20 Aralık akşam haber bültenlerinden TRT1 ve Kanal D Haber’e baktım. Olay ikisinde de birinci haber olmadığı gibi (bir günde 40 gazeteci terör yasası kapsamında gözaltına alınırsa, bu dünyanın her yerinde çok büyük olaydır), haber metinleri adeta birer “polis bülteni” şeklinde hazırlanmıştı. Mehmet Ali Birand, gözaltına alınan gazetecilere ilişkin haberi her zamanki neşeli, “matrak” haliyle, adeta bir polis bülteni okur gibi okuyordu. Haber, izleyende hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gözaltıları olumlar bir dille yazılmıştı.
TRT1’in haberi aktarışı da Birand’dan farklı değildi. “Terör örgütü üst yapısına operasyon” başlığıyla verilen haberde 38 kişinin terörizm suçlamasıyla gözaltına alındığı söyleniyordu. Haberde yine “Allah için” bir adet karşıt görüşe yer verilmemişti.
Belki de her şey yeni başladı – Doç. Dr. Esra Aslan*
Geçen hafta sekiz ilde düzenlenen operasyonla 40’a yakın gazetecinin KCK soruşturması kapsamında gözaltına alınması, pek çok farklı açıdan irdelenebilir. Birincisi, AKP iktidarının muhalif basına yönelik baskılarının artması ve hükümetin icraatlarına ilişkin negatif haber üreten gazetecilere yönelik polisiye girişimlerin giderek çığrından çıkmasıdır. Bir diğer şey, düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan malum yasalarla, özellikle de Terörle Mücadele Kanunu marifetiyle muhalif seslerin birer birer “terörist” suçlamasıyla hapse atılıyor olması. Üçüncüsü ise, bu ülkede olan biteni halka doğru, çok yönlü, derinlemesine aktarmaya çalışan, yani halkın en temel hakkı olan bilgi edinme hakkına sahip çıkacak her iyi gazetecinin, mevcut yasalar ve düzenlemeler nedeniyle, mütemadiyen “suç işlemek zorunda” olduğu.
Son gözaltıların özellikle sol ve Kürt basına yönelik olduğu aşikâr. Özgür Gündem, Evrensel ve Birgün gazeteleriyle Dicle Haber Ajansı, Fırat Haber Ajansı ve Roj TV muhabir ve yöneticileri “şüpheli” olarak gözaltına alındı. Aralarında, bölgede görevli bir de AFP muhabiri var. Gözaltına alınan gazetecilerin PKK’nın şehir yapılanması olduğu iddia edilen KCK’nın “basın komitesi”nde yer aldıkları öne sürülüyor. Polisten yapılan açıklamalara bakılırsa, bu “basın komitesi” üyeleri, örgütün Kuzey Irak’ta düzenlediği konferanslara katılmışlar ve bu konferanslarda alınan bazı kararları çalıştıkları yayın organlarında uyguluyorlarmış. Bütün bunlar henüz birer iddia. Ortaya konulmuş bir belge, bulgu, fotoğraf, konferans kaydı vs. yok.
Gazetecilerin gözaltına alınma biçimi aksiyon filmlerini andırıyor. Van depreminden zarar gördüğü için bölgedeki çalışmalarını çadırda sürdüren DİHA’nın bürosunun basılma hikayesini internet medyasında okuduk. Burada ajansın İstanbul muhabiri Evrim Kepenek gözaltına alınıyor. O sırada çadırda bulunan DİHA Diyarbakır muhabiri Sertaç Kayar baskını şöyle anlatıyor: “Saat 05.30 civarında yüzleri kapalı Özel Harekat polisleri geldi. Doğru içeri girdiler. Uzun namlulu silahlar vardı. Fotoğraf makinelerinin hafıza kartlarını, harddiskleri aldılar. Basın açıklamalarından aldığımız metinleri, not defterlerimizi, cezaevinden gelen mektupları aldılar. Hasarlı büroya da gidip oradaki tüm haber arşivlerine el koydular. Bir polis amiri bana ‘her şey bitti’ dedi. Ben de kendisine ‘belki de her şey yeni başladı’ dedim.”
DİHA’nın Van’da gözaltına alınan muhabiri Evrim Kepenek’in deprem bölgesinden geçtiği son haberin ilk paragrafı şöyle: “Van’da yaşanan depremin ardından kentte dayanışma nöbeti tutan Diyarbakır kadın kurumları temsilcilerinin, asker gözetimindeki çadır kentte kadınlar ile görüşmesine izin verilmedi. ‘Çadır kentte kadınlar tecrit altında’ diyen kadınlar, ‘Kampta saklanan bir şeyler var mı? Neden çadır kente girişimize ve kadınlarla görüşmemize izin verilmedi’ diye tepki gösterdi.” Dicle Haber Ajansı, Kepenek’in haberini “Çadır kentlerde kadınlar tecrit altında” başlığıyla geçmişti. Bana pek örgüt eliyle yazdırılmış bir haber gibi gelmedi. Daha çok, kamusal çıkar peşinde koşan, sorgulayıcı bir gazetecinin, depremzedelere ilişkin bir hak ihlalini habere dönüştürme çabası gibiydi.
Anaakım medya nasıl verdi?
Bir günde 40 gazetecinin gözaltına alınma haberinin çerçeveleniş biçimi, 28 Şubat’ın henüz bitmediğini, daha çok uzun süreceğini ve günümüzde çok eleştirilen, ayıplanan asker/polis güdümlü “Andıç” gazeteciliğinin aslında tam gaz devam ettiğini gösteriyor. 20 Aralık akşam haber bültenlerinden TRT1 ve Kanal D Haber’e baktım. Olay ikisinde de birinci haber olmadığı gibi (bir günde 40 gazeteci terör yasası kapsamında gözaltına alınırsa, bu dünyanın her yerinde çok büyük olaydır), haber metinleri adeta birer “polis bülteni” şeklinde hazırlanmıştı. Mehmet Ali Birand, gözaltına alınan gazetecilere ilişkin haberi her zamanki neşeli, “matrak” haliyle, adeta bir polis bülteni okur gibi okuyordu. Haber, izleyende hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gözaltıları olumlar bir dille yazılmıştı. Bir yandan “Örgütün basın komitesi üyeleri oldukları iddia edildi…” denirken, hemen arkasından “Komitenin Kandil’den yönetildiği tespit edildi” gibi hiç kuşkuya yer bırakmayacak ifadeler kullanılıyordu. Bunu kim tespit etti? Nasıl tespit etti? Bu soruların cevabı haberde yoktu. Peki ama, haberi ekranda okuyan deneyimli gazeteci Mehmet Ali Birand, neye dayanarak bu “basın komitesinin” varlığına ikna olmuştu?
28 Şubat’ın Andıç gazeteciliğinin hem mağduru, hem de baş eleştiricisi olan Mehmet Ali Birand, nasıl oluyordu da bu polis bültenlerini tek taraflı ve hiç sorgulamadan okumayı kabul ediyordu? Bu sorunun cevabını şahsen çok merak ediyorum.
TRT1’in haberi aktarışı da Birand’dan farklı değildi. “Terör örgütü üst yapısına operasyon” başlığıyla verilen haberde 38 kişinin terörizm suçlamasıyla gözaltına alındığı söyleniyordu. Haberde yine “Allah için” bir adet karşıt görüşe yer verilmemişti. Gözaltına alınan gazetecilerin avukatları veya çalıştıkları medya organının temsilcilerine söz hakkı tanınmamıştı. “Gözaltına alınanlar arasında medya mensupları da var” diyen TRT spikeri, o kişilerin gazeteci olduğunu, çoğunun da Kürt ve solcu, ayrıca hükümete muhalif gazeteciler olduğunu açıklama gereği bile duymadı. KCK operasyonunda o güne kadar kaç kişinin ne suçlamalarla tutuklandığı ve bu tutuklamaların tüm Türkiye’de kitleselleştiğine, aralarında üniversite profesörleri, yayıncılar, üniversite öğrencileri de olduğuna ilişkin gerekli arka plan bilgilerin verilmemesini hiç saymıyorum bile. Bunlar, kamunun olan biteni anlamasına yardımcı olacak çok önemli ayrıntılardır halbuki.
Özgürlük kısıtlanması
AKP iktidarı döneminde, basında sansür ve otosansür gazetecilerin günlük yaşamının bir parçası haline geldi. Anayasa, TCK ve TMK’nın basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan maddeleri “özel yetkili” savcı ve mahkemelerin eline bırakıldı. Türkiye, gazetecileri hapse atmakta dünya birincisi oldu. Tutuklanan gazetecilerden bazıları yıllardır içeride olmalarına karşın, hangi suçtan yargılandıklarını bilmiyor. Tutuklu gazetecilerin arasında adi suçlardan yargılanan bir iki kişinin olması, sanki tüm tutuklu gazeteciler gazetecilik dışı işlerden hapse girmişler gibi bir söylemle abartılarak anlatılıyor. Görüştüğüm bazı AB temsilcilerinden duyuyorum. Hükümet yetkilileri onlara hapisteki gazetecilerin çoğunun cinayet, hırsızlık gibi suçlardan içeride olduğunu, geri kalanının da terörist olduğunu söylüyormuş. Gerçeği anlatınca şoka giriyorlar. Yine AB kaynaklarına Türkiye’de yargı reformu yapıldığı, yargının bağımsızlaştığı bilgisi veriliyor. Bunun da doğru olmadığını, özel yetkili savcılar ve özel yetkili mahkemelerin darbe süreçlerini ve DGM’leri aratmadığını anlatıyoruz. Yargı süreçlerinin savcı ve hakimle değil, polisle başladığını, polisin topladığı (veya elde ettiği) belge-bulguyla davaların açıldığını izah ediyoruz. Polis teşkilatı içinde bu bilgi-belge toplama işini yapan birimlerin şaibeli işlerini yazan gazetecilerin ve polis şeflerinin terörizm suçlamasıyla hapse atıldığını da…
İktidarın basın bürosu ve medyadaki sözcüleri spin uzmanlığında, kafa karıştırmada ve manipülasyonda sınır tanımıyorlar gerçekten.
Ama, hükümetin sözcüsü medya organları olayı “terör örgütüne operasyon” olarak verse de, yabancı haber ajansları ve basın örgütleri durumu “More journalists arrested in Turkey/Türkiye’de yine çok sayıda gazeteci tutuklandı” şeklinde veriyor. Biz kendi kendimize itiraf edemiyoruz belki, ama dünya âlem ülkede ne olduğunun farkında.
İstihbarat çalışmaları
Kafa karıştırıcılara bakılırsa, “istihbaratımız çok iyi çalışıyor” ve tam da bu nedenle sistematik olarak suçlular yakalanabiliyor ve yargı önüne çıkarılabiliyor. İstihbaratımız o kadar iyi çalışıyor ki, ülkede yazan, çizen, eli kalem tutan herkes “Acaba bugün istihbaratımız benim için de çalıştı mı?” endişesiyle yaşıyor. İstihbarat: Tutanaklar, yasa dışı dinleme kayıtları, şüpheliler için yapılan takipler, ek delil klasörleri, 35 bin sayfalık iddianameler, “70. klasörün 39. sayfasındaki öne çıkan unsurlar” diye başlayan haber metinleri… Sıradan bir vatandaş, izlediği bu haberlerden bir şey anlayabilir mi? Maksat anlaşılmaması zaten. Bu dosyalar içine adı girmiş bir insan, başka normal bir vatandaşa bu karmaşa içinde masum olduğunu ispat edebilir mi? Maksat bitmek bilmeyen davalar süresince hayatları rehin almak zaten.
Ergenekon, Devrimci Karargah ve KCK gözaltı ve tutuklamalarına ilişkin yine yaygın medyada egemen olan şöyle bir yaklaşım var: “Tutuklamalar oluyor. Ortada bilmediğimiz bir durum var. Terörle Mücadele Yasası gereği, soruşturmalarda gizlilik var. Bu nedenle, bekleyelim görelim. Bakalım, bağımsız yargı ne karar verecek? Tutukluların suçsuz oldukları gerekçesiyle bağımsız yargı tarafından serbest bırakılmalarını diliyoruz.” Bu çok ikiyüzlü bir işbirlikçi bakış açısı zannımca. Öncelikle, bilinmeyen duruma karşı hiç şüphe geliştirmiyor, yani bilinmezliği normalleştiriyor (e, gizlilik var ne yapıcan!). Ayrıca, yine bu bilinmezlik üzerine kurulu uzun yargılama süreçlerini de meşrulaştırıyor (inşallah dava süreci sonunda masumiyetlerini ispatlarlar; artık dava ne kadar sürerse!). Bu bakış açısı, askeri vesayetin yarattığı ve sivillerin geliştirdiği antidemokratik bir yasa olan TMK’yı olumladığı ve temel aldığı için baştan sakat. Aynı Hrant Dink’in de haksızca yargılandığı ve mahkum olduğu 301. maddeye karşı çıktığımız gibi, öncelikle TMK’ya karşı çıkılmalı.
Alternatif
Bu noktada, Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun dile getirdiği yasa değişikliği önerilerinin tamamı acilen dikkate alınmalı. Aksi takdirde, halka alternatif ve muhalif haber veren tüm yayın organlarının önümüzdeki günlerde birer birer terör suçlamasıyla karşı karşıya kalması işten bile değil. Bu yasalar varoldukça, suçluyla masumun birbirinden ayrılması mümkün olmayacak.
Bilgisiz, habersiz kalan yurttaş, aldatılmaya ve yalanlarla yönetilmeye mahkum olacaktır. Habere sahip çıkmak, bazıları hoşumuza gitmese de, gerçeğe ulaşmak yolunda farklı görüş ve bilgilere ulaşma özgürlüğümüze sahip çıkmak demektir. Tabii eğer hakikatin öteki yüzünü gerçekten görmek istiyorsak.
[Radikaliki]
*Bilgi Üni., İletişim Fak.