-I- Toplulukların dinamiğinde sıkça rastladığımız “akıldışı”, “histeri”, “kutsal” ve “saçma”yı açıklayabilecek başka bir araca duyulan gereksimin bizi “bilinçdışı”na ve psikanalize yöneltir. Psikanalizin kurucusu ve kuramın cömert kaynağı Sigmund Freud bireyi odak alan incelemelerini yaparken, bir taraftan da dikkatini “Totem ve Tabu”dan başlayarak, insan topluluklarının psişik varoluşuna yöneltmiştir.
Freud’un insan çözümlemesi, tarih sahnesinde, kültür-dil koşutluğunda ve sanat-mitoloji ekseninde ortaya çıkar. Bu çözümlemenin odağında insanın ilişkiler ağı yeralır. Bu ilişkiler ağı, İngiliz psikanalist Winnicott’ın “geçiş alanı” adını verdiği, iç ve dış dünyaların ortak bir olguda toplanması şeklinde kendini gösterir. Bu yüzden Freud 1921 yılında yayınlanan “Kitlelerin Psikolojisi ile Benliğin Analizi” makalesinde, iç ve dış gerçekliği birbirine “yansıtan” ilişkiler ağı perspektifinden bakarak, bireyin psikolojisinin doğrudan ve aynı zamanda bir sosyal psikoloji olduğunu ileri sürer. Her birey kendi mikro varoluşunda, topluluğun makro varoluşunu barındırır. Bu topluluk, tabi ki öncelikle bireyin bireyliğinin temelinin atıldığı ilk grup olan ailedir. Bu ilk topluluk, iç içe çemberler halinde önceki aileleri (kuşak-aşkın yükleri), kültürü, tarihi ve dili içermektedir.
Freud’a göre, bireyin çözümlemesi tüm bu yüklerin iç dünyada “imago” olarak yaşayan çökeltilerini hesaba katmadan yapılamaz. Bu tezin simetrisi ise başka bir tez olarak belirir. Topluluğun çözümlemesi de birey için kullanılan psikanalitik araçlar yardımı ile yapılabilir. Son elli-atmış yılın Avrupa ve özellikle Fransa odaklı toplumbilim çalışmalarının vazgeçilmez şekilde psikanalitik perspektiflere başvurması, bu ikinci tezin geçerliliğini destekler görünmektedir.
Ancak, sosyal bilimlerin psikanalize gösterdiği bu yoğun ilgiye karşılık, psikanaliz sadece bireyi sağaltmayı amaçlayan bir “meslek” (zanaat ?), bir “sektör” haline geldikçe, Freud’un çalışmalarının son dönemine damga vuran bu tür bir yönelim ihmal edilmiştir. Psikanaliz, insan topluluklarını, örgütlü davranışı, üretim-tüketim ilişkilerini, toplumsal düzen, kaos ve çatışmaları araştırma, çözümleme (ve müdahale etme ?) olgusunu, Anglosakson anlayışın başını çektiği klasik psikoloji uygulamalarına (örneğin Amerikan Sosyal Psikolojisi’ne) bırakarak, özellikle okyanusun öte yakasında var olagelen şekli ile her gün biraz daha medikalleşen bir bireysel psikolojiyi sağaltım yöntemi ve disiplinine dönüşmüştür. Psikanalizin sanat ve felsefeyle süren ilişkisi ise, toplumsal uygulamalardan uzak, marjinal bir köşe olarak kalmıştır.
Bu ihmal ediş tarihi tabii ki kendi içinde istisnalar da barındırır. İthaki Yayınevi’nin “Psikanaliz Gündemi” dizisinin ilk kitabı olarak yayınlanan “bensizbiz” adlı derleme böyle istisnalara dikkat çekiyor. Psikanalist Bella Habip tarafından yayına hazırlanan derlemede Anzieu, Bion, Kernberg, Bleger, Guignard, Ribas, Amati-Sas, Roussillon gibi önde gelen analistlerin “topluluk zihniyetlerinin psikanalizi” ile ilgili makaleleri yeralıyor.
Derlemeyi düzenleyen ve yayına hazırlayan Bella Habip Türkiye’nin ilk psikanalistlerindendir. Uluslararası Psikanaliz Cemiyeti’nin üyesi olan Habip, Stella Ovadya, Talat Parman, Nesim Bitran, Tevfika İkiz ile birlikte “Istanbul Psikanaliz Grubu”nu kurup, psikanalizin ülkemizde bir kurum çatısı altında ve geleneğin devamı olarak yerleşmesi ve gelişmesi doğrultusunda büyük hizmetler vermiştir. Istanbul’da özel olarak çalışan Habip, psikanalitik bilginin kuramsal ve pratik aktarımı yönünde seminerler ve süpervizyon çalışmaları yürütmektedir.
Öyle sanıyorum ki, Habip’i böyle bir seçki düzenlemeye ve bu seçkiyi “psikanaliz gündemi”nin ilk kitabı yapmaya iten pek çok neden vardır ancak belki en önde geleninin her gün karşılaştığı toplumsal dinamiklerin baş döndüren fren boşalmışlığına, donanımını aldığı öğretinin perspektifinden baktığı zaman yaşadığı ikircikli durum olduğuna inanıyorum. “İkircikli” diyorum çünkü her gün karşılaştığı olguların “psikanalitik okuma” iştahını kabartan ve psikanalitik kıvraklığı bileyen özellikleri ile birlikte, içinde yaşayanı bunaltan, umutsuzluğa sürükleyen tarafları olduğu da muhakkaktır.
Bu olağanüstü zengin seçkinin içinde vurgulanan pek çok kavram var ancak ben makaleler boyunca en öne çıkan kavramlar olarak “hipnoz” ve “aktarım”ı gördüm. Özellikle içinde yaşadığımız toplumun kültürel, tarihi ve siyasi bağlamı, zihniyetimizin çözümlemesini yaparken bu kavramları iyi anlamamızı gerektiriyor.
Sigmund Freud, kariyerinin ilk yıllarında Charcot’dan etkilenerek kullanmaya başladığı hipnoz tekniği yardımı ile bilinçdışındaki travmatik anıları bilince çıkartıyor ve histerik hastaların yakınmalarını kısa sürede gideriyordu. Ancak yakın çalışma arkadaşı olan ve hipnoz tekniğini yoğun bir şekilde kullanan Breuer’in bir vak’ası olan Anna O.’nun bu hipnotik terapide yaşadıkları (ve doktoruna yaşattıkları) Freud’un hipnoza bakışını değiştirdi. Freud hipnoza eskisi kadar güvenmiyordu. Etkisi geçici bir süre içindi; Freud’un peşinde olduğu saygınlık rütbesine ulaşmasını engelleyecek kadar fantastikti ve onun insanı anlamayı amaçlayan büyük kuramsal yürüyüşü için fazla pratik ve de bu sebeple kısıtlayıcıydı. Ama tüm bunlardan daha önemlisi, hipnotik terapide hasta çok passif ve bağımlı bir duruma girip, doktoruna yoğun duygularla yöneliyordu. Anna O. sık sık belirti üretmeye başlamıştı. Bu belirtilerin arkasında Breuer’e duyduğu yoğun erotik duygular yeralıyordu. Başlangıçta Freud, “aktarım” (transference) adını verdiği bu duyguların sağaltım sürecini engellediğini ve bozduğunu düşündü. Ancak hipnozdan uzaklaştıkça aktarım olgusunun içerdiği zorlukların kendi içinde farklı bir sağaltım umudu taşıdığını farketti. Tasavvuf’umuzdaki “derman arardım derdime / derdim bana derman imiş” anlayışına uygun bir şekilde, adı “aktarım” olan bu olguyu sağaltım sürecinin müttefiği ilan etti.
Freud bu yeni anlayışın yarattığı kuramsal farklılaşmaya paralel olarak, bugün “psikanaliz” adı verilen teknik uygulamanın temellerini de attı. Süreç içinde, sağaltımın süresinin -hipnotik terapiye göre- oldukça uzaması, hastanın divana uzanarak “serbest çağrışım” halinde konuşması, “yorum”un ana terapötik müdahale olarak kullanıma girmesi gibi değişimler ortaya çıktı. Bu teknik değişimlerin göbeğinde gene aktarım olgusu vardı. Freud psikanalitik uygulamanın imkan tanıdığı analist-hasta konumunda, hastanın aktarımsal duygularının, hipnoz uygulamaları ile karşılaştırıldığında, üzerinde çalışılmaya çok daha uygun şekillendiğini düşünüyordu. Bu, hastanın da kendi duyguları üzerine analistiyle beraber yorumsal çalışabileceği daha kontrollu bir “regresyon”du. Hasta artık hipnozda olduğu gibi sağaltımın passif nesnesi değil, nesnelik ve öznelik arasında salınan bir sürecin aktörüydü.
Bu derece önemli olan aktarım kavramı ile kastedilen tam olarak nedir ? Freud’a göre, analitik sürecin belli bir noktasında iyice görünür hale gelir ki, hasta psikanalistine çocukluğunda (ve dolayısıyla bastırılmış ve unutulmuş oldukları yerde, bilinçdışında) yaşadığı arzuları, bu arzuların yarattığı çatışmaları, gelişimde doyurulması eksik kalan çetrefilli gereksinimleri aktarır. Onu, yaşamındaki önemli figürlerle (anne, baba, kardeşler, vb) yaşadıklarının bir versiyonu ile algılar. Bu algılama aşklar, nefretler, kaygılar yaratır. Bir başka deyişle, bu süreçte, “geçmiş” kapalı durduğu Pandora Kutusu’ndan çıkıp, “güncel”i yani analitik ilişkiye yansımaya başlar. Bu noktaya gelindiği zaman, analitik odada analistin önünde canlanan ve canlandırılan bu “geçmiş” en zengin bilgi kaynağı ve en elverişli müdahale (yorum) alanıdır.
Freud’a göre analitik odanın dışında, toplumsal yaşamın her alanında aktarımsal olgular görürüz. Aşklar, nefretler, kıskançlıklar ve diğer şiddetli duyguların olduğu pek çok yerde aktarıma rastlanabilir. Aşıkların birbirlerine, öğrencilerin öğretmenlerine, askerlerin komutanlarına atfettikleri duygular çoğu zaman değişik aktarım versiyonlarıdır. Aşığın ağzından dökülen “onu ilk gördüğüm anda yıllardır aradığımın o olduğunu anladım” cümlesi bu bağlamda çok manidardır. Freud’a göre bu aktarımlar, aktarımı yaşayan kişi üzerinde hipnozdakine benzer yoğun “telkin” etkisi yaratırlar. Aşkın ve nefretin gözünün körlüğü bu yüzdendir. Bu telkin, özneyi yoğun illüzyonlarla dolu bir ortama sürükler. Bu aktarımsal olguları, analiz odasında yaratılan aktarımdan ayıran şey, onların analitik bir çerçeve içinde izlenememesi ve yorumlanıp, bilinçdışından bilince kazandırılamamasıdır. Bu aktarımların üstüne analiz odasında olduğu gibi içgörünün ışığı düşmez.
-II-
Birinci dünya savaşının ardından, bu savaşın o güne dek görülmedik yaygınlığı ve vahşetinin dünya aydınlarını dehşete düşürdüğü günlerde Uluslararası Entellektüel İşbirliği Enstitüsü adındaki bir kuruluş, önde gelen düşünce adamları arasında bir iletişim kurup, başta savaş olmak üzere, yeryüzünün çeşitli sorunları karşısında entellektüel tavır alma amacını güder. Savaş bitmiştir ancak ikincisinin tehlike çanları çalmaktadır. Özellikle Orta Avrupa’daki gelişmeler ilerideki felaketlerin habercisidirler. Enstitünün iletişime geçtiği kişilerden biri olan Einstein, Freud’u da önerir. Enstitü başkanlığınca kendisine verilen görevle Einstein, 1932 yılında Freud’a bir mektup yazar ve insan ruhunun uzmanı olan üstaddan insanların savaşa ve vahşete olan eğilimlerinin nasıl önlenebileceğini sorar. Einstein pratik bazı çözüm önerileri beklemektedir. “…eğitim yöntemleri önerebileceğinize inanıyorum” diye yazar * .
Freud yanıtını yaklaşık bir ay sonra Einstein’a yollar. Mektup boyunca, Einstein’ın beklentilerine onun talep ettiği şekilde karşılık veremeyeceğini vurgulamaktadır. Bu mektup dikkatle incelendiği zaman görülür ki, Freud bu metinde, alışıldık yazım tarzı ve ruhsal rahatlığından uzaktır. Sıkıntılıdır, ikircikli ve kararsızdır. Kendisini böyle bir pratik öneri beklentisi ile sıkıştırılmış hissetmektedir ve Einstein’e “…beni hazırlıksız yakaladınız” diye yazar. Mektubunun son cümlesi şu şekildedir: “Söylediklerimin sizi hayal kırıklığına uğratması halinde beni bağışlayacağınızı umuyor, saygılar sunuyorum”.
Freud’un yanıtının içeriği nedir ? Freud insanın doğasındaki saldırganlık içgüdüsü ile toplumsal düzen arasındaki bağlantıyı irdeleyerek, toplumsal yaşamın düzenlenmesinde saldırganlığın kaçınılmaz olduğu sonucuna varır. Ona göre, hukuğun ve kanunun kökensel kuruluşlarında, saldırganlığı ile galip gelenin mağlup olanlar üzerindeki hakimiyetini kalıcı bir düzen haline getirmesi olgusu yatar. “Dolayısıyla bugün için, fiili gücün yerine fikirlerin gücünü koyma girişimi başarısızlığa mahkum gibi görünüyor. Kanunun başlangıçta kaba şiddet olduğu, hatta bugün bile şiddetin desteği olmaksızın yapamayacağı gerçeğini göz ardı etmemiz büyük bir hata olacaktır”.
Freud bu sonuca vardığı ilk bölümden sonra, insanın iç dünyasında içgüdülerin oynadığı role geçer ve kuramındaki güdülenme önermelerini Einstein’a kısaca özetlemeye çalışır. Freud’a göre, Einstein’ın fizik alanından aşina olduğu “çekme” ve “itme” kuvvetlerinin varlığı ve bunların kutupsallığı, aynı zamanda insan ruhunun temelindeki içgüdüsel gerçekliktir. Bu içgüdülerden ilki, korumayı ve birleştirmeyi hedefleyen erotik kuvvetlerdir. İkincisi ile ilgili Freud şunları yazar: “İnsanlar savaşa yöneltmenin bu kadar kolay olması karşısında duyduğunuz şaşkınlığı dile getiriyor ve içlerinde savaş çığırtkanlarının çabalarını kolaylaştıran bir şeyler-bir nefret ve yıkım içgüdüsü- olduğundan kuşkulandığınızı ekliyorsunuz. Burada da size tamamen katıldığımı belirtmekle yetinebilirim. Bu tür bir içgüdünün varlığına inanıyor, aslında son birkaç yıldır bunun dışavurumları üzerinde çalışıyoruz”. Freud’a göre, insan ruhunda yıkımı, öldürmeyi hedefleyen ve saldırganlık veya yıkım içgüdüsü adı altında toplanabilecek olan kuvvetler de mevcuttur. Aslında bunlar özünde bünyenin kendisine yöneliktir. Bunlar canlı bünyeyi özgün cansız maddeye dönüştürmeyi hedeflerler. “Dolayısıyla erotik içgüdüler yaşama çabasına karşılık gelirken, yukarıda sözü edilen şey ölüm içgüdüsü olarak adlandırılmayı hak eder”. Ölüm içgüdüsü özel bir etkinlik yardımı ile dışarıya çevrilir. Böylece bünyenin kendisini ortadan kaldırması engellenir. Kendini ortadan kaldırma içgüdüsü ötekilere yönelik bir saldırganlığa dönüşür. Yani insan kendisini öldürmemek için ötekileri öldürür.
Bu ikili içgüdü sisteminin bir başka önemli özelliği, insanın yaşamındaki hemen her edimin, her iki kuvvetin değişik oranlardaki bir karışımı olmasıdır. Örneğin öldürme edimi sadece ölüm içgüdüsü etkinliği değildir; içinde belli miktarda yaşam içgüdüsü de vardır. Aynı şekilde, sevişme de sadece yaşam içgüdüsü ile ortaya çıkmaz, içinde her zaman ölüm içgüdüsü payı da vardır. Bu tür birleşmeler veya Freud’un tabiri ile kaynaşmalar, her bir içgüdü türünü birbirinden ayırt etmeyi ve dolayısıyla yalıtılmış bir şekilde algılamayı zorlaştırmaktadır.
Freud, sözü edilen ikinci bölümde özetle Einstein’a saldırganlığın her koşulda ve her şekilde “tu kaka” olmadığını söylemeye çalışmaktadır. Bu yazdıklarının Einstein üzerindeki olası rahatsız edici etkileri hesaba katar gibidir ve bu sebeple mektubunun son bölümünde, kendisinin de savaş ve şiddet karşısında duyduğu rahatsızlığı dile getirir ve insanlığın bu koşulları aşması gerektiğini ifade eder. Bunun yolu ona göre şöyledir: “Eğer savaş yıkım içgüdüsünün sonucuysa, en açık yöntem bunun karşısına karşıtı Eros’u koymak olacaktır”.
Freud, çok açık hale getirmediği bu saptamasından sonra, toplumun lider olmaya aday üst tabakalarına daha özenli bir eğitim verilmesini önerir. Bu eğitimle, bağımsız ruhlu ve gerçeği aramaya istekli liderler yetiştirilmelidir. Ancak ona göre, bu öneri ütopyacı bir beklentidir. “Göle su gelene kadar kurbağanın canı çıkabilir”.
Freud daha sonra iki olguya parmak basar. Birincisinde, savaşa ve yıkıma karşı olmamızın organik nedenleri olduğuna dikkat çeker. Savaş insan ırkının ortadan kalkmasına yol açabilir ve cinsel işleyişi birçok yoldan zedelemektedir. İnsan ırkının evrimsel çabası savaşı aşmak zorundadır. İkincisinde ise, oldukça diyalektik bir yola sapar ve insanın kültür yaratma sürecine vurgu yapar. Madde’den Tin’e yolculuk ilerledikçe, içgüdüsel amaçlar sürekli olarak yer değiştirmekte ve içgüdüsel dürtüler kısıtlanmaktadır. Bu olgu “…içgüdüsel yaşamı yönetmeye başlayan aklın güçlenmesi ve sonuçtaki onca avantajıyla ve tehlikesiyle saldırganlık dürtülerinin içselleştirilmesi”dir (yani, -dışarıya yönelik bir saldırganlık değil, bir yanda, özkıyım tehlikesi barındırsa da- kişinin olgunlaşma sürecine katkıda bulunan bir kendine dönüştür).
Freud mektubunu şu sözlerle bitirir: ” İnsanlığın geri kalanının da barışçıl olması için daha ne kadar beklememiz gerekiyor ? Bilemiyorum Ama bu iki etkenin, yani kültürel tutumun ve gelecekteki bir savaşın sonuçlarına yönelik haklı korkunun, belli bir süre sonra savaşlara bir son verilmesini sağlayabileceğini ummak bir ütopya olmayabilir. Bunun hangi yollardan gerçekleşeceğini tahmin edemeyiz. Ama bir şeyi söyleyebiliriz: uygarlığın gelişimini destekleyen her şey aynı zamanda savaşa karşı da etkinlik gösterir”.
Freud’un yanıtındaki hakim ideoloji onun psikanaliz odasında bireylerle çalışırken rehberi olan düşüncelerden farklı değildir. Einstein’ın adeta bir ricacı gibi yardım istemesi karşısında kendisini inançları dışındaki bir konuma zorlanmış hissetmekte ve Einstein’a karşı bir mahcubiyet duymaktadır. Bu yüzden pratik bazı öneriler yapma konusunda yalpalıyor gibi olsa da, insanlığın olası evrim sonuçlarını işaret ettiği son noktada, o gene bir süreç düşünürüdür. Bireye psikanaliz yaparken, sürecin akışına olanak sağlayan bir ortam yaratmanın her zaman, yönlendirici, destekleyici, eğitici olmanın ötesinde faydalar sağladığını bilen bir düşünür ve uygulayıcı olan Freud, insanlığın savaş ve barışın ortasındaki ateşten sınavının gerçek platformunun da tarihsel süreç olduğunu ima eder.
Bu noktadaki düşünceler bizi Marksist kuram ve pratik arasındaki tartışmalara götürebilir. Farz edelim ki, Einstein Freud’a “insanlar arasındaki maddi eşitsizliği sona erdirmek için ne yapmamız gerekiyor ?” diye sormuş olsun. Freud “tarihin sonunu beklememiz gerekiyor” der gibidir. Einstein “devrim”i sormaktadır. Freud ona “evrim”den bahseder.
Yakın tarihteki savaş sahnelerinin çocuk cesetleri ile dolu görüntülerinin isyanlar yarattığı ruhumuza Freud’un söyledikleri ile teselliler bulmamız zordur. Şüphesiz Freud’un yanıtı Einstein’ın ruhundaki isyanlara da teselli olmamıştır. Peki bireyin iç dünyasının umutsuzluklarına, vahşetine, dehşetine, bir süreç perspektifi yaratarak deva olan, yani pratik çözümü kontrollu bir “evrim/devrim” bileşkesinde bulan bu deha, divanında yatan “insanlık” olduğunda elindeki aracı kullanamamakta mıdır ? Freud’un bu soruya yanıtı (belki soruya itirazı) şüphesiz “insanlık benim ofisimin kapısını çalmadı ki” olacaktır.
Psikanalitik uygulama için ön şart, üzerinde uygulama yapılacak birimin (birey, çift, aile, toplum, insanlık ?) psikanalize müşteri olmasıdır. Bu müşteri olma, psikanaliz uygulamasına bir nevi rıza göstermeyi gerektirmektedir. Birim, toplum, toplumlar, ya da bütün insanlık olduğunda psikanalitik uygulama mümkün müdür ?
Psikanalizin doğumunun üzerinden geçen bir asırlık sürede bu sorunun yanıtına yönelik çeşitli arayışlar olmuştur. Freud’un yanıtındaki temkin ve karamsarlığa karşın, sayıları az da olsa bazı psikanalistler bu geniş birimlere yönelmişlerdir. Bu insanların çalışmalarında, insan topluluklarının sorunlarına psikanalitik yaklaşımlar sadece onlar üzerine analizler yapmak ve fikir yürütmekte kalmamış, müdahale çabaları da oluşmuştur. Bu çabalara yönelik en yakın örnek, Türk psikanalist Vamık Volkan’ın çalışmalarıdır. Onun dünyanın değişik bölgelerindeki politik, etnik, ırksal çatışmalara yönelik psikanalitik müdahaleleri literatürde önemli bir yer tutmaktadır.
-III-
Analiz odasının dışındaki aktarımların en yoğun göründüğü yerler topluluk yaşantılarının dinamikleridir. Topluluğun lideri ile ilişkisi, topluluğu yöneten bilinçdışı imgelerin yarattığı temsili dünya, topluluğun asr-ı saadeti, cenneti ve cehennemi, en büyük düşmanları, ülküleri, idealizasyonları, vs., psikanalizin olanak tanıdığı şekli ile, aktarımsal bir perspektifte ele alındığı zaman diğer sosyal bilimlerin ulaşabildiği noktanın çok ötesinde bir anlayışa ulaşılabilir.
Bu noktada, Bella Habip’in 15 Temmuz 2002 tarihinde yaptığı “İlk Bağ ve Toplumsalın Kökeni” konuşmasına tartışmacı olarak katıldığım zaman dile getirdiklerimden alıntılamak isterim:
“Topluluğun lideri, topluluk üyelerini bir ülküye, bir hedefe, bir ideolojiye, bir tutkuya doğru canlandırır ve/veya baştan çıkarır. Belli bir canlılığa ulaşmış grup süreçlerinin (burada, “canlılık” ile dini, siyasi, ideolojik “enerjik oluşu” kastediyorum) çoğunun temelinde bunu görürüz. Topluluk bir bütün olarak, ama aynı zamanda, onun içinde yer alan bireyler kendi öyküleri ile topluluğun kaderinin kesişme noktalarında liderin işaret ettiğini arzularlar. Liderin işaret ettiği ile lider sıklıkla bir kondansasyona yani yoğunlaşmaya uğrar. Bu tür yoğunlaşma örneklerine pek çok dini, siyasi ve ideolojik oluşumda rastlarız. “İdeolojimizin hedefi (veya içeriği), liderimizin kişiliğinde somutlaşmıştır” ifadesi herhalde çoğumuza tanıdık gelmektedir. Böyle bir yönelimin doğası aktarımdır. Topluluk üyeleri oldukça karmaşık versiyonlara bürünebilen şekillerde, narsissistik ve libidinal yatırımlarla liderlerine bağlanırlar.
(.)
Bu topluluk ruhu, bir başka ifade ile, topluluğu birarada tutan bu telkin ve illüzyon ortamı, insanoğlunun yağız toprak ve mavi gök arasındaki belirsiz varoluşunda bir mitoloji yaratır ve ona belli bir öykü verir. İnsanlık tarihinin bebekliği sayabileceğimiz dönemlerde bu tip aktarımların yoğun bir şekilde varolması boşuna değildir. Bu aktarımlar medeniyetin kuruluşu için bir araçtır.
İnsanın doğası ve bu doğanın içerdiği dürtüler her zaman onu bu aktarımın içindeki devinimlere doğru iter. Bu aktarım sabit bir durumda kalamaz. Tatmin yaşantısı süreklilik arz edemez. Bir zaman sonra, topluluk ruhu hipnozun dışına doğru taşmaya başlar. Bazı durumlarda, başlangıçta grubu baştan çıkaran ve ona canlılık veren araç amaçlaşır ve bu hipnoz bir evrime uğrayamaz, çözülemez ve topluluğu “zamansız” bir birincil süreç fanusuna kilitler görüntüsü verebilir. Böyle durumlarda, lider ve onunla özdeşleştirilen ideoloji, inanç veya siyaset idealize edilir. Topluluğun dürtüler kaynaklı doğal çözülme türevleri ise topluluk dışına yansıtılır. Lider ve onunla özdeşleştirilen ideoloji temiz ve pak kalır; üzerine şüphe bulutlarının gölgeleri düşmez. Böyle durumlarda, dışarıda “kötü ötekiler” bulunur. Gitgide kapanan topluluk, “ötekiler”i paranoid bir şekilde gözetlemeye başlar.
(.)
Aktarımın kaderi onu hep yukarılardan aşağılara doğru iter, ancak bu onun her zaman aşağılara ineceği anlamına gelmez. İdealizasyonlar içlerindeki de-idealizasyon kaşıntıları ile süper-idealizasyonlara dönüşebilirler ve yukarılara, daha yukarılara kanat çırpabilirler. Analiz veya terapi odalarındaki aktarım süreçlerinde bu “aşağı-yukarı” dinamiği üzerine çalışan bir bilinç ve onun organları olan yorumlar vardır (veya umud ederiz ki vardır). Bu bilinç, olgunlaşmanın, büyümenin, telkin duvarları dışına çıkmanın anahtarıdır. Peki topluluğun aktarım süreçlerinde topluluğun hipnozu aşmasını sağlayacak kimdir, nedir? Bu işlev gene lider/ülkü yoğunlaşmasından mı beklenecektir? Yoksa, bu güç topluluğun kendi içindeki doğal dönüşüm süreçlerinin önünü açan bir şeffaflık, demokratikleşme ve düşünce toplumu olma mıdır? Burada topluluğun bağışıklık sistemi alerjik bir tepki oluşturabilir (alerjik reaksiyon metaforu paradoksal bir duruma işaret eder. Bünyeyi hastalıklara karşı koruyan bu olgu, bazen başlı başına bir hastalığa, hatta ölüme sebebiyet verir). Topluluk, tüm bu grup-içi bilinç yükselmesini bir dağılma tehdidi olarak yaşayabilir ve hainleri lanetliler bahçesindeki “ötekiler”in yanına püskürtebilir. Böyle bir durumda, belli bir süre için rahat edilir, düşmanlar lanetlenir, lidere ve ülküye tekrar sadakat yeminleri edilir. Bir sonraki krize kadar. Ancak endişeye gerek yoktur çünkü dünyada “hain”den bol şey bulunmaz.
Yavuz Erten
Ben’den Biz’e ve Siz’e: “bensizbiz”
Topluluk Zihniyeti Üzerine Düşünmeye Psikanalitik Bir Davet
_________________
* Uygarlık, Din ve Toplum. Çev. Selçuk Budak.Öteki Freud Dizisi (1997).
* bensizbiz. Topluluk Zihniyetinin Psikanalizi. Ihtaki Yayınevi, 2002.
“savasma icgüdüsü” emperyalist usaklarin uydurmasidir! Böyle bir icgüdü yoktur, hayvanda bile!