“Binyılın Bekleyişinde” Kıyametin Özü – Enis Batur

enis baturBugün, Tevrat’ın ve İncil’in bölümlerinin eşzamanlı metinler olmadığını, en eski parçalarla (İ. Ö. 1100 yılından kalma “Debora’nın Şiiri”yle) en yeni parçalar arasında iki bin yıla varan yazılış farklılıkları bulunduğunu biliyoruz — bu zamansal uçurumlar, kimi zaman tek bir metnin parçaları arasında da yer almıştır. Bugün pek bilmediğimiz şu: Modern Zamanlar’a gelesiye, bir avuç insan sayılmayacak olursa, Eski Ahîd’in ilk (Tanrı tarafından bir seferde yazdırılmış), en eski kitap olduğu genel kabul görmüştür. Jean Bottero, bu mitolojinin 3 Aralık 1872 günü Londra’da, Gılgamış Destanı’nın G. Smith tarafından bir bölümünün tanıtılmasıyla çöktüğünü aktarıyor.

Bizim bugün, ev ya da otomobil, iskemle ya da diş fırçası tasarımından sözediş rahatlığımıza ve ciddiyetimize koşut biçimde, üç-dört bin yıl öncesinin Mezopotamya’sında, Fırat kaynaklarında, Anadolu’da yaşayan insanlar evren tasarımı üzerinde akıl yürütüyorlardı. Henüz fethedilmemiş, keşfedilmemişti yeryüzü; dağların ve denizlerin ötesi som bir muammaydı, en bilgili kişiler için bile. Geçmişe ait bilebildikleri öylesine sınırlıydı ki o çağda, gelecekten ödlerinin kopmaması beklenemezdi. Herkesin kafası tıkabasa şiddet efsaneleri, öyküleri ve gizleriyle doluydu. II. Asur-nasirpal’ın tarihçileri, bu kanlı hükümdarın ağzından, Hulluya’yı nasıl yerlebir ettiğini, kaledeki üç bin tutsağını, çoluk çocuk ayırmadan, ateşler yakıp nasıl yok ettiğini aktarıyor. Gene de, asıl korku kaynağı evrenin mimarı, mimarlarıydı şüphesiz: Eski Ahid’in hikâye deposunu besleyen yıkımlar, depremler, tufan provaları onların gözünde gökyüzünden inmiş, her an inebilecek gazap işaretleri, cümleleriydi.
Dönemin yeryüzü tasavvuru, kökten farklıydı bir kere. Ne yerkürenin ucu bucağı kestirilebilirdi eldeki verilerle, ne de tanrıların beldesine ilişkin bir imgesel ortaklık yaratma olasılığından sözedilebilirdi. Evren tasarımı, böylelikle, üç ayrı payandaya dayandırıldı: Yeryüzü, yeraltı ve gökyüzü genel çerçeveyi oluşturuyordu şimdi. Bu üç bölgeye ait “bilgi”lerin, söylemlerin, gerçekliklerin dağılımı Hayat’ın genel haritasını ortaya koymuştu: Yeryüzündeki insan, yeraltındaki tanrılarla gökyüzündekiler arasında sıkışmıştı.

Bugün, Tevrat’ın ve İncil’in bölümlerinin eşzamanlı metinler olmadığını, en eski parçalarla (İ. Ö. 1100 yılından kalma “Debora’nın Şiiri”yle) en yeni parçalar arasında iki bin yıla varan yazılış farklılıkları bulunduğunu biliyoruz — bu zamansal uçurumlar, kimi zaman tek bir metnin parçaları arasında da yer almıştır. Bugün pek bilmediğimiz şu: Modern Zamanlar’a gelesiye, bir avuç insan sayılmayacak olursa, Eski Ahîd’in ilk (Tanrı tarafından bir seferde yazdırılmış), en eski kitap olduğu genel kabul görmüştür. Jean Bottero, bu mitolojinin 3 Aralık 1872 günü Londra’da, Gılgamış Destanı’nın G. Smith tarafından bir bölümünün tanıtılmasıyla çöktüğünü aktarıyor.

Modernlerin yeryüzünü okuma, evreni tasarımlama eşiklerini değiştiren süreci tanıyoruz: Galileo’dan ve Kopernikus’tan, Columbus’tan ve Magellan’dan Bruno ve Descartes’a, içiçe geçmiş merdivenlerin biribirilerini bütünlemiş basamaklarını gözümüzün önüne getirebiliriz. Daha az tanıdığımız bir süreç, tarihçilerin ve kazıbilimcilerin, filologların ve uygarlık tarihçilerinin son yüzyılın getirileri, kazanımları ile katettikleri mesafedir. Okurun, düz okurun sokulmakta en hafifinden güçlük çektiği alanlar bunlar: Çiviyazısından ibraniceye, eski yunancadan ermeniceye ve kıpti diline, ölüdillerarası ciddî bir aşinalık gerektirdiği, metinlerin karşılaştırılması aşamasında başvurulan kaynaklar kişiyi dik yokuşlara sürdüğü için. Neyse ki, araştırma sonuçlarının, yavaş yavaş daha geniş bir okur kitlesine ulaşabilecek verimleri de oluyor bir süredir: Bottero’nun “Mezopotamya: Yazı, Akıl ve Tanımlar”ı (1987) ile “Tanrı’nın Doğumu-Kitabı Mukaddes ve Tarihçi”si (yeni basımı: 1992), Jacques le Goff’un “Araf’ın Doğuşu” başlıklı soluk kesici kitabı (1981),
Eski Yunan üzerine nicedir genişleyen yorum alanına farklı boyutlar getiren, böylelikle de Hıristiyanlık öncesinin ana kaynaklarına ışık tutan çalışmalardan birkaçı.

Bu verileri, bir de, özellikle son on yıldır başdöndürücü bir hız kazandığına tanık olduğumuz binyıl okumalarıyla yanyana getirmek gerekiyor. Besbelli, günümüzün yazarı, araştırmacısı, yorumcusu 2000 yılı kavşağında güçlü bir temel korkunun güdümünde görülmeyecektir: Yeryüzüne ilişkin kaygılarını çoklukla aklın sınırları içinden kopmaksızın tartmakta, değerlendirmekte, kıyamet imgesini buyurgan ve yayılmacı yetke özlemine, ya da doğal dengenin bozulmasına yol açan haris ve vurdumduymaz (“benden sonra tufan”, görece olarak yeni bir deyim değil midir?) bir zengin olma taşkınlığına bağlamaktadır — güdülere, bilinçaltına, irrasyonellik gizilgücüne pek pay bırakmayan bir bakışaçısıyla karşıkarşıya olduğumuzu, duraksamadan söyleyebiliriz sanıyorum.

Gelgelelim, yeryüzünü kaplayan milyonlarca insan için genelgeçer bir durum sayamayız bunu. Korkuları, umutları, karabasanları, beklentileri ile ortalama insan’ın, kolektif düş deposundan hâlâ beslendiği açıktır: 2000 yılının bireyi için evren tasarımı, edindiği bilgilerin ötesinde, bir giz topu olmayı sürdürüyor. Hayat’ın ve Ölüm’ün koordinatlarında uzunboylu bir değişiklik yok gerçekte, Mimar’ın ve Kul’un rol dağılımında da. Yanıt gereksinmesi ağır bastığı sürece, yazgı düğümünün çözümü için bilginin adım atmasını beklemeyecek kimse: Gökteyse gökte, faldaysa falda, yakarıdaysa yakarıda kutuplara yüz sürülecek.

Le Goff, “Araf” kavramının, burayla ötesi arasındaki köprünün geniş ölçüde Kıyamet metinlerinde tohumunu bulduğunu, oradan serpildiğini gözler önüne seriyor. Yaklaşık beş bin yıllık bir zaman dilimi içinde Cehennem, Ölüm, Ölümsüzlük arayışı, Tufan, Kıyamet gibi ana imgelerin geçişin mantıklarına, ortak ikonografik alanlarına dikkatle bakmak gerekir. Baltrusaitis’in Ortaçağın görsel haznesini incelediği çalışmalarında rastladığımız onca kesişme, Panofsky’nin anıtlaştırılan ölüm’ün figürlerini sökerken yanyana dizdiği ipuçları, ortak Belleğin oylumunu gösteriyor.
“Binyılın Bekleyişinde” başlıklı bir denemesinde, Pierce’in bir saptamasından hızını alarak, her Kıyamet yorumunun gerçekte bir ‘ilk metnin okuması’, yorumlaması anlamını taşıdığını ileri sürüyor, kaynak metnin her okumayla doldurulduğuna işaret ediyordu Umberto Eco. İlkçağın anonim minyatür ustalarından Dürer’e ve Bosch’a, oradan asrî zamanların ressamlarına geçerken, Kıyamet imgesinin her sanatçıda bulduğu karşılığı bu hizaya oturtmak gerekir.
Hem nedir ki, Kıyamet’in özü?
Ateş, Su, onları yaratan Hava değil midir?

Enis Batur
Yeryüzü Cehennem

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz