İNSAN VAROLUŞUNUN KOŞULLARI
Bu koşullar nelerdir? Temelde birbiriyle ilişkili iki koşul vardır. Birincisi, güdüsel gerekirciliğin, hayvanın evrimi çizgisinde yükseldikçe azalması, insanda en az noktaya ulaşmasıdır; güdüsel gerekirciliğin gücü, insanda sıfıra yaklaşacak ve ölçü çizgisinin tümüyle dışında kalacaktır.
İkincisi, beynin boyutlarının ve karmaşıklığının, vücut ağırlığına kıyasla korkunç ölçüde artmış olmasıdır, bu sürecin büyük bir bölümü, pleistosen dönemin ikinci yarısında gerçekleşmiştir. İnsan beynindeki bu büyümüş yeni örtü, farkındalığın, düşgücünün ve konuşma ve simge yaratma gibi insan varoluşunun belirleyici özelliğini oluşturan bütün olanakların temeli olmuştur.
Hayvandaki güdüsel donanımdan yoksun olan insan, hayvanlar gibi kaçma ya da saldırma için gerekli donanımdan da yoksundur. Som balığının, yumurtalarını bırakmak üzere ırmağın neresine döneceğini, çoğu kuş türünün kışın güneyin hangi yöresine gideceğini, yazın da nereye dönüp geleceğini bildiği gibi şaşmaz bir şekilde “bilmek” yetisinden yoksundur.
Kararları, güdüsel olarak onun adına verilmiş değildir. Kararları kendisi vermek durumundadır. Seçeneklerle karşı karşıya gelir ve verdiği her kararda başarısızlığa uğrama tehlikesi vardır. İnsanoğlunun bilinçlilik için ödediği bedel, güvensizliktir. Bu güvensizliği kaldırabilmek için, insansal koşulun farkında olmak ve onu kabullenmek, başarıya ulaşacağı garantisinden yoksun olmasına karşın, başarısızlığa ulaşmayacağını ummak durumundadır. Kesinlikten yoksundur, emin değildir; bir tek kesin öngörüde bulunabilir: “Öleceğim.”
İnsanoğlu, doğanın garip bir yaratığı olarak doğmuştur, doğanın içindedir, ama buna karşın onu aşmaktadır. Güdü ilkelerinin yerini alacak edim ilkeleri ve karar verme ilkeleri bulmak durumundadır. Tutarlı edimlerde bulunabilmenin bir koşulu olarak, dünyanın tutarlı bir görünümünü oluşturmasına izin veren bir yönselim çatısına sahip olmak durumundadır. Yalnızca ölmek, aç kalmak ve incinmek tehlikelerine karşı değil, özellikle insana özgü olan bir başka tehlikeye, akıl sağlığından yoksun kalma tehlikesine karşı da savaşmak durumundadır. Bir başka deyişle, yalnızca yaşamım yitirme tehlikesine karşı değil, aklım yitirme tehlikesine karşı da kendisini korumak zorundadır.
Burada betimlenen koşullar altında ortaya çıkmış olan insanoğlu, bu dünyada şöyle ya da böyle rahat etmesine, dünyayı benimsemesine ve tümüyle çaresiz kalma, zaman, mekan, kimlik ve nesneler açısından aklının karmakarışık olması, yokolmuşluk duygusuna kapılma deneyimleri yaşamaktan kaçmasına izin veren bir başvuru iskeleti bulmamış olsaydı, gerçekten çıldırırdı. Canlı kalma Ve akıl sağlığını bozmama yükümlülüğünde insanoğluna çözüm sunan pek çok yol vardır. Bazıları daha iyi, bazılarıysa daha kötüdür. “Daha iyi” derken, daha büyük bir güçlüğe, açıklığa, sevince ve bağımsızlığa götüren bir yol, “daha kötü” derken de bunun tam tersi anlatılmak istenmektedir. Ancak, daha iyi çözümü bulmaktan daha da önemlisi, yaşama geçirilebilir, tutarlı ve uygun bir çözüm bulmaktır.
Yukardaki düşünceler, insanın kalıba girebilirliği sorununu ortaya çıkarmaktadır. Bazı insanbilimciler ve insanoğlunu gözlemleyen kişiler, insanın sonsuz sayıda kalıba girebilme özelliği taşıdığına inanmışlardır. İlk bakışta bu böyle görülebilir. Tıpkı et ya da sebze, ya da her ikisini birden yiyebildiği gibi, bir köle olarak da yaşayabilir, özgür insan olarak da, kıtlık içinde de yaşayabilir, bolluk içinde de, sevgiye değer veren toplumda da yaşayabilir, yıkıcılığa değer veren toplumda da. Gerçekten de, insanoğlu hemen hemen her şeyi yapabilir, ya da belki daha doğrusu, toplumsal düzen(sizlik) insana hemen hemen her şeyi yapabilir. Buradaki “hemen hemen” önemlidir. Toplumsal düzen insanoğluna her şeyi yapabilse — onu aç bıraksa, işkence etse, hapse atsa, ya da yeterinden fazla besleyebilse bile, insan varoluşunun koşulları gereği kaçınılmaz olan bazı sonuçlar göze alınmaksızın yapamaz. İnsanoğlu onu uyaran, harekete geçiren her şeyden ve zevklerden tümüyle yoksun bırakılırsa, iş yapma yetisinden, hele ustalık isteyen herhangi bir işi yapma yetisinden yoksun kalır.
Eğer son noktaya dek yoksun bırakılmamışsa, onu köle yapmaya kalktığınızda isyan etme eğilimi gösterecektir; yaşam aşırı ölçüde sıkıcıysa şiddete başvurma eğilimi gösterecektir; onu maki-naya döndürürseniz, bütün yaratıcılığını yitirme eğilimi gösterecektir. Bu konuda insan, hayvanlardan ya da cansız maddeden farklı değildir. Bazı hayvanları hayvanat bahçesine sokabilirsiniz, ama üremezler, bazılarıysa, özgür durumlarında şiddet gösteren hayvanlar olmamakla birlikte, kafeste sağa sola saldırmaya başlayacaktır. Suyu belli bir ısı derecesinin üzerinde ısıtırsanız buhar olur; ya da belli bir derecenin altında soğutursanız katı hale gelir. Ama sıcaklık derecesini azaltarak buhar oluşturamazsınız. İnsanoğlunun tarihi, insanoğluna neler yapılabileceğini, ve aynı zamanda nelerin yapılamayacağını kesin olarak göstermiştir. Eğer insanoğlu sonsuz sayıda kalıba girebilir nitelikte olsaydı, devrimler olmazdı; değişiklik olmayacaktı, çünkü bir kültür, insanoğlunun direnciyle karşılaşmaksızm, onu kendi kalıplarına boyuneğdirmeyi başarırdı.
Ama insan, sadece görece olarak esnek olduğundan, toplumsal düzenle onun insansal gereksinimleri arasındaki dengesizliği aşırı ölçüde ağır ya da dayanılmaz hale getiren koşullara her zaman için karşı durmayla tepki gösterdi.
İşte, tarihte insanın evriminin dinamizminin özünde yatan, bu dengesizliği azaltma girişimiyle daha uygun ve daha hoş bir çözüm bulma gereksinmesidir. İnsanın karşı koyması, yalnızca maddesel acılar nedeniyle kendini göstermiş değildir; daha ilerde tartışacağımız, tümüyle insana özgü gereksinmeler de devrim için de, değişmenin gerçekleşmesini sağlayacak itici güçler için de aynı ölçüde güçlü bir yönselimdir.
Yakınlarda yapılan duyumlardan yoksun bırakma deneyleri, insanın yanıt verebileceği uyarmalardan yoksun bırakılmasının, ağır akıl hastalığı belirtileri ortaya çıkarabileceğini göstermiştir.
Çiftliklerde ya da tutukevi koşullarına benzemeyen koşullarda yaşayan ruh hastalarında da benzer bir olgu bulunmuştur. Bu baskıdan uzak koşullarda çok az şiddet göstermişlerdir; bu da, daha önce tutukevi benzeri yerde tutulmalarına neden olduğu önü sürülen durumun, yani, şiddet gösterilerinin, bunları azaltmayı ya da denetim altına almayı amaçlayan tedavinin sonucu olarak ortaya çıktığını kanıtlamıştır.
Erich Fromm
Umut Devrimi