Cenazede, kürsüye çıktığımda, baktım, en az yirmi bin kişi gelmiş. Birdenbire dedim ki, “Sizden öğrensinler edebiyatçıya saygıyı… Türkler öğrensin. Biz zulümle büyüdük. Devlet tarafından zulümle büyütüldük. Şu kalabalığınıza bakın: Edebiyat bir değerdir, sanat büyük bir değerdir, kültür değeridir. Sahip çıkmak lazım. Siz sahip çıktınız. Ben de size teşekkür etmek için buraya geldim.
Mehmed Uzunla ilk ne zaman tanıştık, tam hatırlamıyorum. Ama burada İstanbulda bizim eve gelmişti. Görüşmeden önce bir-iki kitabını okumuştum. Ama bir gün, bana henüz basılmamış yeni bir kitabını getirdi. Küçük bir kitaptı, çok güzeldi. Abdale Zeyniki… Türkçe olarak yazmıştı.
Mehmed Uzundan önce bizim Çukurovada olsun, Vanda, İstanbulda olsun Kürtçe roman ya da hikaye yazan olduğunu sanmıyorum. Nasıl yazsın ki? Yasaktı Kürtçe. Ağır baskı vardı Kürtçenin üzerinde. Şiir yazan vardı tabii Kürtçe. Ama yayımlanamazdı onlar. Öyle ağızdan ağıza dolaşırdı ya da gizlice kayda geçerdi.
Kimileri bana “Neden Kürtçe yazmıyorsun?” diye adeta yakınır. Nasıl yazayım ki? Yazsam da yayımlanamazdı ki o zaman. Üstelik benim Kürtçem köylü Kürtçesi. Kürtçede bir de aydın Kürtçesi vardır. İstanbul Türkçesiyle Adana Türkçesi gibi yani…
Mehmedle ilk karşılaşmamızda bana işte o kitabının yayımlanmamış halini getirmişti. Okumamı istiyordu. Bir günde okudum, çok beğendim. Ertesi gün yine buluştuk. “Abi bu kitaba bir önsöz yazar mısın?” dedi. “Yazarım” dedim. Okuduğumda çok şaşırmıştım. Çok yetkin bir yazıydı. Bir kere, bir savaşı anlatıyordu. Savaşın içinde geçen bir aşkı anlatıyordu. Mehmed cin gibiydi, biraz bir hergele yanı da vardı. Müthiş bir kitaptı. Dehşet bir yazı… “Büyük kapıdan geçeceklerden” biriydi Mehmed. Bu, çok kullanılmış bir sözdür: Büyük kapıdan geçmek. Sadece büyük yazarlar, sözgelimi Tolstoy, sözgelimi Proust, büyük kapıdan geçerler… Bu kitapta Mehmed, Vanlı bir adamın savaştaki hayatını anlatıyordu. Adam aşık oluyor ama işin kötüsü kadına da ulaşamıyor. Çok güzel bir hikaye ve çok güzel yazılmış bir hikaye idi. Ustaca yazılmış. Kurgu tabii geleneksel edebiyatın kurgusu ama yazı yani edebiyat Mehmedin. Şaşırmıştım ben ilk okuduğumda. Abdale Zeynikinin Kürtçesini okumaya çalıştım, pek bir şey anlamadım. Çünkü benim Kürtçem beylerin Kürtçesiyle anlaşamıyor. Üstelik Kürtçe okuryazarlığım da zayıf. Şiirleri okuyorum anlamıyorum. Mehmede dedim ki, “Sen oku”. Okudu, o zaman anlamaya başladım, hatta tercüme etmeye bile başlamıştım. E tabii Mehmed de çok iyi okuyordu. Hatta sonraları demişti ki bana, “Yaşar abi sen o şiirleri ben okurken çevirmiştin ya, keşke teyp olsaydı o sırada yanımızda da, onları kaydetseydik…”
Mehmed ne zaman İstanbula gelse önce bana uğrardı. Havaalanında inip gelir, o zaman Basınköyde oturuyordum, uzun uzun konuşmaya, sohbete başlardık. Sık görüşürdük. İstanbulda değilse de telefonla mutlaka arardı. Oturduğumuzda neredeyse bir tek konu konuşurduk: Edebiyat. Hatırlıyorum bir tek sefer başka bir konuyu açtı: Para biriktirmiş, bir aylık paralı askerlik yapacak. Ama yurtdışındaki birtakım adamlar “Bir Kürt, Türk ordusunda askerlik yapar mı?” demişler. Onu danışmaya gelmişti. “Bak Mehmed, askerliği yapmadan Türkiyeye bir daha gelemezsin” dedim. “Çünkü bir romancının evvela bir memleketi olur. Senin bir memleketin var ki, işte böyle romanlar yazabiliyorsun.” O zaman ikinci romanını da yazmıştı. Memleketi olmayan adamın romanı edebiyatı zorlamaz. Özellikle romancının mutlaka bir toprağı olmalı. Sadece romanda değil her sanat dalında çalışan her sanatçı için bir memleket lazım. Çünkü o toprağın kültürüyle büyüyor insan, o toprağın kültürüyle yoğruluyor sanatçı. Toprağından kopuk olursa romancı, yazamaz.
Mehmede dedim ki, “Askerlik yapmazsan bir daha gelemezsin buraya. Ne ananı ne babanı görebilirsin. Tanıdıklarınla sevdiklerinle görüşemezsin.” Çünkü bir romancıyı genişleten o toprağın şiiridir, destanıdır, insanıdır, kültürüdür. Bu nedenle Mehmed gelmeseydi belki de üçüncü romandan sonra kesilir, öyle açıkta kalabilirdi. İkna oldu neyse…
Gerçi Mehmed uzun yıllar yurtdışında yaşadı. Hapishaneden çıkmıştı ama İsveçte Kürtlerin arasında, Kürtçenin içinde yaşadı. Bir amcası vardı, amcasının kızıyla evlendi. Evlerinde hep Kürtçe konuşulurdu. Dil yaşıyordu.
Sağ olsunlar hep çağırırlar ama ben Diyarbakıra son zamanlarda pek gidememiştim. En son herhalde Cumhuriyette röportaj yaparken gitmişimdir. Bu son iki yıl içinde iki kez gittim Diyarbakıra. İkisi de Mehmed için. Bir kere hastanede ziyaret için gittim. İkincisi de maalesef cenaze töreni için…
Mehmed açısından Diyarbakırın anlamı çok büyük, çok yoğun. Bir kere o şehrin hapishanesinde yatmış olmak yeter. Mehmed hapishaneden pek söz etmezdi ama hapishanedeki dengbejleri anlatırdı. Çünkü dengbejlerle ilk ciddi ve uzun teması hapishanede olmuş. Ben de dengbej kültürüne küçük yaştan beri çok meraklıyım. Çukurovada dengbejlerin çalışmalarını toplamıştım, onları kaydetmiştim. Mehmed çok etkilenmiş bu dengbejlerden. Benim kitaplarımla ilgili olarak konuştuğumuzda da bana “Yaşar abi senin romanlarında bizim dengbejlerin izini görüyorum” demişti bir keresinde. Destanlar da önemli tabii… Tenekeyi okuduğunda da çok heyecanlanmıştı. Mehmedin Tenekenin La Scala’daki galasına gelebilmesini çok isterdim. Çünkü Mehmed benim kitap ya da romanlarımla ilgili bu tür faaliyetler olduğunda çok seviniyordu. Beni neredeyse himaye eder bir tutum içindeydi. Bana sanki küçük bir çocukmuşum gibi davranırdı. Sevecen, cana yakın… “Yaşar abi senin için gittim o adama da şunu da dedim” diye sevinerek anlatırdı.
Mehmed yapı ve ruh olarak da hep olumlu bir adamdı. Ben mesela onun ağzından kötü bir şey duyduğumu hatırlamıyorum. Herhangi bir şey, herhangi bir kişi hakkında olumsuz konuşmazdı hiç. Çatışmalarda asker ya da o taraftan birileri öldüğü zaman, çok üzülürdü, neredeyse küserdi, o zamanlar kimilerinin adını bile almazdı ağzına.
Hastane ziyaretinde olsun, cenazede olsun, gördüm ki, Mehmed gerçekten çok sevilen bir yazar. Arkadaşları, çevresi, tüm Diyarbakır çok seviyordu Mehmedi. Onda galiba şeytan tüyü vardı. Çok sevilen bir adamdı.
Mehmedin ardından Kürt edebiyatının gelişim gösterebilmesi için genç Kürt yazarlarının da Mehmed gibi çok okuması, çok kültürlü olması gerektiğine inanıyorum. Mehmed kendi kendini çok iyi yetiştirdi. Hiçbir üniversite bir yazarı bu kadar iyi yetiştiremez bence. İnadına okurdu… İsveççe okurdu, Fransaya giderdi, okuyacak kadar Fransızca öğrendi. İngilizce de bilirdi.
Mehmedin bir de dehası var tabii. Öyle kolay değil Mehmedin yaptıklarını yapmak. Kimse yapamazdı. Çünkü roman bir dil sorunudur. Dil dediğim, konuştuğun dil değil, etrafında konuşulan dil değil, öbür edebiyatlardaki dil değil. Bir roman dili yaratamadıktan sonra doğru dürüst roman yazılamaz. O dili kendin yaratacaksın, yani yazar yaratacak. Bizde mesela bu dil yaratma konusunda belki de tek büyük yazarımız Nazım Hikmettir. Nazım Hikmet Türkçeyi yeniden, bir edebiyat, bir şiir dili olarak yarattı. Puşkin de öyle… Dünyada kim varsa büyük yazar olarak onların her biri bir edebiyat dili yarattıkları için büyük yazar olmuşlardır. Gogol olsun Cervantes olsun hep bir dil yarattıkları için klasik olmuşlardır. Mehmedde de var bu dil yaratımı. Çünkü Mehmedin geldiği yere bakacak olursak, o köyden, o kasabadan kendiliğinden yeni bir dil çıkmaz, çıkamaz. Ne kadar çok dengbej dinlese, ne kadar çok destan okusa da olmaz. Ama Mehmed o dengbejlere varmış, destancıları anlamış, onlardan yararlanabilmesi bilmiş bir yazar olarak önemli. Yurtdışında yaşamış olması Batı kültürüyle tanışmış olması da önemli ama öncelikle iki tür kültür olduğunu hatırlayalım: Bir evrensel kültür vardır, bir de yerel kültür. Yerel kültür olmadan hiçbir şey yapamazsın. Yerel kültürün üzerine yani sağlam zeminin üzerine bir miktar bile olsa evrensel kültür eklemek, yerel kültürü zenginleştiriyor, güçlendiriyor. Batının çok çeşitli sanatları, yazara, kendi roman dilini yaratırken yardımcı oluyor. Bizim Türkiyede bu dil meselesini romancılar çok az biliyor. Bu nedenle de öyle pek evrensel roman yazılamıyor. Ama mesela vakti zamanında bir Sabahattin Ali bu dil yaratımı konusunda başarılı oldu.
Mehmed hem kendi dilini hem de bu evrensel dili, roman dilini kavramış, anlamış bir yazar. Mehmedle bu dil meselesini çok sık konuştuğumuzu hatırlıyorum. O bana “Ben ne öğrendiysem senden öğrendim” derdi ama öğrendiği başka kaynaklar da vardı mutlaka. Ben ona biraz yardımcı oldum tabii, özellikle destanlarda.
Çok cömert bir adamdı Mehmed. Para bakımından söylemiyorum, bilmem o yanını. Ama ruhen çok cömert bir insandı. Para bakımından da öyle olsa gerek.
Ben, 1997 idi galiba, dört ay İsveçte kaldım, o zaman Mehmedi daha yakından tanıyabildim. Bana İsveçte çok yardım etmişti. Aslında ben biraz da Mehmed için gitmiştim İsveçe. Çok iyi bir düzeni vardı. O, benim gibi kalemle yazmazdı, bilgisayarla çalışırdı. Mehmed, İsveçte çok tanınmış bir yazar. O herkesi tanıyor, herkes özellikle de kalburüstü insanların hepsi Mehmedi tanıyordu. Tanık oldum buna ben. Çevresi çok genişti. Cazip bir insandı.
Cenazede, kürsüye çıktığımda, baktım, en az yirmi bin kişi gelmiş. Birdenbire dedim ki, “Sizden öğrensinler edebiyatçıya saygıyı… Türkler öğrensin. Biz zulümle büyüdük. Devlet tarafından zulümle büyütüldük. Şu kalabalığınıza bakın: Edebiyat bir değerdir, sanat büyük bir değerdir, kültür değeridir. Sahip çıkmak lazım. Siz sahip çıktınız. Ben de size teşekkür etmek için buraya geldim. Sizin yazarınıza gösterdiğiniz sevgiyi görmek, benim için büyük mutluluk” dedim, ardından yazılı konuşmamı yaptım.
Mehmedin kitapları başta İsveççe olmak üzere birkaç dile çevrildi. Ama Batıda edebiyat artık başka bir hal aldı. Aşk Gibi Aydınlık… kitabı büyük bir kitaptır. Özellikle doğayı anlattığı sayfalar… Her babayiğidin harcı değildir öyle kitaplar yazmak. Çok usta bir yazar. Ben daha ilk kitabından itibaren onun ustalığı karşısında hep şaşırmışımdır.
Şeyhmus Diken titiz bir çalışmayla Mehmedin son dönemini neredeyse bir belgesel tadında kaleme almış. Bu çalışması yazarların, sanatçıların gelecek kuşaklara aktarılması açısından da önemli.
Mehmed yaşasaydı bugün dünyanın büyük yazarlarından biri olabilirdi. Gene de öyle. Müthiş bir adamdı.
Şeyhmus Diken’in Zevalsiz Ömrün Sürgünü Mehmed Uzun başlıklı kitabının önsözü, Ocak 2009