Varoluşçuluk, Kaynakları ve Varoluşçu Felsefenin Öncüsü: Sören Kierkegaard – Afşar Timuçin

Varoluş felsefesi, çağımızın en önemli iki felsefesinden biridir; Marxcılık’la birlikte hemen hemen bütün çağdaş düşünce oluşumlarının dokusuna  katılmıştır. Marxcılık ve varoluşçuluk, bir çırpıda kavranamayacak, kısa süreli çabalarla öğrenilemeyecek kadar geniş ve çeşitli felsefe çalışmalarını içerir. Eskiden bir felsefe genellikle bir kişinin, bazen de başlıca kişisinin adıyla anılan bir okulun ürünü olurdu. Çağımızda kültürün ileri derecede yaygınlaşması, felsefeleri kucaklanması güç genişliklere ulaştırıyor. Marks’çılık dediğimiz zaman aklımıza bir bakıma birbirini tümleyen, bir bakıma birbirinden ayrı düşen birçok fılozof geliyor. Varoluşçuluk dediğimiz zaman da. Geniş uzanımlı olsun dar uzanımlı olsun, biz bir felsefeyi ancak öncüleriyle ve yan yana yaşadığı felsefelerle kavrayabiliriz.
 Ayrıca ona anlamını kazandıran toplumsal koşullan da göz ününde bulundurmamız gerekir. Bir felsefe soyut ve yalıtık bir yapı olarak ele alındığı zaman bir hikmetler toplamı olarak görünür, oysa bağlantıları içinde ele alındığı zaman bir çağın duygularını ve düşüncelerini içeren etkin bir yapı olarak görünür. Bir felsefeyi doğal konumu içinde, yani felsefe denilen o büyük düşünce denizinin bir parçası olarak değerlendiremediğimiz zaman açıklamalarımız havada kalır, tutarlı bir yoruma ulaşamayız.

Kaynakları

Yeniçağ’ın ilk büyük filozofu olan Descartes’ın (1596 – 1650) matematik yönteme dayanan, doğru bilgiye ulaşma yolunda olumlu kuşkuculuğu şaşmaz birtutum olarak koyan, en önemlisi de her zaman kesin bilgiye varmayı amaçlayan akılcı felsefesi, felsefe tarihinin en büyük devrimlerinden birini gerçekleştirmişti. Bilimlere, bilimsel düşünceye büyük önem veren XVIII. ve XIX. yüzyıl fılozofları Descartes’ ın kalıtımından bol bol yararlanarak,felsefede olumlu düşünceyi egemen kılmaya çalıştılar genellikle. 

Felsefede aklın ve olumlu düşüncenin kazandığı bu önem, XIX. yüzyıl sonlarında sarsılmaya başladı. Akılcı düşüncenin geleneksel toprağı Fransa bile, öznelci bir tutum alma yolunu tuttu. Bunda, her şeyden önce, psikolojinin bir bilim olarak kurulmaya başlamasının etkilerini aramak doğru olur. Daha önceleri birçok bilgi alanı gibi psikoloji de felsefenin bir dalıydı ve zihnin etkinliklerini incelemekle sınırlanıyordu. XIX. yüzyıl başlarında Wundt (1832-1920) psikolojiyi bir bilim haline getirdi ve Leipzig’de bir psikokoloji enstitüsü kurdu (1879). Bu yeni bilimin ortaya koyduğu şaşırtıcı sonuçlar felsefeyi hızla etkiledi ve onu öznelciliğin düzeyine doğru çekti.
Felsefenin öznelci düzeye yerleşmesinin başlıca etkilerinden biri de, XIX. yüzyıl sonları Avrupa’sında , toplum düzeninin yeni patlamalar getirecek biçimde karışmış olmasıdır. Yüzyıllar boyunca siyasî birliğini kuramamış Fransız kültürünün başarılı ürünleri karşısında bir çeşit aşağılık duygusuna kapılmış olan Almanya yavaş yavaş kendini toparlıyor ve gücünü kendi dışına benimsetme yoluna giriyordu. Bunalımlı Alman toplumu (bu bunalım bu toplumun sanatında ‘ ve felsefesinde büyük ölçüde yansır) giderek bütün Avrupa’yı bunalıma sürükleyecek, bu genel bunalım iki dünya savaşında cisimleşecek, Sömürgeciliğin bütün olanaklarından yararlanmış ve burjuva kültürünün en güzel örneklerini vermiş olan Avrupalılar bugün bile etkilerini sürdüren bir karmaşanın yıkıcı koşullarıyla sarsıntıya düşmüşlerdir. Avrupa toplumunun düştüğü dağınıklık ve kargaşa, bu dağınıklık ve kargaşanın yarattığı hastalıklı duygu ve düşünceler, bu duygu ve düşüncelerin yarattığı, biçimlediği dünya görüşü, ileride varoluşçu felsefeye kaynaklık edecek olan öznelci dünya görüşü, XIX. yüzyıl felsefesinin iki önemli kişisinde, Friedrich Nietzsche ( 1844 – 1941) ve Henri Bergson’da ( 1859-1941 ) en güzel anlatımını buldu. 

Nietzsche:
Yapıtlarında bir filozof tutarlılığından çok bir şair çoşkululuğunu dile getiren Nietzsche, alışılagelmiş bir filozof tutumunun tümüyle dışına çıkarak, sistemciliği tümüyle boşvererek, insanın varoluşsal sorunlarıyla,
bu dünyada yaşayan insanın sorunlarıyla, insanın bu dünyayla ilişkileri içinde ortaya çıkan sorunlarıyla ilgilendi. O, karamsar ve değertanımaz bir tutum içinde, çağdaş toplumun tüm değerlerini, Hıristiyanlığı, demokrasiyi, toplumculuğu yadsıyor, buna karşılık “güç istemi” kavramını öne sürüyordu. Ona göre her insan kendi değerini yaratmalıdır. İnsan, varoluşunun gerektirdiği şeyi gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Nietzsche, bu görüşleriyle, insanı varoluşsal yapısı içinde ele alışıyla bir varoluş filozofu olarak görünür. Ancak felsefesini temellendirmemiş oluşu, felsefesini bölük pörçük ve şairce ortaya koyuşu, insanı tüm varoluşsal sorunlarıyla ele alıp işlememiş oluşu onu varoluş felsefesinin bir öncüsü, öncüsü bile değil, bir bildiricisi saymamıza olanak verir ancak.

Emile Boutroux
XIX.yüzyıl sonlarında kendini gösteren bu “öznele yönelişin” ilk tutarlı çağrısını Emile Boutroux’da 11845-1921 buluruz. Boutroux, “Contingence des Lois de la Nature” adli kitabının bir yerinde şöyle diyordu: “Şeylerin sabit ve sınırlı gerçeklikler olarak göründüğü dışsal bakış açısını bırakarak kendi derinliklerimize dönmek ve olabilirse kendi varlığımızı derinliğiyle yakalamak için, özgürlüğün sonsuz bir kaynak olduğuna inanıyoruz.”

Bergson
Bu “kendi derinliklerimize dönme” çabasını tam anlamında gerçekleştiren ilk filozof Bergson oldu. Varoluş felsefesi elbette Bergson’dan doğrudan doğruya etkilenmedi, ancak onda öznelciliğin en tutarlı yorumunu, ben’in derinliklerine yönelişin en sistemli anlatımım buldu. Bergson’culuğun varoluşçuluk için önemli olan yanı, öznelciliği felsefenin çıkış noktası haline getirmiş olmasıdır. Bergson’a göre felsefe, bizim kavramlarla tanıdığımız dural varlığı konu edinmez. Felsefenin konusu “arı oluşum”dur. Bu arı oluşumu biz sezgiyle yakalarız, sezgi bize şeylerin evrenselaçıklamasını kazandırır. Geleneksel akılcılığa, özellikle Kant akılcılığına tam anlamda karşıt olan bu ilke elbette zihinsel çıkarımla elde edilmiş bir ilke değildir, sezgiyle ortaya konmuş bir ilkedir: Bergson un felsefeye getirdiği başlıca yenilik şuydu: Bergson zaman kavramıyla ben kavramını özdeşleştirir.
Sezgisine vardığım “süre”ben’den başka bir şey değildir Bergson’a göre. Ben, demek ki, kendimi şimdiki zamanda seziyorum. Ama bütün genişliğiyle sezemiyorum öyleyse kendimi? Evet, sezemiyorum. Kendime her yönelim parçalı bir dokunuşmadır. Geçmişim kaçar sezgimden, üstelik şimdi’ m de bütün genişliğiyle sezdirmez bana kendini. Ben şimdi’min dar bir yeriyle çakışırım, yani deyim yerindeyse en çok şimdi olan şimdi’yle. Az sonra bu en çok şimdi olan şey kaçar benden.

Edmund Husserl
Varoluş felsefesi başlıca etkiyi Alman filozofu Edmund Husserl’in (1859 – 1938) olgubiliminden(görüngübilim-fenomenoloji) alır. Daha doğrusu, Husserl’in olgubilimi varoluşçu felsefeye genel bakış açısını ve yöntemini kazandırmıştır. Özellikle varoluş felsefesinin en ünlülerinden biri olan Maurice Merleau – Ponty ( 1908 – 1961 ) , görüşlerini Husserl’in felsefesinden yola çıkarak geliştirmiştir. Husserl’in felsefesi pek güç, kolay kolay girilemeyen bir felsefedir. Filozof konuları işlerken öylesine ince ayrıntılara girer ki, onu bu ince ayrıntılar arasından toparlayabilmek oldukça zordur. Husserl felsefeye oldukça yeni bir tutum getirdi. Kant, bilimlerin kesin doğruları olduğuna inanıyordu. Husserl’e göre insan, bilgi alanlarının hiç birinde kesin bilgilere sahip değildir. O, Descartes’dan sonra ilk olarak kesin bir biçimde Descartes’cı bir tutum alacak ve Descartes’ın yaptığı gibi her şeyi önce kuşkuya koyacak ya da kuşkudan geçirecektir. Husserl, sağlam bilgiye varabilme yolunda “parantez arasına alma” (Einklammerung) yöntemini önerir. Parantez arasına almak, herhangi bir önermeyi kesin ya da yanlış diye belirlemeden eleştiriye tutmaktır. Husserl’e göre mantığın temelinde ruhsallık yatar, yani mantık ruhsallıkla koşullanmıştır. Kavramlar, yargılar, usa- vurmalar ruhsal olgulardır. Olgubilim de düşünce edimlerinin psikolojik tanıtlamasına dayanır. Düşünmek
herhangi bir şeye yönelmektir.

Yönelgenlik düşünmenin başlıca koşuludur. Bizim için önemli olan, kesin bilgiler aramak ya da kesin bilgiler öne sürmek değil, kesin apaçıklığa ulaşmaktır. Bu apaçıklık da kendini bizim “düşünen ben”imizin deneyinde, “varlık’ı varlık olarak sezme” deneyinde kendini gösterir. Böyle bir deneyle biz varlığa doğruluk özelliğini kazandırırız. Husserl, “Varlık, doğru olan şeydir” der. Felsefe, Husserl’e göre, olguya yönelmelidir (Zu den Sahen selbst). Husserl’in nesneye yönelişiyle varoluşçuların nesneye yönelişi çok benzeşir.

Öz’den varoluşa değil de varoluştan Öz’e gitmek varoluşçuların temel kaygısıdır. Husserl de, varoluşçular da, yaşanan dünyayı, olgular dünyasını felsefi araştırmada çıkış noktası olarak koyarlar. Husserl’e göre biz olgular karşısında her şeyden önce gözlemci bir tutum almak zorundayız, yani olguları her türlü önyargıdan sıyrılmış olarak gözlemlemeliyiz.

Ayrıca, bir olguyu şu ya da bu yanıyla değil, ama bütün yüzleriyle görmemiz önemlidir. Bizi bilgiye bu olgular araştırması ulaştıracaktır. Husserl, buna göre, “Her bilinç herhangi bir şeyin bilincidir’ der. Demek ki, Husserl’e göre, dış algı olmadan iç algı olamaz.

Husserl’in olgubilimi her şeyden önce bir felsefi düşünme yöntemidir. Bu yöntem her yönüyle kurulmuş bitmiş bir yöntem değil, ama geliştirilmeye açık bir yöntemdir. Olgubilim, varoluşçu düşüncenin bilgi kuramını oluşturmaya çalışan filozoflara sağlam bir yönelim kazandırmakta büyük ölçüde yardımcı olmuş, özellikle Merleau- Ponty, felsefesini ortaya koyarken, Husserl’in olgu-biliminden büyük ölçüde yararlanmıştır. Biz buraya kadar, varoluşçu düşünceyi hazırlayan etkileri gözden geçirdik. Bundan sonra da, bu düşüncenin başlıca kişilerini ve başlıca sorunlarını kısaca görmeye
çalışalım.

ÖNCÜ: SÖREN KIERKEGAARD

Varoluşçu felsefenin öncüsü, Danimarkalı düşünür Sören Kierkegaard’dır (1813 – 18661. (O da Nietzsche gibi belli bir felsefe sistemi geliştirmemiş. belli bir felsefe sistemi geliştirmekten özellikle kaçınmıştır, bu yüzden ona filozof diyemiyoruz, düşünür diyoruz.) Yaşamı düşüncelerine büyük ölçüde yansımış olan Sören Kierkegaard, babasının etkisiyle sıkı bir protestan olarak yetiştirilmişti. Protestanlık, bilindiği gibi, aşırı kuralcı bir tutumu ve karamsar bir bakış açısını gerektirir. Bu genç protestan, dinbilim doktorasını verdikten sonra, Kopenhag’da papazlık yapmaya başladı. Evlenme girişimleri iyi sonuç vermedi; nişanlısıyla bir türlü birleşemedi. Din konusunda bitmez tükenmez kavgalara girdi. Bu kavgalardan yorgun düşerek, kırk iki yaşında öldü. Bıraktığı notlan ölümünden çok sonra Almanya ve Fransa’da etkili olmaya başladı. İşte bu etki varoluş felsefesini doğurmuştur.

Kierkegaard, az önce de belirtmeye çalıştığımız gibi, sistemli bir fılozof olma kaygılarının dışında belirlenerek, varoluşçu felsefenin başlıca konularını ortaya koydu ve çok yerde çelişkiye düşmekten de çekinmeyerek (Nietzsche gibi) bu sorunların çözümüne çeşitli yaklaşımlar getirdi. Nietzsche’den otuz yıl kadar önce dünyaya gelmiş olmakla birlikte, doğmakta olan yeni düşünce deviniminin ilk atılımlarım ortaya koymakta Nietzsche’den daha başarılı oldu ve bu yüzden varoluşçuluğun öncüsü sıfatına hak kazandı.

Kierkegaard her şeyden önce, Hegel’in bütünsel akılcı sistemine karşıdır. Kierkegaard’a göre insan yaşamı bu tür bütünsel bir akılcılığa hiç mi hiç uymaz. İnsan yaşamını bütünsel bir sisteme götürmeye çalışmak onun gerçekliğini bozmak anlamı taşır. Ünlü düşünür, protestan katılığının dışına çıkıp gerçek bir Hıristiyan tutumu alma yoluna girdikten sonra, insan ruhsallığının derinliklerinde varolan gerçeklikleri Hıristiyanca bir yoruma tutmaya çalıştı. Ona göre, gerçek bir Hıristiyan umutsuzluk ve bunaltı duygulan duyan insandır. İnsan, gerçek bir Hıristiyan yaşamını sürdürürken, “saçma”ya olan inancını gerçekleştirir. Bu “saçma”, insan aklıyla kavranamaz olan ve o büyük gizi açımlayan şeydir. “Saçma”dır “doğru”yu doğrulayan. Çünkü tanrısal gerçeklik insan aklını çok aşar. Biz Tanrı’yı akılla kavrayamayız. Biz Tanrı’- ya, gönülle, öznelliğimizin etkinliğiyle yaklaşabiliriz. Akıl böyle bir yaklaşımdan hiç bir sonuç alamayacak- tır.Kierkegaard’ın varoluşçuluğa en büyük katkısı, sanırız, “saçma” kavramını ortaya atması oldu.

VAROLUŞÇULUK 
Afşar Timuçin
 

1 Yorum

  1. haddimi aşarak bir şey söylemeliyim.sayın timuçin’in bu yazısı başlıkla örtüşmüyor .burada kierkegaard ‘dan ziyade,egzistansiyalizm’in ‘kaba’ bir tanımı yapılmaya çalışılmış.açıkcası ;ansiklopedik bir tanım yapılmış… marksist literatürde önemsediğim sayın timuçin’in, varoluşçuluğu iyi özümsemediğini, iyi bir okuru olarak belirtmek isterim.
    detayı da bu yorum sayfasının boyutlarını aşacağından,şimdilik bu tesbitle yetieceğim…

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz