Günlerin birbirini taklit edip iyice düzeysizleştikleri, adeta kendimizi “Bugün Aslında Dündü” filmine kazara girmiş de çıkamıyor gibi hissettiğimiz bu zaman diliminde büyük çoğunluk, ev denen çukurla hemhal olmaya devam ediyor. Sanki trafo elektriğine kapılmışız da bir türlü kurtulamıyoruz havası hakim.
Zamanında okutulmayarak eve hapsedilen ev kadınlarıyla zorunlu empati yapma festivaline dönen günler ve haftalarda herkes bi’çok mevzuyu derinlemesine idrak etmiş ve bu kadınların halinden daha bir anlar olmuştur artık. Bazı tipler mayıs sonunda kermes falan yaparlarsa hiç şaşırmamak lazım. Mesela ne yiyeceğini düşünmenin ve o yemeği belirlemenin yemeği pişirmekten daha zor olduğunu -ki burda teori ve pratik arasındaki uzlaşmaz çelişki bir kez daha kendini dayatmıştır-, çamaşır makinesinin yıkama işlemini hallettikten sonra “bitti-bitti-bitti” diye makinasına göre çeşitli biçimlerle zırlamasının “gel aç kapağı da ser şu çamaşırları tembel hayvan!” gibi acı bir anlama geldiğini her evcil ve her ev keşi öğrendi artık. Basit bir buharlaşma olayının nelere kadir olduğunu da öğrendi artık bu hayat acemileri; üstü streçlenmemiş bir makarnanın, kapağı açık unutulmuş bir pilavın, poşetinden çıkartılmış bir domatesin ya da saklama kabına konmamış bir peynirin kısa zamanda nasıl çirkinleştiği ve yüzümüze “yeme beni kardeşim” dermiş gibi baktığı, artık tecrübeyle sabittir herhalde. Bulaşık makinasının durmaksızın dolup boşalmasından bıkıp tabak, çatal, bardak gibi aletlerin yenilebilir malzemelerden yapılmış olmasını hayal edenler bile vardır artık; şöyle işleri bittikten sonra yenilebilir malzemelerden yapılmış olsalar da yemeği yedikten sonra onları da yiyip bulaşık derdinden kurtulsak diye düşünenler, boş ve saçma hayaller kuranlar bile olabilir. Aslında fena da olmazdı sanki düşünüldüğü zaman.
Bu şartlar altında her evden bunaltay kabilesine hızlı geçişler ve yeni üyeler akmaya devam ediyor. Bunaltaylar gittikçe büyüyor, nüfuz alanını genişletiyorlar. Bu söz konusu kabileye en azından görüş olarak yaklaşıyor olmanın en belirgin göstergelerinden biri artık el telefonuna dönmüş olan ve asıl yeri cep olan aletlerde fazla vakit geçirmektir. Bu vakit geçirme, öyle bir hal almıştır ki daha demin bakmaktan bunaltı gelmiş olan sosyal medya uygulaması, kapatılır kapatılmaz telefon yine ele gelir ve aynı uygulama tekrar açılır. Bu, çok belirgin bir semptomdur. Ekran kaydırılır da kaydırılır. Öyle çok kaydırılır ki söz konusu sosyal medya uygulamasının kuruluş yılına giden bile vardır. Bu bunaltayların elindeki telefonu fark ettirmeden alıp ellerine telefon yerine tesbih verseniz çekmekten kazara cennete falan düşerler. Yine bu telefonlarla, birileri bakıyordur umuduyla atılan hikayeler, yarım saat arayla atılmış onlarca boş bakıştan oluşan fotoğraflarca şişirilir. En majör bunaltay belirtisi ise sırtını yerkabuğuna dönüp uzanarak tavana dümdüz bakmaktır. Bu ağır semptom görülmüşse eğer, müthiş finali izliyoruz demektir. Bu kişi ya da kişiler adeta evsel atığa dönüşmüşlerdir ve mamalarıyla suları verilip evin güneş gören bir yerinde sürecin sonuna kadar hayata tutunmaları sağlanmalıdır.
Bunalıp yeni kabilesine üye olanlar, bir nevi kendilerini sessize almayı başarmış olsalar da aynı süreçte bir çok insan evladı, ademoğlu, hanım evladı artık ne derseniz deyin, bütün bu olup bitmeyenlerin etkisiyle derdeder olmuşlardır. Bunlar kendilerini sessize alsalar aslında hem kendileri hem de hapşırık mesafesindeki gariban evdaşları rahat edeceklerdir ama nâfile. Derdederlerin gözleri mikroskoba, kulakları ultrasona kesmiştir. Her baktıkları yerde virüs görmekte, alışverişe falan çıktıklarında elleri yıkanmamışları ya da iki gündür aynı eldiveni takıp onunla burnunu bile karıştıranları 100 metreden algılarlar. Derdederler, sadece belirli bir konuya yoğunlaşmazlar. Dert füzyonu bir kez başladı mı artık durdurulamaz ve olur olmadık her konunun içine sıçrarlar: Sağlık Bakanı’nın bize göre sol, kendisine göre sağ gözünün neden daha küçük olduğu, Milli Öğütüm Bakanı’nın yüzünün HD kanallarda neden Ay yüzeyi gibi delik deşik göründüğü gibi saçma sapan meseleleri de dert etmeye ve şu sıkıcı günlerde tutmamıştır diye ortama bir kat daha sıkıcılık atmaya devam ederler. Derdederler, aynı zamanda derdeboğan ve dertkusanlardır. İçlerine atmazlar, sessizce geçiştiremezler. İşin en vahim tarafı çözüm de üretmezler. Onlar derdi estetize etmenin doruklarında gezenlerdir.
Günlerin bunaltıcılığı ve dertlerin büyüklüğüyle birlikte boşvermişliğin ileri gelenleri, evde her türlü şey bulunsun diye dolapları ve rafları ağzına kadar doldurup yarısını tüketmeden atan israfiller vardır bir de. Kendi isimlerinin farkında olmadan yaparlar bunu. İki kişilik yemek pişirmeyi bilmez, yine iki kişiye ne kadar ekmek, ne kadar yeşillik gider hesabını yapamazlar. Paraları olmasa bile ay sonunda gövdenin alt tarafına sertçe dürtecek kartları vardır ceplerinde. İşin ironik tarafı, bu kartın bulunduğu ceple ay sonunda dürteceği yer arasında fiziken birkaç cm vardır ama nedense kart, kendini o ana kadar hiç hissettirmez. Alışveriş soyut bi’şeydir, cebe giren-çıkan bir para yoktur ne de olsa. Alma işleminde ayar mayar kalmamıştır bu yüzden. Ev şişer, mideler doyar ve artıp bozulanlar çöpün karnını doyururlar. İsrafillerin en vicdanlıları çöpe atacakları yiyecekleri sokaktaki kedilere köpeklere vermeyi önerenlerdir. Bunlar vicdani israfillerdir. Hayat denen okulda adeta hazırlık sınıfında düzeysiz eşek şakası yapılacak öğrenciler kadar tıfıldırlar. İçlerinde ekmeğin fiyatını yeni öğrenenler vardır. Pırasanın ne kadar da soğana benzediğini ilk kez keşfeden mi dersiniz, arpa şehriyenin arpadan yapılmayıp şeklinden dolayı böyle dendiğini anlayan mı dersiniz artık orası size kalmış. Bunların temel belirleyeni umursamazca israf etmeleri ve vicdani olanları hariç bu durumdan neredeyse hiç etkilenmemeleridir.
Bunaltaylara, derdedenlere ve israfillere pabuç bırakmadan bu günlerde kendini geliştirmeye çalışan şahıslar da vardır. Bunlar da ara ara bunalırlar, bazı şeyleri derdederler ve bazen de israftan kaçamazlar ama hep bir açık kapatma, önceden yapamadıklarını bu müsait zamanlarda halletme, bitirme güdüsü egemendir. Yarım bıraktıkları kitaplar, listelerde sessizce yatmakta olan filmler ve yapılması mümkün olmamış bi’sürü iş hedefe konmuştur. Kaza okuması, kaza dinlemesi yapmaktan yeni uğraşılara sıra gelmez. Bunlara kısaca kazacılar diyebiliriz. Kazacılar, virüslerle aramızdaki barış zamanlarında projeci ve listecidirler. Listelerde projeler, projelerinde listeler vardır ama projeler de listeler de hep yarım kalır, hiç nihayetine erdirilemez. Hatta ara ara sansasyon yaratmayı seven kazacılardan bazıları, keşke hapse falan düşsek de şunları şunları okusak, şunları şunları yazsak diye ortamlarda öne çıkmışlardır. Hapis evimize gelmiştir artık ve o sansasyonun altında kalınmamalıdır. Kazacılarla beraber tüm bu kendini geliştirmecilerin komplesine birden beyni buildingciler de diyebiliriz. Bu günlerde esas olan, beyni geliştirmek, onu yapılandırmaktır.
Ne dersek diyelim en doğrusu kazacılar ve beyni buildingcilerin yaptığıdır. Bu süreçte açıklar kapatılmalı ve beyin beslenmelidir. Kelime benzerliğine bakmayın, kaslar beslendikçe şişip kabalaşırken beyin geliştikçe incelip neşter gibi sivrilir. İşte belki o zaman neden hâlâ birçok emekçinin virüs mirüs demeden işe gitmeye zorlandığı daha rahat anlaşılabilir. Ölmüş bir düzenin otopsisini iyi yapabilmek için ihtiyaç duyduğumuz şey ilk başta keskin bir neşterdir çünkü.
1 Mayıs’ımız kutlu olsun!
Aykut Emre