Didier Raymond: Schopenhauer ölüm, Nietzsche yaşam filozofudur

Nietzsche dünyasında bir şeyin çaresiz bir şekilde yitmiş olduğu fikri vardır. Sadece sanattır bu uçurumu aşma olanağını sağlayan. Nietzsche bir nostalji estetiği kurar. Aşağıda Nietzsche, le rire et le tragique (Nietzsche, gülüş ve trajik) adlı yapıtın yazarı Alexis Philonenko ile yapılmış bir söyleşi bulacaksınız.

Alexis Philonenko,  Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki o esrarengiz komiser Porphyre’e benziyor. Bunu kendisine söylüyorum, o da kabul ediyor (aslında mükemmel bir Raskolnikov olacağını ekliyor arkasından). Metafizikten suçbilime kadar değişik konular üzerine ona sorular sorabileceğimi biliyorum. Schopenhauer’i de düşündürüyor bana, zira Philonenko, Kant ve Fichte üzerine çok sayıda önemli incelemeler kaleme alan ama Nietzsche gibi de “insani olan her şey beni ilgilendirir” diyebilen büyük bir metafizikçidir. Metafizikçi üzerine yapıtını tamamladıktan sonra, Schopenhauer gibi “parerga ve paralipomena”larını –bir boks tarihi, suç üzerine bir kitap ve yakında yayımlanacak olan 16. Louis üzerine bir inceleme– yazdı kısa süre önce. Onun Schopenhauer, Bir Trajedi Filozofu’nu (1980’de yayımlandı) ve Nietzsche, Gülüş ve Trajik’ini (Le Livre de poche biblio essai, 1995) tekrar okudum. Bugün onunla Nietzsche üzerine konuşmayı düşünüyorum.

Didier Raymond, felsefi sezgilerinin çoğunu Schopenhauer’e borçlu olduğunu ileri sürerek, Nietzsche’nin özgünlüğüne itiraz edenler oldu kimi zaman. Üstat ve çırağının birbirleriyle ilişkisini nasıl kurmak gerekir?

Alexis Philonenko, Nietzsche felsefeye gönül verdiğinde yirmi bir yaşındadır ve temel yapıtını okuduğu Schopenhauer’den kaçamaz. Ancak söylemek gerekirse, kötü bir öğrencidir. Schopenhauer tarihten eadem, sed aliter, yani “her zaman aynı ama başka kılıkta” diye söz eder. Değişen bir şey yoktur, insan yüreğinin duyguları hep aynıdır, görünüş değişir sadece. Oysa Çağa Aykırı Düşünceler’de Nietzsche üç farklı tarih biçimi ayırt eder. Bunlardan biri, anıtsal tarih, uzman tarih tarafından denetlenecek bir kalıntı bırakır. Schopenhauer’le ilk ayrım budur: Yadsınan tarih –iyi anlaşılmamış aşkınsal Estetik’in temeli üzerinde: Schopenhauer görünüş ile fenomeni karıştırır– yaratıcı tarihe yer verir. Böyle Buyurdu Zerdüşt tarihin aşkınsal bir yapısı olacaktır. İnsan verili bir olgu değil, bütün ilişkiler ve etkiler altında gerçekleştirecek bir olgudur. İşte önemli bir karşıtlık; Schopenhauer bir ölüm filozofu iken, Nietzsche yaşam filozofudur. Bir güz ormanında gezinen Schopenhauer ne görür? Her tarafta, daha çok ışık isteyen büyük ağaçların kendini kurtardığı kardeş kavgalarının kurbanı ve tanığı olan cansız yapraklar ve kararmış dallar: Sonra da korkunç bir buharlaşma, her taraftan sızan bir kadavra kokusu. Her orman kasvetli bir ezgidir; Schopenhauer’in görüp işittiği budur – Nietzsche de, tersine, ilk karın örttüğü altın sarısı yapraklarda, yeniden canlanacak olan hoş doğa’nın uyuklamasını görür. Kuşkusuz görebildiğimiz sadece birkaç karşıtlık – ancak Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün yönteminde etkili olan şeyi en açık bir şekilde vurgulayacağım: Bu, geceye ve ateşe ayarlanan bir güneş felsefesidir. Ya da kozmik bir felsefedir.

Ya müzik?

Tam da bu konuya geliyordum. Hem köprü hem uçurumdur bu. Schopenhauer için olduğu gibi, Nietzsche için de kötü bir modern müzik ve iyi bir eski müzik yoktur. Acele yargılardan da kaçınmak gerekir. Schopenhauer Rossini’yi Mozart’a tercih eder. Yanlış bir seçim denilebilir; ancak Viyana’da Büyük Müzik Tiyatrosu’nda Rossini’nin Messa di Gloria’sını (şükür ayini) dinleme şansınız olsaydı, bu kararınızı yeniden gözden geçirmek zorunda kalabilirdiniz. Schopenhauer için bu modern ve güzeldi. Nietzsche, Schopenhauer’in kanısını paylaştı: Müzik metafiziğin yerini alabilecekti. O, dünyanın saydam kalp atışıdır. Nietzsche ile Schopenhauer arasında güçlü bir bağ ve de bir uçurum vardır. Nietzsche eşsiz bir müzisyendi gerçekten. Piyanoda neredeyse bir virtüözdü, ayrıca çok yetenekli bir doğaçlama ustasıydı –kanıtlar kesindir– ama onun bize bıraktığı kimi parçalar Wagnerce titreşimlerden uzak, çok tatlı bir kişiliği gösterirler. Schopenhauer ne iyi bir uygulayıcı, ne de iyi bir doğaçlamacıydı, bundan dolayı onu iyi bir müzisyen olarak göremiyorum: Çalgı ile, çalgısı ile içten bir ilişkisi olmayan bir müzisyen düşünemiyorum; “onun” Stradivarius’unu öğrenmek gerektiği söylense bile.
Ancak bu sorunu çözülmüş sayalım, Schopenhauer ve Nietzsche’de felsefi sezgilerden de söz edilir. Schopenhauer bir fikrin, zihninde birden şekillenen ve değişmesi olanaksız bir kristal fikrin tam etkisi altındadır. Gerçekten de onun değişik yazıları, değişmeyen bir tema üzerine çeşitlemelerden başka bir şey değildir. Fenomen görünüştür sadece. Onu Bergson’dan ayıran, onun temasını farklı ontolojik düzeylere çıkartan şey budur. Ancak kendinde  metafizik bir oluşun (devinir) kesin sezgisine sahip olan Nietzsche’ye onu incelikle yaklaştıran da budur. Bu oluş, iki devinen kutbun belirlediği oluştur: Biri üstinsan, öteki Unter-Mensch (alt insan). Tözün birciliği-eğilimin ikiciliği.
Bu bağlamda uygun olmayan bir imge vardır. Gaya scientia’nın (Şen Bilim) giriş bölümünü süsleyen imgedir bu, barınak imgesi yani. Barınak (konut, yuva) fikri Schopenhauer’de çok açıktır: Mezardır bu, edebi barınak… Ama bir anlamda, mezar yoktur Nietzsche’de. Daha da ötesi bir gençlik şiirinde ölümün ancak kavranabilir olduğunu söyler o. Toprağın altından beslenir yaşayan ağaç.
Üç kavramın genel bir özetiyle bu sorunu bir yana koymak isterim: 1) Wille zur Macht’ta (Güç İstenci) yöneltik bir gerilim fikrini içeren “zur” eki bir tamlayan durumu (-in durumu) ile anlaşılabilirmiş gibi; şöyle çevirmeli bunu: “Güç’e doğru istenç” 2) “Tanzlied” sözcüğünü, kendini ifade etmenin metafiziksel hafifliği, özgürlüğü fikirlerine olanak sağlamayan dans için müzik diye çeviriyoruz; 3) Widerkehr des Gleichen (aynı şeyin dönüşü), aynı şey ile başka şeyin bir sentezine yol açmaması için özdeş’in dönüşü olarak çevrilmeli.

Bir Richard Wagner dostu ve yandaşı olduktan sonra, Nietzsche 1876’da onunla kesin olarak bağlarını koparır. Sizce, böyle bir ayrılığın derin nedenleri neler olabilir?

Bu sorunun birçok yanıtı olabilir. Niebelungen Nietzsche’ye sonuçta çocukça gelebilirdi. Bunda Homeros destanlarının ne tadı ne de içeriği vardır. Siegfried, söğüt yaprağı ile hamur karton halinde bir Akhilleus’tur. Elbette, sırtının ortasına yapıştırılmış söğüt yaprağı, Titanların ensesinde bulunan ve onlara geleceği görme olanağını veren üçüncü gözü anımsatır, bu da Akhilleus’ta ortadan kaldırılmış yetidir. Her insanın yaralanabilir olduğu Homeros ideası burada söz konusu olur. Nietzsche bu tür değişiklikleri değerlendirmek için Grek dünyasına çok dalmıştı. Ona göre Grek özgürlüğünü zayıflatacak noktaya gelinemezdi. Richard Wagner değişmedi aslında; derinden değişen Grek ruhu üzerinde düşünen Nietzsche’dir. Onların müziğe ilgileri de değişti: Wagner’de fırtına – Nietzsche’de damıtılmış incelik; çekiç darbeleriyle felsefe yapılabilir. Ama yine de çekiç darbeleriyle iyice yumuşatılmış klavseni yazması için Nietzsche’ye güvenilmez. Çok sonra, çok daha sonra, Nietzsche Bizet’e vurulacaktır: Bunun, uzun süre Wagner’e karşı yoğunlaşan bir nefretin dışavurumu olduğunu sanmıyorum. Bu daha çok Wagner’le tanışmadan da önceki bir seçimdir, Kuzey’e karşı Güney’in seçimidir. Kuzey Prusya’ya ve onun gizemli sislerine karşı Yunanistan ve Parthénon aydınlığı.

Müzik avutucu olabilir mi?

Müziğin avutucu olduğu her zamanki bir düşüncedir. Ama yine de Schopenhauer ve Nietzsche onu alışılmadık bir tarzda ele alırlar; müzik ancak münzevi tarzıyla avutabilir. “Geist”ın içindeliğinde yaşanan müzik, gerçek sevinci ve var olma doyumunu sağlar. Wagner coşturur bizi, Nietzsche yatıştırır – Wagner’den ve Nietzsche’nin işler acısı bir biçimde eksik olan parçalarından çıkardığım şey budur. Nietzsche niçin bir müzik mesleğini gerçekten denemedi? sorusu savunmasız kalıyor. Hakikati söylemem gerekirse bu konuda hiçbir şey bilmiyorum. Ya da daha doğrusu bir düşüncem var. Nietzsche’nin inanılmaz derecede edepli biri olduğuna inanıyorum. Hakiki sanatçı olağanüstü bir şekilde edepsiz ve teşhircidir. Büyük bir çelişkidir bu. Nietzsche Mozart gibi hoş görmedi bu çelişkiyi. Ancak insanın ya da özgür-doğa’nın elinden çıkan her nesne, avutucu olabildiğine göre, böyle bir avutma biçimine, böyle bir güzel sanatlar sisteminin yanıt vermesi kaçınılmaz, bu da bir totolojidir. Müzikal bir lahza belli bir kültürel alandan soyutlanmaya izin vermez; daha da ötesi bu alanı dile getirir. Nietzsche’de müziğin bu konuda şiirleri üzerine göre konuşma olanağımız olduğu ölçüde, Çigan bir karakteri olabilirdi, diyebilirim. Bu tamamen kişisel bir düşünce…

Bu gelişme içinde Nietzsche bir Kant okuyucusu olarak düşünülebilir mi? Ve Alman filozofların en az Alman’ı olarak?

Bana Alman felsefesini gösteren, Cassirer’in ötesinde, Kant okumasıdır. Daha sonra, her zaman bir temel fikri tarafından yöneltilen belirli bir tarzın belirlemesi oldu bu. Biz, Fransızlara da bir temel fikri egemendir, ancak Almanlarınkinden bir başka biçimde. Ortak olan, belli bir bilmenin tamamlanmış olduğu ve bu sıfatla kurulmuş olması gerektiği fikridir; herhangi bir şey kurma gereksinimi duyulmaz: Kant’ta temel ilkin uzamla (mekân, geometri) sonra zamanla (aritmetik) ilgilidir ve aşkınsal (transcendantal) denen yöntem us’un (raison) bütününe yayılmıştır. Racine’in anlayışında duyguya yer yoktur. Araştırmanın tanımı yalnızca düşüncellikle (ideal) ilgilidir. Gerçek’i mümkün kılan öz’dür. Örneğin, sentetik bütünlük olarak nedensellik kategorisi, fizik olarak bilim alanındaki özdür. Burada büyük bir yanlışlık olduğu söylenecektir: Uzama ve zamana uygulanan sentetik yöntemin gelişmesi, kurucu bilimlere, düzenleyici bilimlere olanak sağlıyor. Ancak bu sonuç Kantçılığın dehasıdır. Vainhinger, o kadar eleştirilmiş –hatta unutulmuş– adam, bu konuda yanılmamıştır. Kategoriler özün özü olan “Düşünüyorum”u araç olarak görürler (Platon’da, İyi’nin her var olmayı mümkün kılan var olma olması gibi). Alman filozofların üzerinde tartıştıkları bu özün özü konusudur – hepsi özün özünü özgürlük alanına geçirmek gerektiğini kabul eder, bu öz’ün Kant’ta “aklın biricik gerçeği” olarak üstün bir değeri vardır.
İlkönce, Kant ile gerçekleştirilen olağanüstü altüst oluşu açıklığa kavuşturmak isterim: Aslında var olanın kökeninde bulunan varlık değildir artık; bu var olmayan şeyin var olmaya yönelmesi olarak istençtir. Varlık arzu temeli üzerinde kendiliğinden doğurur. Işık ilke değil (tem anlamında) sonuçtur. Aslolan da zaman değil, gecedir.
Nietzsche’nin bütün Alman filozofların en az Alman’ı olup olmadığını soruyorsunuz bana. Buraya kadar anlatılan bütün görüşler bu savı, örneğin onun Güney’in müziğini tercih edeşini göstermek içindir; aynı şekilde Grek kaynaklarına ilgisini, Homerosça gülüş’ü, trajedi kavramını da… Wagner Eski Yunan’dan Alman unsurlara geçmiştir kolayca. Oysa bu geçiş o kadar da kolay değildir. Örneğin Wagner’in Yunanistan’ı Schiller’inkinden başka şey değildir: Weimar klazismi. Nietzsche Alman filozofları içinde en az Alman olan filozoftur.
Aforizmaların problemi çoktur. Alman filozoflar sistem fikrine öncelik verirler; Nietzsche aforizmalarıyla karşı çıkar buna. Aforizma Nietzsche’de çok gizemlidir. Bu konuda Chestov’un durumunu biliyoruz. Nietzsche, bana kalırsa, Kantçı sorunları paylaşmaz. Bütün Kantçı sorunlar, özellikle de ruhun ölümsüzlüğü sorunu, aşkınlık ve yitik Tanrı görüşü içinde ifade edilmiştir, oysa Nietzsche içkin ve ulaşılabilir bir ideal peşindedir. O idealinin Prusya askeri olduğunu sakınmadan söyleyecektir.

Ama o zaman değerlerin alışılmamış bir açıdan yeniden ele alınmaları gerekir…

Estetik sonuçlar gerçekten çoktur. Önce, Nietzsche estetiği ortaçağ estetiğinden daha az yenidir. O şövalye değerlerine bağlıydı. Gerçekten ortaçağ, çelebi değerlere daha çok sahip gibi gelir bana. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te aryan ve soylu bir aşk vardır. Soylu âşk kesinlikle çıkar gözetmeyen bir aşktır. Bu aşk iki kişi için bir var olma tutkusudur. Buradan, aşkın estetik ve soylu olduğu kadarıyla öznel-ötesi bir ilişki olduğu beylik sonucu çıkarıyorum. “O”, sınırları “Ben” ve “Sen” olan estetik alandan geri sürülmüştür. Ahlaktan (büyük canavar) “Söz etmen” ötelenmiştir – önce hem duygusal havayı dışladığı, hem de insansal fenomenin bütünlüğünden büyük bir bölümü soyutladığı için. Oysa Nietzsche’nin istediği gibi bir estetik insan bütünlüğünün toptan uzlaşımıdır. Bundan dolayı estetik, Kant’ta kuşkusuz özsel ama kısmi bir felsefe bölümü olabilir ancak: Nietzsche’de estetik her şeydir. Burada da Wagner’le bir uzlaşma mümkün olmuş oldu.
Ama Nietzsche kendi şiir sanatında ironik değerleri yakalamak istedi. Böyle Buyurdu Zerdüşt ironik değerlerle doludur. “Alışılmadık bir ziyaretçi” edebiyat için ne öyküler… Nietzsche ve incelik üzerine söylenecek çok şey vardır. Wagner’in yabanıl neşesi yaraladı onu. Sanatçı ölçülü olmalı ve yapıtının arkasına saklanmalı. Sanatçının kuramı, bu nedenle çözümlenmesi kolaydır Nietzsche’de. Birtakım olumsuzluklarla böyle tanımlanabilir. Örneğin iğrenç Body Art’dan oldukça uzaktadır. Ve sonra, her büyük sanatçıda olduğu gibi, bir çılgınlık rüzgârı vardır onun ruhunda ve korkutma fikrinden de çekinmez. Ludwig Stein onun kurnazlıklarından ürktü. Bir ayrıntıyı da eklemek isterim: Nietzsche nerede, nasıl olursa olsun, sonsuzluğa dek ortadan kaybolmaması korkusundan ötürü o gizlice görüşme fikrini (ya da imgesini) saptaması gerekirmiş gibi yazıyordu. O böylece bir ateş topu içinde yaşamaya yazgılıydı: Onun geride bıraktığı belgelerde çok kesin bir düzen asla bulunamayacaktır. Burada Mozartien bir şey, Wagner’in ne yaklaşmasını ne de anlamasını bildiği bir ateş rengi yaşam vardır. Nietzsche Dans Müziği’nde bu yaşamı anlattı.
Nihayet bu sanat kavramı düşünülemediğinden daha klasiktir. Bu bir nostalji, dönüş karşısında –ilkin Grekler’e, sonra soylu aşk’a dönüş– bir acı estetiğidir: Geçmiş burada aşkınsaldır (transcendantal). Nietzsche’nin dünyasında bir şeyin çaresiz bir şekilde yitip gittiği fikri vardır. Tek sanat, öncesiz-sonrasız yıkımların yüceliğini kavrayabilen sanat bu uçurumu aşabilir. Herkes ilk bakışta Nietzsche’nin keskin düşüncelerini kavrayabileceğini sanır tabii. Ancak o ağırlık, yavaşlık gerektiren bir filologdur.

Bir felsefe, hakikat fikrini, estetik bir dünya görüşü olarak ifade etme uğruna feda edebilir mi?

Nietzsche’nin özgün bir hakikat fikrine sahip olduğu ve bu konuda kitaplar değil de kocaman bir kitaplık oluşturulduğu söylendi. Yine de Nietzsche’nin bu konuda temel bir makalesi vardır, 1873’te yayımladığı… Aslında, iki hakikat fikrimiz vardır bizim: Biri mekanik (anlık, entendement hakikati), öteki estetik (us). Anlık hakikati teknik ve ortaktır; yakıtsız motor çalışmaz: Herkes hemfikirdir bu konuda – çok sayıda ortak hakikat, çok sayıda ayrımsız (indifférent) hakikat vardır. Bu hakikatleri maniple ederek şişinenler, şöyle derler: “Ben! Ben bir bilimciyim, bir Dekartçıyım”. Hekimlerde de aynı “biliciler” vardır. Hakikatin, onun bir hata olduğunun unutulmasıyla ilgili bir önerme olması önemli değildir – önemli olan olumlamanın içinde biçimlendiği tin’dir (esprik). Dil hataları da vardır elbette: Çocuklar “kesin bilimler”e yöneltilir – “kesin olmayan bilimler” varmış gibi! Öte yandan da kişisel hakikatler vardır: Gerçek bir aşk – bunlar bir varlık anını tanımlarlar ve Leibniz gibi konuşacak olursak, bir sisteme sokulamazlar.
Nihayet, Nietzsche’de hakikatin iletilebilir ya da ifade edilebilir olduğunu söylemek isterim. Bu sonuncu anlamda hakikat bir işleve yakındır. Hakikatin güzel olduğunu da ekleyelim.

Nietzsche’den sonra, kartezyen bir matematik modeline öykünerek felsefe sistemlerini birleştirmeye devam edilebilir mi ya da daha çok sanatçıların çabasından mı esinlenmeli? Bu bize, filozofu bir bilimciden daha çok bir sanatçı olarak yorumlama olanağı sağlar mı?

Kartezyen bir zihin yönelimini kavrasam da kartezyen bir sistemi kavrayamadığım için soru temelsizdir. Ne tıp ne mekanik ne de ahlak tamamlanmıştır. Oysa kartezyen yönelim içinde hayatın ilerleyişinde iç gerekliklerdir bunlar; tıpta, onun kaygısı sağaltmanın hayatın süresini uzatmaktan daha az olmasıdır. Tabii ki hareket diyalektiktir: Hayatım sürdükçe onu sürdürebilir deneyleri de kavrayabilirim ve böylece kesintisizce devam eder bu. Bütün bunlar hiçbir şekilde Nietzschece değildir. Descartes ve Nietzsche, sanki teknik ve sağaltımsal bir ayrım yapabilirmiş gibi. Zaten sistem fikri de kartezyen değil mi? Ferdinand Alquié böyle düşünmüyordu. O Descartes da Varlık nostaljisiyle düş kırıklığına uğramış, onunla kuşatılmış, nesnenin Varlık olmadığına inanmış bir sistematik görüyordu.
Filozofun sıradan bir bilgin karşısında büyük bir üstünlüğü vardır; o anlamadığını bilir, oysa sıradan bilgin anladığını sanır. Sıradan bilgin bilimci düşünür, iğrenç dil – tıpta bir “hekim” benden daha bilgin değildir ve eski bir Teknik Okul öğrencisi de öyle.

Yakında cinayet ve canilerle ilgili bir kitap yayımladınız. Nietzsche’nin felsefesi size özellikle bu konuda aydınlatıcı gibi mi göründü?

Bu iki yanlı bir sorun. Bir yandan olağanüstü bir kavrayışla: Nietzsche, Rus vicdanına karşı çıkan Dostoyevski’nin Ölüler Evinden Anılar’ına parmak bastı. Dostoyevski özet olarak surların arkasında Rusya’nın “en sağlam”, en iyi odunundan yapılmış bireyler olduğunu, hücrelerine kadar vicdan azabına boğulan ve örneğin, kahkahalar atarak ve kocaman kwas bardaklarıyla zıkkımlanırken ayaklarından asılan karılarını palaskalarıyla ölümüne döven bu bireylerin olduğunu açıklar. Onlar kendileri için değil, bizim için iyinin ve kötünün ötesindedirler. İyinin ve Kötünün Ötesinde’de Nietzsche aynada gerçekliğin yansısını ya da yansının gerçekliğini görür. Öte yandan da ahlak bozukluğu vardır. Ne Dostoyevski, ne Nietzsche kabul ederler bunu. Kendisine bir bardak votka vermeyen büyükannesini boğan küçük baba masumdur ama küçük bir kızı iğfal eden bir ellilik masum değildir, çünkü o ruhsal olarak kirlidir. Sonuçta, Rusya’nın en iyi odunundan çıkan cani parlak bir üstünlük gösterir. Dostoyevski zindanda onlarla bir aradayken kendini aşağılanmış ve onuru kırılmış hisseder.

Nietzsche en büyük psikologun Dostoyevski olduğunu söyledi ve “Stendhal’den de büyük” olduğunu ekledi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Nietzsche’nin Schopenhauer’den sonra, Stendhal’i tanıması otuz yaşına doğru olur. Annem Stendhal’i seviyordu sanırım, ölüm yatağında her akşam bana ondan birkaç sayfa okuttururdu. Onu anlayış olarak hoş ve parlak buluyordu. Ama biz asıl konuya dönelim: Stendhal’i okumak için bir çağ (otuz yaş), Dostoyevski’yi okumak için başka bir çağ (kırk yaş) vardır ve o zaman yazarımızı ötekinden çok üstün buluruz. Nietzsche için de aynı şey söz konusu oldu sanıyorum.
Heidegger, Nietzsche’yi metafizikçilerin ve hümanistlerin sonuncusu olarak görür, bu görüş kabul edilebilir mi ya da siz bu görüşe karşı çıkma nedenleriniz olduğuna mı inanırsınız?
Bu soru bana çok soruldu. Önce, insandan, onun bitmemişliğinden vb. söz edilemeyeceğini ve ona bir hayta gibi felsefede hareket etme izni verilemeyeceğini söylemekle başlamak isterim. Sonunda ontolojinin ve fenomenoloji’nin sopa darbelerine maruz kalmıyoruz. Varlık hakkında bir gizem yaratılıyor – Claus Berg’den beri genellikle olduğu gibi. Was ist das die Philosophie’den (Felsefe Nedir?) birkaç sayfa okuyun. Ancak her şeye bir son gerektiğine göre… Felsefeden söz edelim! Bana öyle geliyor ki sonu doğru bir şekilde tanımak için, ya başlangıç olan şeyi bilmek (tarihsel model) ya da ideal başlangıcı tanımak gerekecektir.
İdeal başlangıç herkesin çok iyi bildiği bir şey. Onlar olmadan düşüncenin kavranılmaz olduğu ilkeler üzerinde bir düşünme (réflexion) söz konusu. Bu, Nietzsche’nin reddettiği Fichte’nin konumudur. Anlık’a (müdrike, entendement) ayrılan yer çok geniştir.
O zaman tarihsel konuma sarılırız. Ancak bu konum şiirseldir ve bu nedenle de anlık’ı doğurmaya yetersizdir.
Soruya dönelim yeniden: Metafizikçilerin sonuncusu… Bunun anlamı metafizikçilerin var olduğudur, sadece metafizikçi taslaklarının değil. Ama: Nerede bunlar? Sanatlarda mı? Bir Van Gogh, bir Latour, bir Mozart, bir Beethoven metafiziğinin olduğunu mu söyleyeceğiz? – Sınırı nerede çekmeli? Biricik sınır olarak, iç duyunun (bilinç, sens interne) belirlemesi bulunur. Bu hem çok az hem de fazladır. Ve geçmişin duyumu içinde soruyu dile getirmenin de nedenidir. Kim Tanrının bir gün yeniden doğacağını ileri sürecek kadar deli olacaktır? Ancak sorun burada değil belki de. Maxime Schuhl sorunu gereği gibi koydu ortaya: Burada makineleşmenin ve kurgunun konumu nedir? Belki de makineleşme fiyaskosundan başka bir nedenle ziyaret edilen bir ülkede kurgu asla olmayacak.

Nietzsche – Kenan Sarıalioğlu
Söyleşi: Alexis Philonenko, Çeviri: Kenan Sarıalioğlu,  Say Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz