar. Zemin olarak Varlık, varolanları, edimsel mevcut olmalarına götürür. Bu zemin, kendisini mevcudiyet olarak gösterir. Mevcudiyetin mevcut oluşu, onun, her biri kendi tarzında burada/mevcut olanı mevcudiyete götürmesi olgusundan ibarettir. Edimsel türden mevcudiyete göre bu zemin, gerçek olanın ontik nedenselliği olarak nesnelerin nesnelliğini transendental olarak olanaklı kılma biçiminde ; mutlak Tin’in hareketinin, tarihsel üretim sürecinin diyalektik dolayımlılığı olarak ve değerler koyan güç istemi olarak temellendirme özelliğine sahiptir. Varolanlara zemin oluşturan metafiziksel düşünmeyi karakterize eden olgu, metafiziksel düşünmenin, mevcudiyeti içindeki mevcuttan hareket etmesi ve böylece de onu esaslı bir şekilde yapılmış bir şey olarak onun kendi zemini aracılığıyla tasarımlaması/temsil etmesidir.
Felsefenin sonu hakkında konuşmakla ne anlatılmak isteniyor? Hepimiz bir şeyin sonunu, hemen, salt bir durma, devam etmeme, hatta belki de güç kaybı ve etkisizlik olarak olumsuz anlamda düşünürüz. Tersine, felsefenin sonu hakkında söylediğimiz, metafiziğin tamamlanması anlamına gelir. Buna karşın tamamlanma, felsefenin en yüksek yetkinliğe/tamlığa kendi sonunda ulaşması gereken bir sonuç olarak yetkinlik anlamına gelmez. Biz sadece, bir başka çağla karşılaştırma yoluyla bir metafizik çağının tamlığını değerlendirmemize izin verecek herhangi bir ölçütten yoksun olmakla kalmayız, bu tür bir değerlendirme yapmaya hakkımız da yoktur. Platon’un düşünmesi, Parmenides’inkinden hiç de daha tam değildir. Hegel’in felsefesi de Kant’ınkinden… Her felsefe çağı kendi zorunluluğuna sahiptir. Bizim, sadece, bir felsefenin ne durumda ise öyle olduğu olgusunu onaylamamız gerekir. Çeşitli dünya görüşleri ile ilgili durumda olabildiği gibi, bizim işimiz, birini diğerine tercih etmek değildir.
“Son” sözcüğünün eski anlamı yer anlamıyla aynıdır: “bir sondan bir diğerine” şu anlama gelir : Bir yerden bir diğerine. Felsefenin sonu öyle bir yerdir ki orada bütün felsefe tarihi en aşın olanaklılığında toplanır. Tamamlanma olarak son , bu toplanma anlamına gelir.
Bütün felsefe tarihi boyunca Platon’ un düşünmesi, değişik biçimlerde kesin kalır. Metafizik, Platonizm’dir. Nietzsche kendi felsefesini tersine çevrilmiş Platonizm olarak nitelendirir. Kari Marks’ın metafiziği tersine çevirmesi ile birlikte felsefenin en uç olanaklılığına ulaşılır. Felsefe, son devresine girmiştir. Buna karşın, felsefi düşünmeye hala girişildiği ölçüde, o, sadece epigonal bir rönesansa ve bu rönesansın çeşitlemelerine ulaşmayı sağlar. O halde felsefenin sonu, her şeyden önce kendi düşünme tarzının kesintiye uğraması değil midir? Bu sonuca varmak bir erken doğum olur.
Tamamlanma olarak bir son, en aşın olanaklılıklar içinde toplanmadır. Biz, şimdiki felsefelerin, önceki tarzın gelişimleri olduklarını sandığımız sürece çok sınırlı bir tarzda düşünürüz. Daha Grek felsefesi çağında felsefenin kesin bir karakterinin göründüğünü unutuyoruz : Bilimlerin, felsefenin söz açtığı alanda gelişmeleri. Bilimlerin gelişmesi, aynı zamanda onların felsefeden ayrılmaları ve kendi bağımsızlıklarını kazanmalarıdır. Bu süreç, felsefenin tamamlanmasına aittir. Onun gelişimi, bugün, bütün varlık tabakalarında canlı ve hareketli durumdadır. Bu gelişme, felsefenin salt çözülmesine benzer ve gerçekte onun tamamlanmasıdır.
Psikolojinin, sosyolojinin, kültürel antropoloji olarak antropolojinin bağımsızlığından ve lojistik ile semantik olarak mantığın rolünden söz etmek yeterlidir. Felsefe, insanın empirik bilimi yani insan için kendi teknolojisinin deneysel objesi haline gelebilen her şeyin empirik bilimi olur. Bu teknoloji aracılığıyladır ki insan, çeşitli yapma ve biçimlendirme tarzlarında onunla iş görerek kendisini dünya içine yerleştirir. Bütün bunlar, her yerde, varolanların tekil alanlarının bilimsel keşfi temelinde ve bu ölçüte göre ortaya çıkar.
Kendilerini şimdi kurmakta olan bilimlerin, yakında sibernetik denen yeni bir temel bilim tarafından belirlenecekleri ve yönlendirileceklerini anlamak için kahinliğe gerek yoktur.
Bu bilim, insanın, eyleyen sosyal varlık olarak belirlenmesine karşılık gelir. Çünkü o, insan emeğinin olası planlanması ve düzenlenmesinin yönetimi teorisidir. Sibernetik, dili, haberlerin bir değiş tokuş’una dönüştürür. Sanatlar, bilginin düzenlenmiş- düzenleme araçları haline gelir.
Felsefenin, her zamankinden daha önemli ölçüde birbirlerine dayanarak aralarında iletişim kuran bağımsız bilimler içindeki gelişimi, onun yasal tamamlanışıdır. Felsefe şimdiki çağda sona eriyor. O, kendi yerini, sosyal olarak etkin olan insanlığın bilimsel tavrında buluyor. Ancak, bu bilimsel tavrın temel niteliği, onun sibernetiği yani teknolojik niteliğidir. Modern teknolojiyi sorgulama gerekliliği, teknolojinin, dünyanın bütünselliğinin görünümünü ve insanın onun içindeki konumunu daha kesin bir biçimde tanımlaması ve düzenlemesiyle aynı ölçüde yok oluyor.
Bilimler her şeyi, bilimin kurallarına uygun yani teknolojik olarak, yine de felsefenin kökenini hatırlatan kendi yapıları içinde yorumlayacaklardır. Her bilim, kendi araştırma alanının eklemlenmesi ve betimlenmesi için bağlı kaldığı kategorileri çalışma hipotezleri olarak anlar. Onların doğrulukları, sadece, uygulanmalarının araştırma süreci içinde ortaya çıkardığı etkiyle ölçülmez.
Bilimsel doğruluk, bu etkilerin verimliliğine eşit sayılır.
Bilimler, felsefenin kendi tarihinin gidişinde kısmen göstermeye çalıştığını, yani çeşitli varlık alanlarının (doğa, tarih, hukuk, sanat) ontolojilerini artık kendi görevleri olarak üstleniyorlar. Bilimlerin ilgisi, koordine araştırma alanlarının zorunlu yapısal kavramları teorisine yöneltiliyor. “Teori” artık şu anlama geliyor: Sadece sibernetik işlevine izin verilen, ancak, herhangi bir ontolojik anlamının yadsındığı kategorilerin kabulü. Tasarımsal-hesaplayıcı düşünmenin bu işlemsel ve model oluşturucu niteliği baskın hale geliyor.
Ancak yine de bilimler, kendi bölgesel kategorilerinin kaçılamayan varsayımına dayalı olarak varolanların Varlığı hakkında konuşuyorlar. Onlar tam da böyle söylemezler. Felsefeden gelen kökenlerini yadsıyabilirler ancak hiç bir zaman ondan vazgeçmezler. Çünkü bilimlerin bilimsel tavrında yine de onların felsefeden doğuşlarının belgesi konuşur.
Felsefenin sonu, bir bilimsel- teknolojik dünyanın ve bu dünyaya uygun sosyal düzenin işletilebilir düzenlenmesinin zaferi olduğunu kanıtlar. Felsefenin sonu şu anlama gelir: Batı Avrupa düşünmesinde temellenen dünya uygarlığının başlangıcı.
Ancak, bilimlere açılan gelişimi anlamında felsefenin sonu, zaten, içinde felsefenin düşünmesinin de konumlandığı tüm olanaklılıkların tam bir gerçekleşmesi de değil midir? Ya da düşünme için belirlediğimiz son olanaklılıktan (felsefenin teknolojileştirilmiş bilimlerde çözülmesi) ayrı bir ilk olanaklılık; felsefenin düşünmesinin kendisinden başlamak zorunda olacağı, ancak, felsefe olarak onun yine de deneyimleyemediği ve benimseyemediği bir olanaklılık var mıdır?
Eğer böyle olsaydı, o zaman, düşünme için, baştan sona bütün felsefe tarihinde, örtülü bir tarzda, ne metafizik olarak felsefe için, ne de felsefeden gelen bilimler için kolayca bulunabilir olan bir görevin saklı olması gerekirdi. O halde soruyoruz:
Felsefenin sonunda düşünmeye verilen görev nedir?
Salt böyle bir düşünme görevi bize garip gelmelidir. Ne metafizik ne de bilim olabilen bir düşünme ne tür bir düşünmedir?
Felsefenin başlangıcından beri, hatta bu başlangıç dolayısıyla, kendisini felsefeden gizleyen ve böylece ortaya çıkacağı sırada kendisini sürekli ve gittikçe de geri çeken bir görev ne tür bir görevdir?
Felsefenin düşünme sorunu diye bir sorunu olmadığı ve böylece salt bir gerilemenin tarihi haline geldiği iddiasını içerir gibi görünen bir düşünme görevi de nedir?
Bu iddialarda, kendisini felsefe düşünürlerinin büyüklükleri üzerine çıkarmak isteyen bir haddini bilmezlik yok mudur?
Bu şüphe kendisini kolayca gösterir. Ancak kolayca da kaldırılabilir. Çünkü varsayılan düşünme görevinin içyüzünü kavramak isteyen her girişim, kendisini felsefe tarihinin bütününü incelemeye yönelmiş bulur. Sadece bu da değil, aynı zamanda o, felsefeye olanaklı bir tarih bahşedenin tarihselliğini düşünmeye bile zorlanır.
Bu nedenle söz konusu düşünme ister istemez, filozofların büyüklüğüne ulaşamaz. O, felsefeden daha aşağı bir derecededir. Daha aşağıdır, çünkü bu düşünmenin, teknoloji ve bilimin biçimlendirdiği sanayi çağındaki halk üzerindeki doğrudan ya da dolaylı etkisi, onun felsefedeki duruma etkisinden kesinlikle daha az olanaklıdır.
Ancak her şeyden önce söz konusu düşünme cılız kalır, çünkü onun görevi, kurucu değil sadece hazırlayıcı olmaktır. O, sının belirsiz, ortaya çıkışı şüpheli kalan bir olanaklılığa, insanda bir hazırlık uyandırmaya razıdır.
Düşünme, ilkin, düşünmenin ilgilenmesi için ayrılan ve elde mevcut olanı öğrenmelidir. O, bu öğrenme içinde kendi dönüşümünü hazırlar.
Biz, hemen şimdi başlayan dünya uygarlığının, insanın dünyadaki konukluğunun biricik ölçütü olarak teknolojik- bilimsel- endüstriyel niteliği, bir gün alt edebilmesi olanaklılığım düşünüyoruz. Bu, kendisinden dolayı ve kendisi aracılığıyla değil, ister duyulsun isterse duyulmasın, daima, henüz karar verilmemiş olan insanın yazgısından söz eden bir belirlenime insanın hazır oluşu nedeniyle olabilir. Dünya uygarlığının pek yakında birdenbire yok olup olmayacağı ya da devamlı bir yerde durup kalmayacağı, daha ziyade, kendisini, her biri en son modayı sunan bir dizi değişim içinde gösterecek olsa da, bir istikrar içinde, uzun süre, dengede kalıp kalmayacağı şüpheli gibidir.Bu, söz konusu hazırlayıcı düşünme, geleceği önceden kestirmek istemez ve bunu yapamaz. O, sadece, uzun bir zaman önce felsefenin başlangıcında ve bu başlangıç için tamamen söylenmiş fakat açıkça düşünülmemiş olan bir şeyi şimdiki duruma söylemeye girişir.
Zaman açısından, buna kısaca değinmek yeterli olmalıdır. Biz, felsefenin, girişimimizde bize bir yardım olarak önerdiği bir yönergeyi alacağız.
Düşünmenin görevine ilişkin bir soru sorduğumuzda, felsefe alanında bunun anlamı şudur: Düşünmeyi ilgilendireni, düşünme için hala tartışmalı olanı ve tartışmayı belirlemek. Bu,”sorun” sözcüğünün Alman dilindeki anlamıdır. O, mevcut durumda düşünmenin ilgilenmesi gerekeni, Platon’ un deyişiyle to pragma auto’yu gösterir ( cf. Yedinci Mektup 341 C7 ).

Son zamanlarda felsefe, kendi isteğiyle, düşünmeyi, açıkça “şeylerin kendilerine” çağırdı. Bugün özellikle dikkat çeken iki duruma işaret edelim. Biz bu, “şeylerin kendilerine” çağrısını, Hegel’in 1807’de basılan yapıtı System of Science’ın birinci bölümü olan “Tin’in Fenomenolojisi”nin “Önsöz”ünde duyarız. Bu önsöz, “FenomenolojV’ye önsöz değil, System of Science’a, yani felsefenin bütününe önsözdür. “Şeylerin kendilerine” çağrısı, tamamen – ve şu anlamda: Öncelikle soruna – Science of Logic ‘ e işaret eder.
“Şeylerin kendilerine” çağrısında, vurgu, “kendileri” üzerindedir. Yüzeysel olarak duyulduğunda bu çağrı, bir karşı çıkış anlamı taşır. Felsefenin sorunu için yetersiz bağıntılara karşı çıkılır. Salt, felsefenin amacı hakkında konuşma, bu bağıntılara aittir, ancak böylelikle, yalnızca, felsefi düşünmenin sonuçlarına ilişkin, bir bildirimde bulunulmuş olur. Her ikisi de hiçbir zaman, felsefenin gerçek bütünlüğü değildirler. Bütünlük, kendisini, ancak kendi oluşumu içinde gösterir. Bu, sorunun gelişimsel sunuluşunda ortaya çıkar. Bu sunuşta, konu ve yöntem birleşir. Hegel, bu özdeşliğe idea der. İdea ile birlikte felsefenin “kendisinin” sorunu ortaya çıkar. Yine de bu sorun, tarihsel olarak belirlenir: Öznellik. Hegel,

Descartes’ın ego cogito ‘suyla birlikte felsefe, ilk kez evinde olabildiği yere, sağlam zemine adım atar der. Eğerfundamentum absolutum’a ayırt eden bir subiectum olarak ego cogito ile ulaşılırsa bunun anlamı şudur: Bu özne, bilince transfer edilen, gerçekten burada olan, geleneksel dilde yeterince açık olmayan bir şekilde “töz” diye adlandırılan hypokeimenori’dır.
Hegel, Önsöz’de (ed. Hoffmeister, s. 19) “Doğru, (felsefede) töz olarak değil, hemen hemen özne olarak anlaşılmalı ve ifade edilmeli” dediğinde bunun anlamı şudur: Varolanların Varlığı, mevcut olanın mevcudiyeti, sadece mutlak idea’da kendisi için mevcut hale geldiği zaman açıktır ve böylece de tam mevcudiyettir. Ancak, Descartes’tan beri idea, perceptio anlamına gelir. Varlığın kendine ulaşması spekülatif diyalektikte ortaya çıkar. Yalnızca ideanın hareketi, yöntem, sorunun kendisidir. “Şeyin kendisine” çağrısı buna uygun bir felsefi yöntemi gerektirir.

Yine de felsefenin sorununun ne olması gerektiğine baştan karar verildiği varsayılır. Metafizik olarak felsefenin sorunu, varolanların Varlığı, onların tözsellik ve öznellik biçimindeki mevcudiyetleridir.
Yüz yıl sonra “şeyin kendisine” çağrısı Husserl’in “Kesin Bilim olarak Felsefe” adlı denemesinde tekrar edilir. Bu yazı, 1910- 11 yılları arasında Logos dergisinin ilk cildinde yayınlandı (pp.289 ff)- Yine, bu çağrı ilk bakışta bir karşı çıkış anlamı taşır. Ancak burada Hegel’inkinden başka bir yönü hedefler. O, bilinci araştırmanın asıl bilimsel yöntemi olduğunu iddia eden naturalistik psikoloji ile ilgilidir. Çünkü bu yöntem, daha başlangıçtan, yönelimsel bilincin fenomenlerine girişi kapatır. Ancak “şeyin kendisine” çağrısı aynı zamanda, felsefenin görüş noktalan ile ilgili denemelerde ve felsefi Dünya görüşü tiplerini düzenlemelerde kaybolan tarihselciliğe karşıt olarak da yöneltilir. Bu konuda Husserl italik olarak şöyle der. (Ibid. p.340 ): “Soruşturmanın dürtüsü felsefelerle değil, konular ve problemlerle başlamalıdır.”

Ve felsefi soruşturmada tehlikede olan nedir? Aynı geleneğe uygun olarak Hegel için olduğu kadar Husserl için de o, bilincin öznelliğidir. Husserl için Cartesian Meditations sadece 1920 Şubat’ındaki Paris konferanslarının konusu olmamıştı. Daha çok Logical Investigations’ını izleyen zamandan beri, Meditations’ların ruhu, Husserl’in felsefi soruşturmalarının tutkulu yol alışma sonuna kadar eşlik etti. Hem olumsuz hem de olumlu anlamında “şeyin kendisine” çağrısı, yöntemin güvenilirliğini ve gelişimini belirler. O, aynı zamanda, sorun’un kendisinin bir veri olarak gösterilebilmesi yoluyla, felsefenin işleyiş tarzım da belirler.
Husserl için “bütün ilkelerin ilkesi”, her şeyden önce bir içerik ilkesi değil bir yöntem ilkesidir. 1913’te basılan yapıtında (Jdeas , New York, Collier Books, 1962.) Husserl “bütün ilkelerin ilkesi” nin belirlenmesine özel bir bölüm ( Bölüm 24 ) ayırdı. Husserl, “Akla uygun hiçbir teori bu ilkeyi bozamaz.” der (Ibid. p.44).
“Bütün ilkelerin ilkesi” şöyle yorumlanır:
Tam olarak ilk bilgi verici Görü, bilgi otoritesinin bir kaynağıdır, kendisini ilk biçimiyle (sanki kendi cisimsel gerçekliği içindeymiş gibi) “Görü”de sunan, o zaman sadece kendisini sunduğu sınırlar içinde olsa da kendisini dışta olmaya veren olarak kabul edilmiş olacaktır.
“Bütün ilkelerin ilkesi” yöntemin önceliği tezini içerir. Bu ilke, hangi sorunun tek başına yöntem için yeterli olabileceğine karar verir. “İlkelerin ilkesi” felsefenin sorunu olarak mutlak öznelliğe indirgemeyi gerektirir. Mutlak öznelliğe transendental indirgeme, kendi geçerli yapı ve tutarlılığı, yani kendi kuruluşu içinde, öznellik içinde ve bu öznellik aracılığıyla bütün objelerin objektivitesini (bu varolanların Varlığını) temellendirme olanağını sağlar ve güvence altına alır. Böylece transendental öznellik, “biricik mutlak varlık” olduğunu kanıtlar. (Formal and Transcendental Logic, 1929, p.240) Aynı zamanda, var olanların Varlığının kuruluşunun “evrensel bilim”inin yöntemi olarak transendental indirgeme, bu mutlak varlıkla aynı varlık tarzına, yani felsefe için son derece doğal olan sorun tarzına sahiptir. Bu yöntem, sadece felsefe sorununa yöneltilmez. O, soruna, bir anahtarın kilide ait olduğu gibi ait değildir. Daha çok, o, “sorunun kendisi” olduğundan soruna aittir. Eğer “bütün ilkelerin ilkesi”nin, sarsılmaz doğruluğunu nereden aldığı sorulacak olursa yanıt şöyle olacaktır: Zaten felsefenin sorunu olarak kabul edilen transendental öznellikten…

Varlık ve Zaman
Martin Heidegger
Baskı Yılı: 2008 Yayınevi: Agora Kitaplığı

*Wissenschaft, scientia ‘dan bugünkü anlamda “bilim” anlatılmaz. Alman idealizmine göre bilim, felsefenin adıdır. ( İng. Çev.)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz