1940’lardan bugüne, savaşa, ölüme, aşka dair farklı bir hikaye: “Maria Puder öyle ölmedi…”

563

“Devlet ve şairleri, iki kaşık gibi iç içe uyurlarken
Geldiği kapkara denize Karpiç’ten gönderilmiş bir gemi”

Evren Barış Yavuz’un Ece Ayhan’ın bir şiiriyle Struma’yı hatırlattığı bir tweeti düştü önüme. Doğru ya, 24 Şubat Struma katliamının yıl dönümüydü, hatırladım. Bir iç çekme ve ardından belli belirsiz kafamın iki yana sallandığını hissettikten sonra aşağıya doğru kaydırmaya devam ettim. Hemen bir sonraki tweet, Sabahattin Ali’nin uzaklara bakan bir fotoğrafıydı. Doğru ya, 25 Şubat da Sabahattin Ali’nin doğum günüydü. Daha fazla kaydırmadım, daha fazla ‘tesadüfe’ sanırım pek hazır değildim. Zaten ardından sigaramı yakarken de, kafamın içinde şu cümle yankılanıyordu: “Maria Puder öyle ölmedi…

*

”Aylardır kayıp olan ‘Kürk Mantolu Madonna’nın yazarı 16 Haziran 1948 Çarşamba sabahı adsız bir çoban tarafından bulunmuş. Öyle söylendi. Maktul kısmen dağılmış bir kemik yığınıymış. Yüz kemiklerinden bazıları eksikmiş, kafatasında bir çöküntü, buna tekabül eden iç kısımda çatlak ve çatlağın etrafında kırmızı renk varmış. Öyle söylendi… Maktulün yanında ucu kırılmış bir pipo, camları parçalanmış yuvarlak çerçeveli bir gözlük, bir kitap, mürekkebi kurumuş bir dolmakalem ve not defteri bulunmuş. Bunlar onun yazar ya da gazeteci, büyük bir ihtimalle de İstanbullu olduğunu gösteriyormuş… Not defterinde okunabilen tek yeşil cümle şuymuş: “Maria Puder öyle ölmedi…” Söylentilerin çoğu altı ay sonra doğrulandı. Gazeteler İstanbul’da katilin ele geçirildiğini duyurdular. Katil, ünlü yazar Sabahattin Ali’yi “millî duygularını incittiği için öldürdüğünü itiraf etti.”

Böyle başlıyordu Doğan Akhanlı’nın ‘Madonna’nın Son Hayali’ romanı.“Maria Puder öyle ölmedi…” cümlesinin ardından Maria Puder’in peşine düşüyordu yazar ve Berlin’e gidiyordu, Maria Puder ve Raif Efendi’nin aşklarının başladığı ve yaşandığı şehre… Daha yeni geldiği bu şehirde, Maria Puder’in sadece bir roman kahramanı olmayabileceğini, yani gerçekte de yaşamış olabileceğini öğreniyordu. Sonra Kürk Mantolu Madonna romanında Raif Efendi’nin Lützow Caddesinde bir pansiyonda oturduğunu hatırlıyordu. Doğru ya, Maria Puder da Lützow Caddesine yakın bir yerde, kanalın kenarında, bir köprüden bakılınca görülebilecek bir evde oturuyordu. Sonra biraz da yardımla Maria Puder’in evini buluyordu.

Eğer yürürken yere bakan insanlardasınız, Almanya’da sokakta yürürken neredeyse ülkenin her yerinde kaldırım taşlarının arasında, altın rengine yakın, metal plakalara rastlarsınız. Bu plakaların üzerinde Naziler tarafından öldürülen kurbanların isimleri yazar. 1992 yılında ilk defa Köln’de yerleştirilmeye başlanan Stolperstein/Tökezleme Taşları, Almanların toplumsal hafıza ve geçmişle yüzleşme çalışmalarından biri, Alman sanatçı Gunter Demnig’in fikri. Bu taşlar kurbanların önceden yaşadıkları evlerin/binaların önüne yerleştirilir ve yanındaki kaldırım taşına göre çok az daha yüksektir. Evet, tökezletebilir. Yürürken yere bakan insanlardan değilseniz de, tökezleyerek bu plakalara rastlayabilirsiniz.

Yazarımız da Maria Puder’in evini bulduğunu böyle anlıyordu, Raif Efendi’nin büyük aşkı Maria’nın acı sonunun başlangıcını da. Plakanın üzerinde, “Maria Puder burada otururdu. Polonya’ya sürgün edildi.” yazıyordu. Kürk Mantolu Madonna romanından bir alıntı yapalım.

Başını birdenbire bana çevirerek: “Neden bana bu kadar dikkatli bakıyorsunuz?” dedi.

Bu sual, aynı zamanda benim kafamda da canlandı: Nasıl oluyordu da, hiç çekinmeden, bir kadına belki ilk defa olarak bu kadar dikkatle baktığımı aklıma getirmeden, onu uzun uzadıya seyrediyordum? Ve nasıl oluyordu da hâlâ, o bu suali sorduktan ve gözlerini bana çevirdikten sonra bile, cesaretimi kaybetmeden ona bakmakta devam ediyordum? Beni de hayrete düşüren bir cesaretle: “İstemiyor musunuz?” dedim.

Hayır, ondan değil, sordum işte… Belki istiyorum da onun için sordum!

Gözleri o kadar siyah ve o kadar manalıydı ki, dayanamadım: “Siz aslen Alman mısınız?” dedim.

“Evet! Neden sordunuz?”
“Saçlarınız sarı ve gözleriniz mavi değil!”
“Olabilir!”

Yüzünde, her zamanki tebessümünü andıran, fakat biraz da mütereddit görünen bir hareket oldu. “Babam Yahudiydi.” dedi. “Annem Almandır. Fakat o da sarışın değil!”

Merakla sordum:”Demek siz Yahudisiniz?

Evet… Yoksa siz de mi Yahudi düşmanısınız?

Ne münasebet… Bizde böyle şeyler yoktur. Fakat tahmin etmemiştim!

Evet, Yahudiyim, Babam Praglıydı. Daha ben doğmadan Katolik olmuş!

Şu halde din itibariyle Hıristiyansınız!

Hayır… Yani benim hiçbir dinle alakam yok!

Bir hayli yürümüştük. O sözüne devam etmedi. Ben de başka bir şey sormadım.

Polonya’ya, Nazi toplama kamplarına yolculukla devam eden roman, Maria Puder’in 1942 yılında Romanya’dan yola çıkan ve Nazi soykırımından kaçan Yahudilerin bindiği Struma vapurunda olduğu bilgisi ile devam ediyordu…

*

770 kişilik mürettebat ve yolcusuyla Romanya’dan kalkan Struma’nın hedefi İngiliz kontrolündeki Filistin’e ulaşmaktı. 150-200 yolcu kapasiteli Struma daha önce hayvan taşımak için kulanılıyordu ve bu yüzden küçük, bakımsız, konforsuz bir gemiydi. Su üzerinde durabilmesi bile başlı başına bir başarıydı. Bu geminin biletleri de dönemin şartlarına göre oldukça pahalı olsa da, yolcularının başka ihtimali, başka bir şansı da yoktu. Yolculuk sırasında iki defa motoru bozulan vapur, ikinci kez arızalandığında Türkiye sınırları içerisindeydi ve tamir için Sarayburnu açıklarına çekilmişti. Zor bir yolculuğun ardından Struma yolcuları İstanbul’a ulaşmanın mutluluğunu yaşasa dahi, bu mutluluk çok uzun sürmedi. Türk makamları gemiden ayrılmayı yasaklamıştı. Struma’dan kurtulmak için denize atlayanlar da yakalanıp tekrar gemiye bindiriliyordu. Cumhurbaşkanlığını İsmet İnönü, başbakanlığını Refik Saydam’ın yaptığı Türk makamları, gemiden sadece bir kaç ‘şanslı’ kişinin ayrılmasına izin verdi. Biri acil tıbbi yardım alması gereken hamile bir kadındı. Diğer şanslılar ise bir Amerikan petrol şirketinin Romanya müdürü ve ailesiydi. Aynı petrol şirketinin Türkiye temsilcisi Vehbi Koç’un İçişleri Bakanı ve Emniyet Müdürü’ne özel ricası sonrasında gemiden ayrılabillmişlerdi.

Gemi karantina altına alınmıştı. Kadınların ve çocukların bile gemiden ayrılmasına izin verilmiyordu. Zaten Nazi Almanya’sı da Türk makamlara yolcuların karaya çıkmamasını söylüyordu. II. Dünya Savaşı’na katılmasa bile, Türkiye hükümetinin Hitler’in Nazi Almanya’sına ve Mussolini’nin Faşist İtalya’sına karşı açık sempatisi vardı. Tek partili dönemin hükümet borazanı olan Cumhuriyet gazetesi, “Kemalist Türkiye’den Faşist İtalya’ya selam!“, “Milli şefimiz(İnönü) ile Führer arasında samimi tebrikler” manşetleri atacak kadar olumlu hislere sahipti. Diğer yandan İngiltere de Yahudilerin Filistin’e gelmesini istemiyor ve Nazi ajanlarının gemiye sızmış olabileceğini bahane ediyordu. Geminin tekrar geldiği yere, yani Romanya’ya geri gönderilmesi de mümkün değildi, çünkü Romanya da Nazi Almanya’sının destekçisi ve Nazilerin kontrolü altındaydı.

Gemiden çıkmak bir yana, İstanbul Yahudi Cemaatinin ısrarlarına rağmen gemidekilere yemek dağıtımı bile engelleniyordu. 62 gün süren uzun müzakereler sonucu, İstanbul Yahudi Cemaati hükümeti yumuşatabilmiş, parası Yahudi cemaatinden alınmak kaydıyla Kızılay vasıtasıyla gemidekilere yemek ulaştırılabilmişti. Alarko Holding’in kurucusu, işadamı İshak Alaton henüz 15 yaşındaydı ve babasıyla birlikte yemek yardımlarını organize edenler arasındaydı. Kendisi o günleri şöyle anlatıyor: “Gemi 2 ay boyunca Sarayburnu açıklarında bekletildi. Kızılay göstermelik yardımda bulundu. Ekmek çuvallarını mavnalara yükleyerek gemiye taşıdım günlerce. Esas yardımı İstanbul’da yaşayan Musevi cemaati organize etti. Babam Haim Alaton da yardım komitesindeydi. 2 ay boyunca oradaki 770 kişinin hayatta kalması için çalıştık.”

72 günlük bekleyişin ardından, müzakereler sonuç vermemişti. Nazi Almanya’sının ve Britanya’nın baskıları sonucu, Türk hükümeti gemiyi yemeksiz, ilaçsız, yakıtsız, motorsuz, susuz bir şekilde Karadeniz açıklarına doğru serbest bırakmaya karar verdi. Gemi Karadeniz’e doğru sürüklenirken, yolcular son bir umut “Yaşasın Türkiye! Kurtarın bizi!” yazdıkları çarşafları dalgalandırıyordu… Türkiye ise baskılara boyun eğiyor, 770 insanı Karadeniz’in karanlık sularına gönderiyordu. Dönemin başbakanı Refik Saydam ise şu açıklamayı yapıyordu: “Biz bu hususta elimizden gelen her şeyi yaptık. Maddî, manevî en ufak mesuliyetimiz yoktur. Türkiye, başkaları tarafından istenmeyen insanlara yurt olamaz.

Karadeniz açıklarına bırakılan Struma, ‘Karadeniz’e giren tüm tarafsız ya da düşman gemilerini batırması’ yönündeki acımasız savaş talimatını uygulayan Sovyet denizaltısı tarafından atılan torpido ile havaya uçuruluyordu. 19 yaşındaki şanslı bir genç dışında, 300 kadarı çocuk, 200 kadarı kadın, 768 insan cansız bedenleri bile bulunamayacak şekilde can veriyordu…

Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna kitabının sonunda Maria Puder’in doğum sırasında öldüğünü yazsa da, ‘Akhanlı’nın kurgusal romanındaki Maria Puder’ gerçekten yaşamış ve Struma’da can veren 768 insandan biriydi. Nazi soykırımından kurtulmak isterken, 24 Şubat 1942 günü aç, susuz ve kürk mantosuz bir şekilde Karadeniz’de hayata veda ediyordu. Evet bu Maria Puder’in gerçek hikayesi değil, Akhanlı’nın yazdığı Maria Puder hikayesi. Maria Puder nasıl öldü bilmiyoruz, Akhanlı’nın hikayesi doğru olabilir mi, bilmiyoruz. Ama Struma vapurunda yaşanan her şeyin doğru olduğunu biliyoruz…

Peki Maria Puder bir roman kahramanı mıydı? Yoksa gerçekten yaşamış biri miydi? Bu soruya yanıtı 2005 yılında yayımlanan, Sabahattin Ali’nin iki gözüm diye hitap ettiği Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektuplardan oluşan ‘İki Gözüm Ayşe’ kitabında buluyoruz. 6 Temmuz 1933’te, yani Kürk Mantolu Madonna’nın kitap olarak yayımlanmasından 10 yıl, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’yı yazmaya başlamasından ve Hakikat gazetesinde 48 bölüm altında yayınlanmaya başlamasından ise 7 yıl önce, Sabahattin Ali’nin Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle yattığı Sinop Cezaevi’ndeyken, Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektupta buluyoruz. Cevabı Sabahattin Ali’nin cümleleri ile verelim: “Almanya’da Frolayn Poder (Puder de okunabilir) isminde bir hatuna ziyadesiyle aşıktım (bu kadın arkadaşlar arasında 28 namıyla meşhurdu). O zamanlarda ise Berlin’de şu meşhur Deli Şarkıcı filmi oynamıştı ve oradaki Sonny boy şarkısı herkesin ağ­rında idi. Şimdi bunu mırıldanınca sisli ve yağmurlu teşriniewel (ekim) günlerinde 28 ile müzelere veya sinemaya gidişim aklıma gelir. Yolda mütemadiyen kızcağızın yüzüne dalar, önümü görmezdim, o da hafif bir tebessümle başını bana doğru çevirerek bu salaklığımı mazur gördüğünü anlatmak isterdi. Aşık olduğum kim­seler arasında bana bu kadın kadar iyi muamele edeni olmamıştır. Parmağının ucunu bile koklatmadığı halde beni kırmaz, aramızda genişlemeyen ve daralmayan muayyen bir mesafe muhafaza etmesini gayet iyi bilirdi…

Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali de, babasının 1 yıl Berlin’de yaşadığını, mektuplarında Puder’den ve beraber yaptıkları uzun yürüyüşlerden bahsettiğini, Maria Puder’in gerçekten yaşamış olduğunu doğruluyor. Sabahattin Ali, Kasım 1928 – Mart 1930 tarihleri arasında Berlin’de yaşıyor. 1935 yılında Aliye Ali ile evleniyor, kızı Filiz Ali 1937 yılında doğuyor. ‘Kürk Mantolu Madonna’ romanını ise 1940 yılının sonlarına doğru yazmaya başlıyor. Komünizm propagandası, Mustafa Kemal-İsmet İnönü gibi devlet büyüklerine hakaret ettiği gerekçeleri ile defalarca tutuklanıyor. Sabahattin Ali 1948 yılında ülkeden çıkmaya çalışırken, Bulgaristan sınırında kafası ezilerek ‘devlet dersinde’ öldürülüyor. 1949 yılında tutuklanan katil Ali Ertekin, 1950’de yargılanırken, cinayeti milli nedenlerle işlediğini söylüyor, milli nedenleri mahkeme tarafından hafifletici sebepler olarak görülüyor ve sadece 4 yıl hapis cezası alıyor. Karara gülerek teşekkür eden Ali Ertekin, aynı yıl gelen 1950 affıyla serbest kalıyor. Kitapları bakanlar kurulu kararlarıyla yasaklanıyor ve 1965’e kadar tekrar basılamıyor. Henüz 41 yaşındayken öldürülen ülkenin en iyi yazarlarından Sabahattin Ali’nin yaşadıkları da Struma vapuru gibi bir gerçekti. İki farklı insanın attığı iki tweetin alt alta gelmesi ve hatırlattıklarını da sadece ‘tesadüf’ ile açıklayabilir miyiz gerçekten?

Ece Ayhan’ın bir şiiri ile başladık, noktayı da öyle koyalım.

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür”

Baader
Yazıda geçen bazı kaynaklar
* Evren Barış Yavuz’un tweeti: https://twitter.com/evrenbarisyavuz/status/1231876836541566976
* Doğan Akhanlı – Madonna’nın Son Hayali: http://dogan-akhanli.de/wordpress/?page_id=2281
* Doğan Akın, Ayşe Sıtkı İhan – İki Gözüm Ayşe: https://www.dr.com.tr/Kitap/Iki-Gozum-Ayse-Sabahattin-Alinin-Ozel-Mektuplari/Edebiyat/Turk-Mektup/urunno=0000000063515

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz