Kimliğini Yitiren Kent
Eskiden İstanbul kapılarında, fizyonomist’ler varmış. Bunlar gelenin suratına bakıp, ne biçim adam olduğunu kestirirlermiş. Düzgün görünüşlü birinin suç işlemeye yatkın olduğunu anlar sokmazlar, kimisini de: «eblehtir ama ‘zararı dokunmaz» diye koyverirlermiş.
Sokulmayacak olanların raporu yazılır, sonu: «ve fakat» sözleriyle bitermiş, «ve fakat» hükmünü yiyene, İstanbul hayal olurmuş.
Balkanlardan zembilini sırtına alan pehlivan, İstanbul’a giremezmiş. Edirne’de bir kahve varmış, orada mola verilirmiş. Kahveci, İstanbul’a gitmek isteyen pehlivana: «giy kispetini!» dermiş, onunla güreş tutarmış. Âdet böyle! Federasyon falan değil, kahveci bu… Pehlivanı beğenmezse, mürur tezkeresi verip İstanbul’a göndermezmiş. Karaorman’dan gelen adam, geri dönermiş…
Kanuni Sultan Süleyman 35 kilometre öteye atla gidip su keşfetmiş, soruyor: «Ey Sinan, bu suyu hendese ile İstanbul’a getirtmek mümkün müdür?»
Mimar Sinan arzediyor: «Mümkündür ama, yol boyu dört sıra kese akçe dizilse, o kadar masraf olur.» Bu sırada Hırvat Rüstem Paşa itiraz ediyor:
«O zaman İstanbul’da su bollaşır, yaşamak kolaylaşır, herkes buraya akın eder. Sonuçta hayat pahalılaşır. Bu suyun getirilmesi caiz değildir.»
Son günlerde İstanbul’un çeşitli yerlerini gezerken, özellikle Aksaray civarında dolaştım.
Aksaray’da üç seviyeli trafik yollan yapılmıştı. Buna da karşın mahşer kalabalığı her yerde hareket halindeydi. Açılmış koca bulvarlar, taşıt ve insan hareketine düzen getirmemişti.
Aksine, yoğun taşıt ve insan kalabalığı yığmıştı. Hırvat Rüstem Paşa’nın o zaman gördüğünü, biz yüzyıllar sonra görmemiştik.
Gerçeği gizlemeye çalışmanın âlemi yok… Artık çekinmeden, utanmadan apaçık söylemeliyiz:
«İstanbul, kimliğini yitiren şehir» olmuştur.
İstanbul’u, imar ede ede, İstanbul olmaktan çıkardık.
Beyoğlu neredeyse Karadeniz’le birleşecek. Kadıköy oldu küçük Manhattan… Şehir batıda Küçükçekmece’yi atladı, Büyükçekmece’ye el uzattı. Eski İstanbul yarımadasını ise, kubbelerle minareler olmasa, kim tanıyabilir?
Oysa 50 yıl önce Yeşilköy istasyonunda avcılar, tüfekleriyle – köpekleriyle trenden inerlerdi. İstasyonun hemen kuzeyindeki kırlara dalar, yüz metre sonra ateş etmeye başlarlardı.
Eski İstanbul bir imparatorluk senteziydi. Yeni İstanbul bir Anadolu kasabaları ve mahalleleri çeşitlemesi…
1984 yılında Kuzey Amerika’da yaptığım iki aylık bir gezide, New York’u da gezmiştim. 15 kilometre boyunda dümdüz caddelerin ve birbirinin dibinde yükselen yüzlerce gökdelenin insanları aşağılayan yabansı ölçülerinden, fena halde sıkıntı duymuştum.
O zaman İstanbul’a dönüşümde katıldığım bir şehircilik seminerinde, bütün kötü gelişmelere karşın, İstanbul’da, hâlâ kurtarılacak çok şey kaldığını, bizim İstanbul’u henüz yeterince berbat etmediğimizi söylemiştim. Sebebini de açıklamıştım: «Paramız çıkışmadı da ondan…»
Amfiyi dolduran dinleyicilerin bu sözleri şiddetle alkışlaması, çok paramız olsaydı bizim İstanbul’u, New York’ dan da beter edeceğimiz konusunda, benim gibi düşündüklerini gösteriyordu.
Doğduğum, 70 yıldır yaşadığım bu şehrin bana yabancı gelmesinden azap duyuyorum. Bir kentin sorunlarına, yalnız duygularla yaklaşılamayacağını biliyorum. Ama insanlar, sadece bir kent makinasının çarkları değilse, bütün pratik sorunlar çözülmüş olsa bile, onları duygularından ve sevgilerinden koparmaya çalışmak, vicdanlı bir niyetlenme olamaz.
Aydın Boysan
İstanbul Esintileri