Düşünce Hayatıma Yön Veren Ustalar ve Kitaplar – Cemil Meriç

Düşünce Hayatıma Yön Veren Ustalar

“Balzac edebiyatta ilk aşkımdır. Düşünce dünyasına onunla girdim.” (Jurnal, 10.12.1966)
“En çok sevdiğim Fransız yazarları; Hugo ve Chateaubriand, sonra Balzac; düşünür ve filozof olarak da Voltaire. Fikrî gelişmemi en çok etkileyen yazarlar Paul Bourget ve Taine. Niçin? Belki biraz onlara çekmişim de ondan.
Düşünce dünyamı en çok etkileyen kitap Doktor Buchner’in Madde ve Kuvvet’i, zira bu kitap materyalist felsefenin en mükemmel eseri.” (Okuma Notları, 1951)
“Düşünce hayatıma yön veren öteki ustalar: Rousseau ile İbn Haldun. Rousseau’dan Nietzsche’ye, Nietzsche’den Hegel’e ve şakirtlerine geçiş…” (Mağaradakiler, s. 324)
“Entelektüel gelişmemde yol gösterici olmuş iki hocadan da minnetle söz etmek istiyorum: Quinet ve Michelet… Bence, Fransa demek Quinet ve Michelet demektir… ‘Dinlerin Ruhu’ ve İnsanlığın Kitâb-ı Mukaddesi’…, pencerelerini bütün inanç ve düşünce dünyasına açmış, her türlü yobazlıktan uzak birer irfan âbidesi…” (Işık Doğudan Gelir, Pınar Yayınları, İstanbul, 1984, s. 144)
“Schure de düşüncelerimin gelişmesinde ufuklar açan bir yazar, Quinet ve Michelet gibi.” (a.g.e., s. 149)

Entelektüel hayatım üzerinde etki yapan bazı kitaplar

Önce, senelerce sürecek bir merakı tutuşturan Rıza Tevfik’in Kamus-u Felsefî’si. Sonra Selim Sırrı’nın Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı. Bu kitap yalnız tecessüsümü alevlendirmekle kalmadı, sağlam bir kafanın sağlam bir vücutta olabileceğini telkin ederek, jimnastik yapmağa da zorladı beni.

Kaderimi tayin eden bir başka kitap da İbrahim Ethem’in Terbiye-i İrade başlıklı eseridir. Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim.” (Bir ansiklopedinin sorusuna cevap)
Suç ve Ceza baştan sonuna kadar okuduğum, büyük bir kısmını çevirdiğim, daha doğrusu çevirdiğimi sandığım ilk yabancı kitap. Suç ve Ceza’yı kim tiyatrolaştırmış hatırlamıyorum. Dostoyevski’den okuduğum ilk eser o küçücük tiyatro. Fransızcanın… karanlık dehlizinde ışığına güvendiğim tek fener Şemsettin Sami’nin Kamus’u idi… Suç ve Ceza’yı ne kadar anlamıştım?..

… Bu girdaplar ve zirveler dünyasında tek başıma dolaşacak yaşta değildim, kıyıdan seyrettim ummanı… Dünyam romanların dünyasıydı, Ekmekçi Kadın’ların, Tunçtan Kızlar’ın, Simon ve Mari’lerin dünyası… Kuklalarla dolu bir dünya.” (Mağaradakiler, s. 311-312)
“Çocukluğumda Scott’un Seyf-i Sarim-i İlâhi Selahattin adlı bir eserini (asıl adı Talisman) de okumuş olduğumu yıllarca sonra hatırladım.” (Jurnal, 8.10.1963)

“Ribot’yu çocukken tanımıştım. Hissiyat Ruhiyatı ziyaret ettiğim ilk hârikalar diyarı. Karanlıklarda el yordamı ile yürümeğe çalışarak okumuştum kitabı. Sanki ruh dünyasının bütün girdibatlarını ışığa kavuşturacaktı eser…” (Jurnal, 18 6.1963)

“On sekiz yaş… tecessüsün yıldızlara yelken açtığı çağdır, fetih ve macera çağı…
Kagliostro, Nostradamüs, Sör Vilyam Kruks benim için de hazinenin gerçek bekçileriydiler. Onları ararken Nordau çıktı karşıma. Nordau, Haeckel, Buchner bütün mistisizmlerin birer şarlatanlık, birer tereddi olduğunu haykırdılar.” (Jurnal, 20.10.1965)

“On birinci sınıfta lise kütüphanesinden alıp okuduğum Madde ve Kuvvet bir çeşit imtiyaz sağlıyordu bana, hayalî bir imtiyaz. Kendini çevresindekilerden üstün gören bir ukalâ. Çevresindekiler inanıp inanmadıklarını bilmiyorlar, o, inanmadığını biliyor artık, daha doğrusu öyle bir vehim içindedir. Avrupa ilminin cömertçe sunduğu bu fetvayla küstah ve mağrur. Buchner’i ne kadar anladı, anlayabilir miydi? Kestirmek güç… ve mühim de değil. Ateizm bir kaleydi, bu kaleden sevimsiz ve aptal bir dünyaya meydan okuyacaktı. Boğazına sarılan kördüğüm çözülmüştü kısmen…
Ateizme gelişim tamamen teorik.” (Jurnal, 31.5.1981)

“Sonra Marx ve şakirtleri ve… çöken bir sınıfın mistifikasyonu olarak mahkûm edilen okültizm. Yani okültizm ruh haritamdaki insansız bölgelerden biri. Maddecilikle gerdeğe girmeden çok kısa bir flört.” (Jurnal, 20.10.1965)
“Önce lisede Engles’in Anti Duhringi geçiyor elime. Üç cilt. Sosyalizmle ilgili bütün meseleler var bu kitapta. Çok dikkatle okudum, hattâ yüz sayfa kadar da özet çıkardım. Kitabı Halep’ten satın almıştım.
Marx’ın Kapital’ini de o sıralarda okudum, yalnız birinci cildini. Zaten Marx’ı okudum diyenlerden hemen hepsi sadece Kapitalin birinci cildini okumuşlardır. Bir de Moskova’da basılmış bir Kapital hulâsası vardı kitaplarımın arasında.” (Anılar, 1984)

“Hakikat bir tepenin arkasında sanırdım, Kapital’i okuyunca bütün sırlar çözülecek. Belki birçok sırlar çözülür Kapital’i okuyunca. Ama Kapital nasıl okunur? Dilini bilmediğim bir dünya. Her bahis sokaklarını tanımadığım bir şehir, haritam yok. Nereye gidiyorsun? Ve nihayet dünya Kapitalle, bitmiyor…
Kapital’i anlamak için dünyayı dolaşmış olmak lâzım. Ama Kapital suallerinin kaçta kaçına cevap verecek?” (Jurnal, 8.10.1963)

“Nâzım’ı da o yıllarda… okudum, anlamadım ve sevmedim. On dokuzunda putperesttir insan. Kozasını yırtmak ister. Kanatlarını tutuşturacak bir alev arar pervane. Nâzım yeniydi ve her yeni gibi düşmanları vardı, dostları vardı. 936’da ben çocuktum, o devdi. Nâzım bir dâvanın kanatlarında yükseldi, şairi mitoslaştıran uğradığı zulümler oldu.” (Jurnal, 12.10.1963)

“Türkçülüğe de daha çok lisede kitaplar okuyarak geldim. Yalnızdım, sosyalizmi pek fazla tutmuyordum. İrk olarak Türktüm, Türkçülüğü seçtim. Türkçülük, yeni bir arayış, yeni bir bütünleşme ümidi idi.
Elbette Yusuf Akçora’nın kitabını okuyordum: Türk Yıllığı Etüt hocası yakaladı, bir de tokat attı. Türk Yurdu dergisini de muntazaman okurdum, senelerce çıktı, iyi bir kültür dergisiydi. Ayrıca büyük Türkçülerden Ahmet Hikmet’i okudum. Yusuf Akçora’dan tanıdığım, Arap şairi Muarra’lı Ebul Âlâ hakkında da bir kitap yazıyordum, bir de şiirini tercüme etmiştim: ‘Mersiye’…
Türkçülüğüm de teorikti, bedbaht bir nazariyeydi Türkçülük, kökü yoktu, zaten sancak’ta Türk yok gibiydi, Arp çoktu…
O yıllarda sık sık Halep’e iner, kitap alırdım. Freud’den de üç dört kitap almış ve okumuştum…

‘36 yılında, edebiyat vadisinde bana tercüman olan Andre Gide’in çıkardığı Clarte dergisine aboneydim, ‘36 yılı koleksiyonu tamamdı. Yine aynı yıl Gringoire adlı sağcı bir Fransız gazetesine ve Nouvelles Litteraires’e aboneydim, onların da koleksiyonlarını yapıyordum.
Sancak’taki kültür faaliyetleri oldukça yoğundu. Antakya’da çıkan iki dergiyi çok iyi hatırlıyorum. Biri, Maarif-i Umumiye, aylık bir kültür dergisi. O sıralarda Halep’te oturan Rıza Tevfik de yazardı dergide, hazretin kültür üzerine bir yazışını hiç unutmam… Çekof’un bazı hikâyelerini de bu dergide okumuştum. Ablam aboneydi dergiye. İkincisi de Yeni Mecmua, bugün hâlâ Türkiye’de böyle bir dergi yok.

Gündelik gazeteler de küçük bir sancağın yüzünü ağartacak yayın vasıtaları idi: Antakya ve Yenigün. İlk yazım bu ‘Yenigün’ gazetesinde çıkmıştı: Geç Kalmış Bir Muhasebe, kültür üzerine karaladığım bir makale.
Antep’te çıkan bir dergide de “Şairler Irmaklara Benzer” başlıklı bir yazım olacak o tarihlerde. Derginin adı: Işkın. O dergiyi de bulamadım…” (Anılar, 1984)
“Ücra bir köy kulübesinde harfleri yeni yeni sökerken Kırk Ambar tecessüsümü sonsuz ufuklara kanatlandırmıştı… Ahmet Mithat Efendi, nesillerin tecessüsünü dünya düşüncesine kanatlandıran bir yol göstericidir…
Ahmet Mithat fakülte değil, üniversite. Ben onun çocuğuyum…” (Jurnal, 19.11.1969)

“Nazif, hayatımın ilk mukaddes isimlerinden. Benim için edebiyat şiir demekti. Nabi’ye, Fuzuli’ye, Nedim’e âşıktım. Benim için nesir sanatının gerçek temsilcisi ise Refik Halit’ti. Halep’te yayımlanan Vahdet ve Doğru Yol gazetelerini günü gününe okuyordum. Refik Halit, hecenin en usta şairleri kadar ahenkli yazıyordu, tazeydi, samimiydi ve mükemmeldi. Nesrin de edebiyatın gür ve ihtişamlı bir kolu olduğunu Refik Halit’ten öğrendim…

1930’larda Tarık Mümtaz’ı tanıdım, Refik Halit bir kaynaktan fışkıran su kadar berraktı. Tarık Mümtaz, seller kadar bulanık ve köpüklü. Biri sanattı, öteki tasannu… Evet Refik Halit’i çok beğeniyordum ama onun gibi yazmak, bayağılığa düşmeden tabii olmak, o yaştaki bir insan için erişilmesi güç bir hayaldi…
Tarık’ın edebiyat dünyasında tek mukaddesi vardı: Süleyman Nazif. Tarık tanımadığım Nazif’in bir havarisiydi. Türk nesrinin o serdarını şakirdine bakarak şekillendirmeğe çalıştım. Kitaplarından önce efsanesiyle karşı karşıyaydım.
Divan nazmından sonra, Tarık menşurundan süzülen özentili, coşkun bir Nazif, sonra Chateaubriand, sonra Hugo… Diyebilirim ki üslûbuma istikamet veren ilk hocalar bu dört-beş isim…” (Jurnal, 25.1.1981)

“Nordau hayatımın meşale kitaplarındandır. Onu da tesadüf çıkardı karşıma… Nordau ucuz allâmelik kazandırıyor insana, kafasını yumrukluyor zaman zaman okuyucunun. Derin değil. Hattâ sanıyorum çok defa haksız. Ama alışılandan başka. Nordau birçok inançları eriten bir asit. Conosif bir zekâ. Ben Nordau’yu galiba 22-23 yaşlarında okudum.” (Jurnal, 1.4.1963)

“… Balzac’ı keşfetmiştim arada ve O’na âşıktım. Dosto’nun Hıristiyan tarafı beni rahatsız ediyordu. Buchner, Nordau ve Marx, beni mistisizmden öylesine soğutmuşlardı ki, vaaza benzeyen her düşünceye kulaklarımı tıkıyordum. Zola’yı seviyordum, çünkü dinsizdi. Her mistisizm, bir mistifikasyondu benim için…” (Jurnal, 10.8.1963)

“Zola gençliğimin tanrılarından…” (Jurnal, 14.11.1963)

“… Mirabo’nun çocukluğuna şahit olan bir prens şu hükmü vermiş: ‘Bu çocuk ya Neron kadar berbat, ya Mark Orel kadar ulvî olacak’. Ben de kendimi tahlil edeyim mi: ya Reyhaniye kahvelerinde ömür çürüten, vaktiyle lisede okuyan ve çalışan fakat istidadı olmadığı için vazgeçen, basit, adi bir genç… veya gözlerini, hayatını hakikat uğruna feda ederek nesl-i âti destanlarına bir zafer ve fedakârlık numunesi olacak hakiki bir insan…” (18 Temmuz 1935 tarihli mektup, bkz. Yazko Edebiyat, Aralık 1982)

Cemil Meriç
Kaynak: Bu Ülke

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz