Özgürlük Tanığı: “Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur.”
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanlar, tatsız ve acımasız inançlar yüzünden her şeyden utanır oldular. Kendilerinden, mutlu olmaktan, sevmekten, yaratmaktan utanıyorlar, öyle bir zaman ki bu, Racine Bérénice’i yazdı diye yüzü kızaracak, Rembrandt Gece Nöbeti tablosunu yaptı diye, mahallenin karakoluna koşup kendini bağışlatmanın yolunu arayacak. Yazarlar ve sanatçılar bugün vicdan azapları içinde yaşıyorlar. Kendimizi bağışlanık göstermeye çalışmak moda oldu aramızda.
Doğrusunu isterseniz, bu duruma düşmemiz için bir hayli uğraşıyorlar. Dört bir yanımızdan politikacılar bağırıp duruyorlar bize ve kendimizi savunmaya zorluyorlar bizi. Yararsız oluşumuzun ve yararsızlığımız dolayısıyla kötü amaçlara araç oluşumuzun hesabını vermeliymişiz. Bu birbirini tutmaz suçlamalar karşısında kendimizi temize çıkarmanın güçlüğünü söyledik mi, diyorlar ki bize : Herkese birden hesap vermek olanaksızdır, ama bazı kimseler sizi cömertçe bağışlayabilirler.
Bunun için de, onların partisine girmeliymiş, bu parti de dediklerine göre, doğru yoldaymış. Bu türlü savları bir tutturdular mı, sanatçıya şunu da söylüyorlar : « Dünyamızın yoksulluğunu görüyorsunuz. Ne yapıyorsunuz bunun için? » Bu hayasızca yüklenmeye karşı şunu söyleyebiliriz : « Dünyanın yoksulluğumu dediniz? Ben onu artırmıyorum hiç olmazsa. Hanginiz bunu söyleyebilirsiniz? »
Bununla birlikte, aramızda kendini bilen hiç kimse, umutsuz bir insanlıktan yükselen çağrıya duygusuz kalamaz; orası doğru. Demek ki, ne yaparsak yapalım, kendimizi suçlu bulmak zorundayız. Bu da bizi layık anlamıyla günah çıkarmaya götürür ki, en belalısı da budur.
Yine de iş göründüğü kadar basit değil. Bizden istedikleri seçme, pek öyle kendiliğinden olmuyor.
Bu seçme, daha önce yapılmış başka seçmelere bağlı. Bir sanatçının yaptığı ilk seçme, sanatçı olmaktır. Sanatı seçmesinde kendi kimliği ve sanat anlayışı rol oynamıştır. Bu nedenler onca yaptığı seçmeyi haklı göstermeye yetmişse, bugün de aynı nedenler tarih karşısındaki tutumunu belirtmesine yardım edebilirler. Hiç değilse, ben böyle düşünüyorum ve mademki açık konuşuyoruz, biraz tuhaf da görünse, ben bu akşam, duymadığım bir vicdan azabından değil, dünyanın yoksulluğu karşısında ve bu yoksulluk dolayısıyla mesleğimiz için duyduğum minnet ve kıvançtan söz edeceğim.
Mademki hesap vermek gerekiyor, ben haklıyız diyeceğim, bu mesleği kinin kuruttuğu bir dünyada kendi güçlerimiz ve yetilerimizin sınırları içinde yürütmekte. O meslek ki, her birimize kimsenin can düşmanı olmadığımızı rahatça söyletebilir. Ama, bu düşünceyi açmak gerekir. Onun için, biraz yaşadığımız dünyadan ve biz yazar ve sanatçıların bu dünyada ne yapması gerektiğinden söz etmeliyim.
Dünyamızın başı dertte ve bizden bu durumu değiştirmemiz isteniyor. Ama, bu dert nedir? İlk bakışta şöyle anlatıveririz gibi geliyor. Bu son yıllarda, dünyada, çok insan öldürüldü, dediklerine göre, daha da öldürülecek. Bu kadar çok ölü, ister istemez, havayı ağırlaştırıyor. Yeni bir şey değil bu, kuşkusuz. Resmi tarih, oldum olası, büyük katillerin tarihidir. Kabil Habil’i bugün öldürmüş değil, ama bugün Kabil Habil’i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor. Düşüncemi daha iyi anlatmak için bir örnek vereceğim.
1947 Kasım grevleri sırasında gazeteler Paris celladının da işini bırakacağını yazdılar. Bu yurttaşımızın kararı üstünde gereğince durulmadı bence, istediği şey apaçıktı. Her gördüğü iş için bir pirim istiyordu; her iş görenin istemekte haklı olduğu gibi. Ama, asıl isteği büro şefliği kadrosuydu.
İyi hizmet ettiğine inandığı devletin bugün bütün iyi memurlarına verebileceği tek hakkı, elle tutulur tek onuru, yani belli bir devlet kadrosunun kendisine de verilmesini istiyordu, işte tarihin yükü altında, son serbest mesleklerimizden biri de böylece sönüp gidiyordu. Evet, tarihin yükü altında diyebiliriz, gerçekten. İlk kanlı çağlarda, korkunç bir ün celladı herkesten uzak tutardı. O, işi gereği, yaşamın ve bedenin gizine kıyan kimseydi. Korkunçtu ve biliyordu korkunç olduğunu.
Celladın korkunç olması, insan yaşamının değerli olması demekti. Bugünse cellatlık yalnızca utanılır bir iş olmakla kalıyor. Bu durumda celladın, elleri temiz değil diye sofraya alınmayan bir yoksul akraba işlemi görmek istememesini haklı buluyorum. Adam öldürme ve işkence etmenin birer öğreti olduğu ve nerdeyse birer kurum haline geldiği bir uygarlıkta, cellatların memur kadrolarına girmeye yerden göğe kadar haklan vardır. Doğrusunu isterseniz, biz Fransızlar bu işte biraz geç bile kaldık. Dünyanın hemen her yerinde, cellatlar bakan koltuklarına kurulmuşlar bile. Yalnız balta yerine kalem kâğıt var ellerinde.
Ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu, dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir. Ama, ölüm soyutlaştı mı, yaşam da soyutlaştı demektir. Bir adamın yaşamını bir ideolojiye kul köle etmek, onu soyutlaştırmak değil de nedir? İşin kötüsü, biz,ideolojiler, hem de toptancı ideolojiler çağındayız.
Bu ideolojiler, kendilerine, dar kafalarına, budalaca mantıklarına o kadar güveniyorlar ki, dünyanın esenliğini yalnız kendilerinin başa geçmesine ve başkalarının boyun eğmesine bağlı görüyorlar. Oysa, bir insana ya da herhangi bir şeye boyun eğdirmeyi istemek, onun kısır, sessiz, hatta ölü olmasını istemek demektir. Bunu görmek için sağımıza solumuza bakmak elverir.
Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur. Ve dünyanın en büyük bölümünde, bugün, karşılıklı konuşmanın yerini tek yanlı çatma almış, diyalogun yerini polemik tutmuştur. XX. yüzyıl tek yanlı çatma ve kötüleme çağıdır. Uluslar ve tek tek insanlar arasında, eskiden pir aşkına görülen işlerde bile, bugün, çatma konuşmanın yerini almıştır. Gece gündüz, binlerce sesin, tek yanlı bağrışmaları, ulusların üstüne aldatıcı sözler, taşlamalar, savunmalar, coşkunluklar yağdırmaktadır.
Peki ama, polemik nasıl bir makinedir, nasıl işler? Karşısındakine düşmanmış gibi bakacaksın, onu basitleştirecek, hiçe sayacaksın, yani görmek bile istemeyeceksin. Kötülediğin kimsenin artık gözünün rengini bile bilmez olacaksın. Hiç güldüğü olur mu, gülerse acaba nasıl güler diye düşünmeyeceksin. Polemik yüzünden, çoğumuzun gözünü perdeler bürümüş, artık insanlar arasında değil, bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz.
İnandırma olmayan yerde yaşam da yoktur. Bugünün tarihi ise yıldırmadan başka bir şey bilmiyor. İnsanlar, ortak bir şeyleri olduğu ve bir şeyde her zaman buluşabilecekleri düşüncesiyle yaşar ve ancak bununla yaşamasını bilirler. Ama, biz yeni bir şey bulduk : İnandırılmayan kimseler de varmış meğer. Toplama kamplarının bir kurbanının, kendini çamura atanlara bunu yapmamaları gerektiğini anlatmasına olanak yoktu, hâlâ da yok.
Çünkü, bunu yapanlar, artık insanların değil, bir düşüncenin adamıdırlar. Bu düşünce de, yumuşamak nedir bilmeyen bir istemin buyruğundadır. İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır.
Onun önünde ya dövüşeceksin, ya öleceksin. İşte bu yüzden, bugünün insanları korku içinde yaşıyorlar. Mısırlıların «ölüm Kitabı» nda doğru bir Mısırlının öbür dünyada temize çıkabilmesi için şunu söyleyebilmesi gerekirmiş : Kimseyi korkutmadım. Günümüzün büyükleri arasında, kıyamet günü, bu sözü söyleyecek adamı güç bulursunuz.
Bugün birer gölge durumuna gelmiş, sağır, kör, korku içinde yaşayan, karnelerle beslenen ve bütün yaşamları bir polis fişinde özetlenen insanların adsız, soyutlaşmış birer varlık sayılmalarında şaşılacak ne var? Bu ideolojilerden çıkmış düzenlerin büyük toplulukları yerlerinden söküp, zavallı birer rakam durumunda Avrupa’nın ötesine berisine sürmeleri ne kadar anlamlıdır. Bu güzel felsefeler tarihe gireli, eskiden her birinin bir el sıkma tarzı olan binlerce insan, göçmen damgası altında gömülüp gitmiştir. Çok akıllı bir dünya, bu damgayı onlar için bulmuş…
Evet, bütün bunlar akla uygun bir kuram adına bütün dünyayı birleştirmek istedi mi, dünyayı kuram kadar etsiz kemiksiz, kör, sağır etmekten başka yol yoktur. İnsanı yaşama ve doğaya bağlayan kökleri koparıp atacaksınız. Başka yolu yok. Dostoyevski’den beri Avrupa edebiyatında doğa betimlemelerine rastlanmaması bir rastlantı değildir sadece. Bugünü anlatan yapıtların yazarları, duygu incelikleri, sevgi gerçekleri üzerinde duracak yerde, yargıçlardan, mahkemelerden, davalardan, suçlama yollarından başka bir şey görmüyorlar. Pencereleri dünyanın güzelliklerine açacak yerde, yalnızların sıkıntılarına açılmış pencereleri kapıyorlar. ..
Sanatın büyüklüğünü yapan her şey, böyle bir dünyaya karşıdır. Sanat yapıtı, yalnız varlığı ile, ideolojinin utkularını hiçe sayar. Yarının tarihinde görülecek şeylerden biri fatihlerle sanatçılar arasında şimdiden başlamış olan savaştır. Oysa, her ikisinin de istediği birdir. Politika ve sanat, dünyanın düzensizlikleri karşısında aynı başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür. Her ikisinde de istenen şey, dünyayı birliğe götürmektir. Sanatçının davasıyla politika öncüsünün davası uzun zamandır birbirine karışmıştır.
Bonaparte’ın isteği ile Goethe’ninki birdir. Ama, Bonaparte liselerimize trampeti, Goethe ise Roma Ağıtları’nı. (Römisch Elegien) bırakmıştır. Ama, tekniğe dayanan yapıcı ideolojiler ortaya çıkalı, devrimci fatih olmaya başlayalı iki yol birbirinden ayrılıyor. Çünkü, sağda da solda da fatihin aradığı, karşıtların uzlaşması demek olan birlik değil, ayrılıkların ezilmesi demek olan toptancılıktır. Fatihin dümdüz ettiği yerde, sanatçı ayrılıklar görür. İnsanın etini kemiğini, duygularım hesaba katarak yaratan sanatçı, hiçbir şeyin basit olmadığını ve kendinden başka insanların yaşadığını bilir. Fatihse kendinden başka türlüsünün yok olmasını ister. Onunki bir efendi-köle dünyasıdır, yani bizim şu yaşadığımız dünya. Sanatçının dünyası, diri bir çatışma ve anlaşma dünyasıdır.
Hiçbir büyük yapıt tanımıyorum ki, yalnız kin üstüne kurulmuş olsun. Ama, böylesi imparatorluklar biliyoruz. Fatihin kendi davranışının mantığına göre cellat ve polis olan yerde, sanatçı ister istemez çekingen olacaktır. Bugünkü toplum politikası karşısında sanatçı için tek tutarlı yol, kimsenin buyruğunu dinlememek, ya da sanatçı olmaktan vazgeçmektir. İstese bile, bugünkü ideolojilerin tuttukları yollara girmeyi, kullandıkları dili kullanmayı beceremez.
İşte, bunun için bizden hesap verme, bağlanma istemek boşuna ve saçmadır. Biz bağlı olmasına bağlıyız; ister istemez.
Kısacası, biz savaştığımız için sanatçı değiliz, sanatçı olduğumuz için yaşıyoruz. İşi gereği, sanatçı özgürlükten yanadır ve bu da ona çoğu kez pahalıya mal olur. işi gereği, tarihin en içinden çıkılmaz karanlığında insanın nefes almaz olduğu yerde görevlidir. Dünyamız ne ise, o ve biz ne durumda olursak olalım, ona bağlıyız; doğamız gereği de bugün ister ulusçu, ister partici olsun, bu dünyayı elinde tutan soyut putların düşmanıyız. Ahlak ve erdem adına değil — böyle söyleyip herkesi büsbütün aldatanlar da var —; biz erdemli kişiler değiliz. Devrimcilerimizin kafa ve burun ölçülerine bağlar göründükleri erdemden yoksun olmamız da üzülecek bir şey değildir.
Biz, bütün insanlarda ortak olan şeye tutkun olduğumuz için. akim en bayağı yanıyla girişilen işlere katılmayacağız. Ama bu, bizim bağlılığımızın ne demek olduğunu da anlatıyor. Biz, herkesin yalnızlığa hakkı olduğunu savunduğumuz için, hiçbir zaman yalnız kalmayacağız. Sıkıştırıyorlar bizi, vaktimiz yok, tek başımıza çalışamayız. Tolstoy, kendi yapmadığı bir savaş üstüne, bütün edebiyatların en büyük romanını yazdı. Bizim savaşlarsa, savaşlardan başka bir şey yazmaya vakit bırakmıyorlar… Péguy’yi ve binlerce ozanı birden öldürüyorlar…
Gerçek sanatçılar politika şampiyonu olamazlar. Çünkü onlar, bilirim, hem de nasıl, rakiplerinin ölümüne duygusuz kalamazlar. Sanatçılar yaşamdan yanadırlar, Ölümden yana değil. Etin kemiğin adamlarıdır onlar, yasanın değil. Sanatçı oldukları için, düşmanlarım bile anlamak zorundadırlar.
Ama, bu, hiç de demek değildir ki, iyi ile kötüyü ayırt etmek gücünden yoksundurlar. Başkalarının yaşamını yaşamak güçleri olduğu için, en azılı suçluyu bile temize çıkaran yanı, acıyı görebilirler.
İşte, onun için bizler hiçbir zaman mutlak bir yargı’ veremeyiz ve giderek mutlak cezayı da kabul edemeyiz, ölüm cezasını kabul eden dünyamızda sanatçılar insanın ölümü reddeden yanını tatarlar.
Yalnız cellatların düşmanıdırlar, başka hiç kimsenin değil.
Albert Camus
Denemeler / Bir Alman Dosta Mektuplar
Çev: Sabahattin Eyüboğlu – Vedat Günyol, Say Yayınları