Daha yola çıkar çıkmaz tanıştık. Devlet sınavını kazanmış yedi kişi. 1930 yılının kasım ayında trenle yola çıkmıştık. O, öteki arkadaşlardan ayrı yapıda birisiydi. Yolculuk boyunca pencereden dışarılara bakıp gözlemlerini anlatır, gördüklerini dikkatle inceler kendince yorumlardı. Öteki arkadaşlar ise, yolculuk sonunda görecekleri yeni bir ülkenin sevinciyle işin dalgasında, sarışın kızların hülyasındaydılar.
O, Berlin yakınında Potsdam’a yerleşti. Benim oturduğum yer de Potsdam’a yakın yatılı bir okuldu, orada öğrenim görüyordum. Okul çok disiplinliydi. O’nun beni ziyaret etmesi, bana gelip gitmesi için özel izin almıştık. Her cumartesi gelirdi. Yeni yeni, öykü yazmaya başlamıştı. Bana okuduğu öykülerin, ilk dinleyicisi ben oluyordum. Realist bir biçimde yazıyordu. Bu bana biraz şey geliyordu… Ben o zamanlar, sanırım okuldan aldığım eğitimden olacak, bunca gerçekçiliğe alışık değildim. Saçma sapan da olsa kimi kez, onu aptalca eleştiriyordum. “Niçin böyle her şeyi açık açık yazıyorsun” diyordum. Sabırla, bana değer vererek dinliyordu. Sonunda arkadaşlığımız ilerledi.
O’nun bana sık gelmesinin tek nedeni, yalnızlık çekmesi mi, yoksa karşı cinsten birine duyduğu yakın ilgi mi, diye günlerce düşünürdüm. Sonunda, kendi kendime sorduğum soruların ikincisine olumlu yanıt verirdim. Çok hoşuma gidiyordu bu ilgi. Benimle çok uğraşıyor, iyi yetişmemi istiyordu. Piyano dersi almamı, günlerce bıkmadan ısrar ederek O önerdi ve destekledi.
Bana her geldiğinde, ilk aşkı olan bir hanımdan sürekli bahsederdi… İsim vermek istemezdim ama, biliniyor galiba, onu anlatıyordu uzun uzun. Ondan ilgi görmediğini, Nahit Hanım’ın bundan devamlı kaçtığını söylüyor, yakınıyor, ben de ilgiyle dinliyordum. Anlatırken bu acısının üstünde çok dururdu. Çok gücüne gitmiş olaylar vardı geride. Ben de onun gibi üzülür, ağlayacak hâle gelirdim. Günün birinde bana, Sen Nahit’e benziyorsun” dedi. Başka bir gün, ben piyano çalarken, “Melahat galiba sana aşık oluyorum” dedi. Heyecanla, “Aman sakın, dur! Olma!…” dedim. O zaman, şimdiki kocamla sözlüydüm.
Böylece, günün birinde umutsuz duygularla başbaşa, başka bir kente gitmek zorunda kaldı. Uzun uzun mektuplaştık. Bir gün, ondan acele yazılmış kısa bir mektup aldım: “Benim Türkiye’ye dönmem gerekiyor, okulumda bazı olaylar oldu” diye yazıyordu. Böylece yurda geri döndü. Ondan sonra, O’nun hakkında pek bir şey duymadım, nişanlandım.
Benim duyduğum, komünistlik propagandası yapıyor diye okuldan uzaklaştırıldığıydı… Belki de bir iftiraydı. Yalnız bildiğim bir şeyi söylemeliyim, Almanca´yı öğrenir öğrenmez hemen Rus edebiyatına başladı. Zaten koltuğundan kitap hiç eksik olmazdı. Arkadaşlar da onunla hep alay ederlerdi… Hep sözlüklerle, imlâ kılavuzlarıyla beraber geziyor diye. Almanca´yı hepimizden önce öğrenmişti ama, Alman edebiyatını değil de Rus edebiyatını seçti… Rus romanlarını Almanca üzerinden okuyup tanıdı. Bana hep öğüt verir, yetiştirmek ister, o kitapları benim de okumamı çok isterdi.
Yetiştirmek derken, sol düşünceye yöneltmek gibi bir amacı yoktu. Genel kültürümü artırmak için, örneğin Almanların romantik şairi Novalis’i daha o zaman bana önermiş, “Bu adamı mutlaka okumalı, tanımalısın” diyerek, o şairin şiirlerinden birinin bir kıtasını yazarak bana göndermişti. Benim, genel kültürde, müzikte ve Almanca´da ilerlememi çok ister, desteklerdi. Fakat, bana düşünce yönünden bir zorlaması olmamıştır. Karda kışta yürüyerek her hafta bana geldiği için, çevremdeki öğrenci arkadaşlar da onu tanıyor, “Bak sana düşkün senin sevimli delikanlı yine geldi” diyorlardı. Bu da benim çok hoşuma gidiyordu. Çok duygulu, engin gözlem gücü olan bir insandı. Karda gezintiye çıkıyorduk, bir gün gezerken ayaklarımızın altındaki kar sesine dikkatimi çekti. “Bak, ayaklarımızın karda çıkardığı sesi duyuyor musun” dedi. Ben o zamana kadar böyle bir şeye hiç dikkat etmemiştim.
O’nun aşkını geri çevirdiğim için, incitmiş, uzun bir süre için kaybetmiştim. Bu düşündüklerim o kadar eski anılar ki, kimi olaylar insanın belleğinden silinmiş gibi oluyor. Yaşam öyle olaylarla yüklüyor ki insanın belleğini… Unutulmaya yüz tutmuş anılarımı anımsayabilmek için neler vermezdim ki!… Bir Alman atasözü vardır: “Yaşam bir değirmendir, ağı ağır öğütür anıları”
Puşkin’i onun ağzından çok sık işitirdim. Beni de Puşkin okumaya teşvik ediyordu. Ama ben yavaş okuyan bir insanım. O ise çok çabuk ve sürekli, sabahlara kadar hızla okuyan bir insandı. Benim cahilliğimi hep başıma kakardı. Holderlin çevirisiyle beni çeviri alanına iten de rahmetlidir. Holderlin’i çevirirken bir çok şey… Örneğin Ajaks’ı, mitolojiye ait bir çok terimsel kelimeyi bilmiyordum. “Sen Ajaks’ın kim olduğunu da mı bilmiyorsun? Aman oku, aman öğren!” diye başıma kakardı. Sonra, yıllar sonra bile… Yeniden dostluk kurduğumuzda da benimle bilgi alışverişinde bulunur, bilmediklerimi başıma kakarak, ince ince alay ederek “Bunu da mı bilmiyorsun” derdi.
Bugün, geriye baktığımda çok mutluyum, böyle çetin ama çok zevkli bir iş olan çeviriye o yıllarda yönelebildiğim için. Bu yönelmede onun yardımlarını hiç unutmam. İki dilin içinde yaşamak, iki dili birbirine aktarmak, iki kültürü ve iki insan topluluğunu biri birine yaklaştırmak…
Türkiye’ ye döner dönmez beni Haydarpaşa Erkek Lisesine Almanca öğretmeni olarak tayin ettiler. Almanya’da mühendis olan kocamla yeni evlenmiştim. Lisede altı yıl öğretmenlik yaptım. Bütün gayretimle iyi bir Almanca öğretmeni olmak için çalıştım. Bütün bu emeklerimin boşa gitmediğini görerek büyük övünç duyuyorum. O zaman okuttuğum çocukların çoğu bugün, Almanca´yı iyi bilen profesör, hukukçu, siyaset adamı oldular. Unutmayın ki ben çok yaşlı bir emekli öğretmenim, çok eski zamanlardan söz ediyorum. O zaman Atatürk hayattaydı…
O, yurda döndükten sonra ilişkilerimiz kopmuş, iyi işlenmiş bir dostluğun üstü örtülü kaldı sanmıştım. O’ nun ünlü bir yazar olduğunu duyduk.
Ama hapse girip çıkması, bütün sevincimizi silip süpürdü. Hapisten çıktıktan sonra, yeniden ilişki kurabilmek için, sanırım ikimiz de hasretle fırsat kolluyorduk.
Dönemin ünlü Mili Eğitim Bakanının kurduğu Tercüme Kurulunda üyeydi. Bakan Bey Holderlin’in bir eserinin Türkçe´ye kazandırılmasını çok istemiş. Ankara’da su başındakilerden hiçbiri, bu zor tercümeyi yapmak istememiş.
“Ben bu işi yapacak birini, tabiat itibariyle bu romantik adamı anlayacak birini tanıyorum, bilmem kabul eder mi” diyor ve beni ileri sürüyor, hemen bana da acele bir mektup yazıyor. Ben bu işin içinden kalkamayacağımı söylediysem de, bana, “Sen bunu mutlaka yapacaksın” diye tekrar mektup yazdı. Bakan da ayrıca, “Bunu bir ödev biliniz, bu çeviriyi mutlaka yapınız” diyerek rica yollu, biraz da iltifat dolu bir mektup yazmıştı. İşin kısası, beni tercüme alanına iten O olmuştur. Sürekli, “Ben sana yardım edeceğim” dedi ve etti de. Böylece, çeviri işine çok zor bir eserle başlamış oldum. Bugün de övünç duyuyorum. Bu yıl sanırım yine, çeviri kitaplarımın yeni baskıları yapılacak.
İstanbul’da bir sabah, gazeteleri dış kapının önünden alırken başlıkta, “Komünist Yazar Kaçarken Bulgaristan Sınırında Öldürüldü” diye bir haber okudum. Birkaç gün sonra, eşimin görevi nedeniyle Amerika’ya gidecektik. Bir çok kişi gibi ben de çok şiddetli bir şok geçirdim. Müthiş bir şeydi… Müthiş bir şey! Beni çok etkileyen, bana en çok dokunan, çok üzen de şu oldu… Kitap okuyormuş. Kitap okurken, o cani ruhlu adam arkadan gelerek sokulup sanki bir yılanın kafasını ezer gibi vurmuş!… Ne kadar üzücü, kitap okurken öldürülmek. Bir yazarın kitap okurken öldürülmesi… O an hep gözlerimin önüne gelir. Bir insan nasıl öldürülebilir? Şu anda çok duygulandım işte… Düşünemeyecek, konuşamayacak duruma geldim…
Sonra fazlaca bir şey öğrenemedik. Ardında çok genç bir dul ve küçücük bir kız çocuğu bıraktı…
Aslına bakarsanız, aynı zamanda kocamı da az çok tanıyordu. Ara sıra İstanbul’a geldiğinde, evimizde konuk olurdu. Çok konuşkan, coşkulu bir insandı. Gece yarılarına kadar üçümüz oturup konuşurduk. Kocam o zamanlar gemi yapım mühendisiydi, sonraları profesör oldu.
Son gelişlerinden birinde kocama: “Bak Mesut, bundan sonra sizleri sık ziyaret edemeyeceğim. Sürekli izlendiğim için, kamyonculuk yapıyorum. Bundan sonra size gelmem sana zarar getirebilir. Sen devletin koca bir fabrikasında müdürsün. Bundan sonra gelmeyeceğim” dedi. Yüzü çok üzgün, konuşması çok heyecanlıydı, belki de ruhi bir buhran geçiriyordu. Bizler de çok üzüldük, O’nu kamyon işinden vazgeçirmeye çalıştık, “Sana böyle bir iş uygun değil” dedik, ama dinletemedik. Kafasına koyduğu işi yapan inatçı bir insandı. Son görüşmemiz böyle oldu. Ölümü, giz olarak kaldı, neden öldürüldü bilinmez…
Bana göre O, edebiyatımızın en iyi öykü ustası, eşsiz bir romancısıydı. “Kuyucaklı Yusuf” sinemaya uygulandığında, çok sevinmiştim. Çünkü o roman benim en sevdiğim eseridir. Ama kendisi “Kürk Mantolu Madonna”yı çok beğenir, en sevdiği eseri sayar, bunu da bana sık sık söylerdi. En çok, o romanında kendi özel yaşamından izler bulurdum. Nasıl söyleyeyim, çabucak yanan, sık sık aşık olan bir insandı. Çok duygulu, romantik, aynı zamanda, yerinde duramayan coşkulu bir kişiliğe sahipti.
Ölümüyle ilgili karanlık noktalar var, katil mahkemede verdiği ifadede: “Ben onunla konuştum, konuşurken onun ne azılı koyu bir komünist olduğunu öğrendim ve milli hislerim kabardı, onu öldürdüm” diyor. Oysa katilin geçmişi, öyle milli duygularla dolu bir insan olduğunu göstermiyor. Ayrıca, ilk mahkemesinden hemen sonra, gazetecilere: “Ben O’na, öldürmek için vurmadım. Şöyle bir vurdum başına, sonra güvenlik güçlerine teslim edecektim. Ama o bir vuruşta ölmüş” demişti.
Cesedi tanınmaz haldeymiş. Olaylar gösteriyor ki katil, O’nu öldürmek için o kamyona binmiş ve yolu göstermeye yardım ederek sözde O’na rehberlik yapmış… Adam mutlaka, görevlendirilmiş bir katildi.
Katil, yıllarca önce bir dergide anılarını anlatırken, “Ben bizimkilerle birlikte çalışıyordum. Ben bir vatansever olarak, çeşitli olaylar hakkında haber veriyor, para alıyordum. Sabahattin Ali’yi öldürdükten sonra birkaç ay saklandım. Daha sonra gelip amirlerime haber verdim. Onlar bana kalleşlik yaptılar, sözlerinde durmadılar: biz memnunuz ama elimizden bir şey gelmez, ortada bir ölü var, seni tutuklamak zorundayız dediler” diyor.
Bu konu beni fazlasıyla üzmüştür yıllarca… Bu katil adam rahat rahat aramızda dolaştı. Cinayetten sonra dört yıla hüküm giydi, iki yıl sonra af yasasıyla dışarı çıktı. Anadoluhisarı-Yenimahalle’de, Göksu Deresi’nin yanında, çevresi güllerle kaplı, pembe boyalı iki katlı şirin bir evde oturuyormuş.
Türk Edebiyatının büyük ustasının bir mezarı bile yok… Hazin… Çok hazin bir hikâyedir.”
Melahat Togar
O, Sabahattin Ali