Varoluşçulukla Türk şiiri arasında bir ünsiyet bağından söz edilebilir mi? Türk edebiyatı ortamında, varoluşçuluğun itibarlı etkisi, şiirden çok edebiyat’ta görülür; orada da romanda değil, daha çok hikâyede. Denilebilir ki, Türk hikayesi 50’li yıllarda, kendini varoluşçulukla yenilemiş/temize çekmiştir, Ama, şiir söz konusu olduğunda, söz konusu yıllarda varoluşçuluktan söz etmek ne ölçüde olanaklıdır. Örneğin Aragon üzerinde böyle bir etkiden söz edilebilir mi?
Varoluşçulukla Türk şiiri arasında böyle bir ünsiyet bağı aramak, her şeyden önce, bir dizi peşin problemle yüz yüze gelmeyi gerektirmektedir. Örneğin, her şeyden önce, Türk şiirinde varoluşçuluğun izlerini aramak, felsefenin Türk şiiri üzerinde bir etkisinin olup olmadığını aramak anlamına gelir. Bu da başka bir problemi doğurur: Türk şiirinde felsefenin bir etkisinden söz edilebilir mi?
Şairliğin varoluşundan hareketle bakıldığında, etkilenmek denilen şey, monte etmek veya yapıştırmak gibi herhangi bir durum değildir. Etkilenmek, etkilenen ile etkilenilen şey arasında varlıksal bir bağ kurulması, etkilenilenin etkilenende bir iç burkulmasına, bir içlenme durumuna yol açmasıdır. Şiirin varoluşu bakımından müteessir olmak, teessür olma halidir. Buradan bakıldığında birkaç isimden söz edilebilir. Melih Cevdet Anday’dan; Hilmi Yavuz’dan.. Felsefenin şiir üzerindeki etkisi bakımından, Melih Cevdet Anday Türk şiirinin Herakleitos’udur; Hilmi Yavuz ise John Locke’u.. Herakleitos felsefe tarihinde ne ise Melih Cevdet Anday da Türk şiirinde odur; John Locke felsefe tarihinde ne ise Hilmi Yavuz da Türk şiirinde odur demek istiyorum burada. (Bu da ayrı bir yazı konusu,.) Ama her iki şair için de varoluşçuluğun bir etkisinden, varoluşçuluk karşısında bir müteessir olma durumun dan söz edilemez.
Şu soru üzerinde de durulmalıdır. Türk şiirinde varoluşçuluğun izlerini aramak, tam olarak şiirde felsefenin izlerini aramak anlamına gelir mi? Bu soru, özellikle felsefe dışındaki okura tuhaf gelecektir. Böyle bir soruya verilecek olumlu bir yanıt, her şeydan önce, varoluşçuluk veya existentialism (varoluş felsefesi değil dikkat) terimleriyle ifade edilen şeyin, yani
varoluşçuluk/-çilik veya izm denilen şeyin bir felsefe olduğunu varsayar. Ama, çuluk ve ya izm denilen şey gerçekten de felsefe midir?
Bu soru, temelde, felsefe ile dünya görüşü denilen şeyin bir ve aynı olup olmadığıyla ilgili bir sorunu dile getirmektedir. Sanıldığının ve kimi filozoflarca’ da telaffuz edilmesinin tersine felsefe bir dünya görüşü değildir; süreklilik kazandığı Grek toplumunda, dünyagörüşü olmaklıkla ıralanan bir emare mevcut değildir. Felsefenin temel kaygısı, konu edindiği problem nesnesinin ne olduğunu, o nesneyi o nesne yapan şeyin ne olduğunu irdelemek iken, dünyagörüşlerinin temel kaygısı dünyanın, orada da hayatın anlamını ve önemini belirlemektir (Kayıran, 2003: 221).
Her dünyagörüşü, dünyanın nasıl olduğu üzerine bir görüş’tür; yaşamaya ilişkin tutumların dayandığı bir varsayımdır. Bu gerçek en güzel, dünyagörüşlerini özetlendiği bellibaşlı kavramlarda, çoğun Frenkçede izmle’ biten deyimlerin anlamında belli eder kendini (Uygur, 1963: 21). Jean-Paul Sartre söz konusu olduğunda, varoluşçuluğun/existentialismin yaşamın anlamı kavramı ve problemiyle betimlenmesi ve açıklanması rastlantısal değildir. Buradan hareketle bakıldığında ve Sartre söz konusu olduğunda, yapılan varoluş felsefesinin varoluşçuluğa/existentialisme, yani felsefenin dünya görüşüne dönüştürülmesidir. Ama bu yargı elbette örneğin Martin Heidegger için ileri sürülemez.
Varoluşçuluğun/existentialismin Türk şiiri üzerindeki ünsiyet etkilerini aramak çabasının, bizi yüz yüze getireceği problemlerden biri de, bu görüşün hangi filozoflar tarafından temsil edildiği problemiyle ilgilidir. Türk edebiyatı ortamında, varoluşçuluk derken kastedilen felsefi aktör yaygın olarak Sartre olagelmiştir. 80’li yıların ortasına kadar Albert Camus’nün de existentialism içinde değerlendirildiği, varoluşçu bir yazar ve düşünür olarak kabul edildiği görülmektedir. Şimdi sorun şu: Varoluşçuluğun ana temsilcisi veya en önde gelen temsilcisi Jean-Paul Sartre mı dır? Sartre, kuşkusuz sadece varoluşçuluğun değil, bütün felsefe tarihinin, Sokrates’ten sonraki en popüler temsilcisi olagelmiş bir düşünür. Kaldı ki Sokrates’in Sartre’ınki kadar geliri olduğu söylenemez. Ama varoluş felsefesinin esinlendirici ana filozofları kuşkusuz Karl Jaspers ve Martin Heidegger’di. Sartre da, ikinci- el Sartre kaynaklarının yanı sıra Heidegger’e olan esin borcunu teslim eder. Ama Türk edebiyat ortamında varoluşçuluk denilince sadece Sartre telaffuz edilegelmiştir.
Bu arada, 50’li yıllardan 90’lı yıllara gelen süreci dikkate aldığımızda, temsilci olarak telaffuz edile gelen bu filozofların isimlerinde de Sartre’dan Heidegger’e doğru bir kaymanın Olduğu da dikkati çekmektedir.
Bu betimsel ifadeyle gizli bir yargı ileri sürdüğümü itiraf etmeliyim. Bu yargı, Türk şiirinde varoluşçuluğun teessür alanından söz edilecekse, bu alanın iki dönemde odaklaştığını dile getirmektedir:50’li yıllar ve 90’lı yıllar. Aradaki tekil örnek ve tekil çaba sadece Ebubekir Eroğlu’dur. Eroğlu’nun çabası, varoluşçuluk kimliği üzerinden değildir, ama 70’lerin sonundan 80’li yılların ortasına kadar, şiirin varlığa yönelmesi gerektiği yönündeki düşüncesi, 90’lı yıllarda ortaya çıkan şairler üzerinde etkili olacaktır. Bu dönemlerin irdelenmesine geçmeden önce, aradaki bu derin boşluğun/kopuşun nedenleri üzerinde düşünmek gerektiği kanısındayım.
Türk şiirinin 50 ile 90’lı yıllar arasındaki döneminde, varoluşçu bir zeminin geliştirilememesinin kökenindeki en önemli nedenlerinden biri zihniyet engelidir. Zihniyet engeli derken kastettiğim, angaje olmuş bilincin, şiar edindiği yargıya ezbere dayalı bağlılığıdır. 60’lı yıllardan 90’lı yıllara kadar, denilebilir ki, Türk şairinin temel kaygılarından birini metafizik korkusu oluşturur. Ben, metafizik kavramını tinsel yaşamından refüze’ etmiş bir kuşağın dönemi içinde büyüdüm (Kayıran, 2005: 19).
Metafizik denilen şey, şiiri diyalekleştirmek maddecileştirmek isteyen şair için kaçınılması, düşman olarak tanımlanması gereken bir şeydir. Çünkü bu zihniyete göre, metafizik Friedrich Engels’in dediği gibi, diyalektiğin karşıtıdır. Ama, kendini bu zihniyetin temsilcileri olarak ileri süren kişiler/şairler Engels’in metafizik kavramıyla neyi kastettiği üzerinde hiçbir zaman düşünmemişlerdir. Burada asıl önemli olan öğe şudur: varoluş felsefesi, Jaspers’ten Marcel’e, Heidegger’den Sartre’a kadar 20. yüzyıl metafiziğinin cisimleşmiş hallerinden biridir. Dikkat: 20. yüzyıl metafiziği diyorum, ortaçağ metafiziği değil.
Bu sorunun kökenindeki bu engel sadece ideolojik nitelikli değil, daha derindir. Heidegger’in şiire düşkünlüğü bilinmekte. Bu düşkünlük, bir şiir okurunun düşkünlüğü değil, bir filozofun düşkünlüğüdür. Heidegger’in, Hölderlin, Rilke ve Trakl ilgili yazıları, bir şiir incelemesi veya eleştirisinden çok, dile gelmeyen şiirin alanını dile gelen şiirlerden (Heidegger, 2004: 193195) hareketle irdeleme girişimidir. Varlığın düşünmesi dediği köklü düşünme ile Varlığa doğru düşünmenin dili olarak gördüğü şiir arasında kurduğu ünsiyet (İyi, 2003: 80-84) bağı dikkate alındığında, Heidegger’in ontolojik nitelikli bu poetik girişiminin, şairler üzerinde neden düşündürücü bir etki yapmadığı üzerinde durulması gereken bir problemdir.
Varoluş durumu denilen tinsel durum, tinsel bir öğe olan şiirde, modern şiirin kuruluş vatanı olarak görülen Fransız şiirinde kendine neden bir akım oluşturamamıştır?
Roman ve hikâyede kendisine yazınsal bir topos bulan varoluşçuluk, Fransız şiirinde, roman ve hik yede olduğu gibi neden bir akım toprağı bulamamıştır?
Bu, şiirin vücuda getireceği olanaklar bakımından, göz ardı edilmemesi gereken bir problem. Benim kanaatime göre, bu problemin kökeninde mevcut şiirin sahip olduğu iki temel özellik vardır. Başka bir deyişle mevcut şiirin sahip olduğu iki nitelik, varoluşçuluğun şiirde kendine bir topos yaratmasına engel oluşturucu bir işlev görmektedir. Bu niteliklerden biri, benim şiirin laikleştirilmesi/bilimselleştirilmesi diye adlandırdığım durumdur. Bu durum, şairin, dönemin mutlaklaştırılmış bilim aurası tarafından belirlenmesinde ortaya çıkmaktadır. Bu fenomen, şiirin yaratılma sürecinin de bilimsel bir nitelik kazanacağı iddiasını dile getirir. Bu iddiaya göre, şiir, metafizik gibi tekil bir ruhsal durum içinden değil, ölçülebilir, kontrol edilebilir ve gözlemlenebilir bir durum içinden yazılabilir.
Dadaistlerin, gazetede yer alan herhangi bir makaleyi seçip, o makaleyi oluşturan sözcükleri bir makasla kesip bir torbada karıştırıldıktan sonra yan yana getirilmesiyle de şiir yazılabileceğine ilişkin savsözleri bu anlayışın kendiliğinden örneğidir. Böylece, şiirin tinsel ve varoluşsal olanla bağı koparılmakta, dolayısıyla şiir laikleştirilmektedir. Bilimsel bir nitelik kazandırılıp laikleştirilmesiyle, şiir epistemik bir anlatıya dönüşmektedir. Bu durumda, insanın sınır durumunda, endişe ve kaybolma halinde oluşu, ötekinin gözdağı veren bakışıyla tehdit altında oluşu gibi varoluşsal haller şiirle ifade edilebilir olma olanağını yitirmektedir. İfade edilme girişiminde bulunulduğunda da, varoluşsal içeriği boş olan, kör bir anlatım dile getirilmektedir.
Bazen, irdelemenin ilerleyen sürecinde, irdelemeyi yapan akıl, uslamlamasına ara verip yaptığı şeyin neliğini de yoklamalıdır. Türk şiirinde varoluşçuluğun izlerini aramak başka şey, varoluşçuluktan hareketle şiiri değerlendirmek başka bir şeydir. İlki şiirle ilgili bir durumdur, ikincisi ise, şiir eleştirisiyle, orada da kuramı doğrulamaya ilişkin işlev gören ve yaygın olarak bilimsel’ denilen şiir eleştirisiyle. Burada yaptığım, sanırım çok açık, varoluşçuluktan ve/veya varoluş felsefesinden hareketle şiiri değerlendirmek değil.
Varoluşçuluğun/existentialismin Türk şiiri üzerindeki ünsiyet etkilerini aramak çabasının, bizi yüz yüze getireceği problemlerden biri de, şiirin teknik yapısı bakımından en önemlisi de, varoluş probleminin izleksel şiirle dile getirilmesinin nasıl olanaklı olacağı sorunudur. Cumhuriyet dönemi Türk şiiri ile Varoluşçuluk arasında kurulabilecek olası bir ilişki, Türk şiirininde, varoluşçuluğun da kendilerini kendileri yapan niteliklerinin bir birini dışarıda bırakması nedeniyle pek olanaklı görülmemektedir. Cumhuriyet dönemi Türk şiiri temelde bir izlek şiiridir. Sözünü ettiğim sorun tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Burada problem nesnesi olan ve üzerinde durulması gereken izleğin ne olduğu değil, izlek şiirinin ne olduğudur.
Fenomenolojik bakımdan irdelendiğinde izlek, bir sınırlandırılma, dolayısıyla bir indirgenme durumunu dile getirir. İzlek, varoluşun sınırlandırılması, ruh durumunun belli bir tanımlamaya indirgenmesidir. Oysa, ruh durumu, ne indirgenebilir ne de sınırlandırılabilir türdendir, Çünkü, gerçeklikte, ruhsal durum, bir zihinsel zeminde odaklaşamaz; ruh, zıt ve değişik haller arasında salınım halinde gidip gelir.
İzleksel şiir bir bilinç içeriğinin şiiridir. Husserl’ın terimleriyle söylersek, izleksel şiir, varoluş durumunun belli bir bilinç içeriğine indirgendiği bir şiirdir. Örneğin, aşk izleği ile ilgi bir şiir, aşık olma durumunun şiiri değil, aşkla ilgili bir bilinç içeriğinin şiiridir. İzlek temelli şiirde, konu edinilen bir durum değil, sınırlandırılmış bir içeriktir. Dolayısıyla, izlek temelli bir şiirde, aşktan bahsederken yoksulluktan veya yokluk durumundan bahsetmek, Hanyadan bahsederken Konya’dan bahsetmek’ deyiminin işaret ettiği anlam durumuna düşmek demektir.
Şiirinizden dolayı, Şu dizenin yukarıda bahsedilenle ne ilgisi var? türünden sorularla sık sık karşılaşabilirsiniz. Dolayısıyla, izlek temelli bir şiir yazan bir şairin bir şiirinde varoluş kelimesini/kavramını kullanması veya kullanmış olması, söz konusu şairin varoluş felsefesinin tinsel alanına gönderme yapmış olması anlamına gelmez. Varoluşçuluk, varoluş kelimesini kullanmayı değil, varoluş durumunu göstermeyi gerektirir. Varoluş kavramını şiirin içinde kullanmak ve bu kullanımdan hareketle varoluşla ilgili tinselliğe gönderme yaptığını ima etmek veya ileri sürmek, ancak ve ancak İngiliz empirizmine dayalı adcılığın, nominalizmin sınırları içinde olanaklıdır, Bu nedenle, varoluş durumu, izleksel şiir yazmayan şairlerde kendisine bir olanak bulacaktır.
İzlek temelli bir şiir varoluş durumunu göstermeye engeldir, çünkü varoluş durumu indirgenemez; Heidegger’in, Husserll’dan fenomenolojik kopuşunu dile getiren ifadesiyle söylersek, varoluş paranteze alınamaz. Paranteze aldığınızda, sınırlandırdığınızda, artık sözünü ettiğiniz, bir varoluş durumu değil, bir bilinç içeriğidir. Bu, benim epistemik şiir diye adlandırdığım bir türüdür.
Bununla birlikte, bütün bu üstü örtülemez problemlere rağmen Türk şiirinde varoluşçuluğun ve varoluş felsefesinin teessür alanından söz etmek de olanaklıdır. Sanırım anlaşılmıştır, varoluşçuluk derken daha çok Sartre ve yazınsal varoluşçuluğu kastediyorum; varoluş felsefesi derken de, Heidegger, Jasper, Sartre ve felsefi varoluş problematiğini.. Ve iki teessür döneminden; 50’li yıllar ve 90’lı yıllar olmak üzere..
Türk edebiyatında varoluşçuluğun, şiirde değil, roman ve hikayenin, daha çok da hikayenin alanında geliştiği görülüyor. 50’li yılların yazarları daha çok Sartre’dan ve felsefeden çok yazısal akım olarak varoluşçuluktan, yani yazınsal yapıtlardan etki taşırlar. Bu dönemde varoluşçuluğun etkisinin bulunabileceği üç şairden söz edilebilir: Edip Cansever, Turgut Uyar ve Ahmet Oktay. Ama, felsefi değil yazınsal etki.. Çünkü, bu şairlerinde varoluşçuluğun felsefi yapıtlarını veya en azından felsefi düşüncelerini ne oranda okudukları kuşkuludur. Burada, o dönemde varoluşçuluğun felsefi yapıtlarının henüz tercüme edilmediği ileri sürülebilir. Doğrudur ama, varoluş düşüncesi’ okunabilirdi. Türk düşünce ortamının, bu türden yazılardan yoksun olduğu ileri sürülemez. Nusret Hızır’ın Felsefe Yazılar’nın önemli bir bölümü varoluş felsefesiyle ilgilidir. Nusret Hızır, çok az yazmış bir felsefeci. Analitik Felsefenin Türkiye’deki bu en güçlü temsilcisinin varoluş felsefesi hakkında yazması, bu akıma veya modaya ilişkin entelektüel ortamdaki gereksinimi gösterir bize. Ama, sorunu kavramada, Muzaffer İlhan Erdost’un Cemal Süreya’yla ilgili şu betimlemesi daha ufuk açıcıdır: Oylumlu (hacimli) bir kitabı tam olarak okudu mu Cemal Süreya diye sorarım kendime. Sade’ı ya da Goriot Baba’yı değil ama, bilimsel sosyalizmin bellibaşlı yapıtlarından birini, örneğin Kapital’i okudu mu? Bakmış, karıştırmış, şurasından burasından okumuş gibi gelir bana. Okuyup irdelemeyi değil, daha çok konuşmayı sevmiş olmalı Cemal. Konuşmaya benzer bir ilişkidir kitaplarla kurduğu ilişki de. (Erdost, 1994: 53) Cemal Süreya, İkinci Yeni şiirinin çok okuyan şairinden biri olduğunu unutmamak gerekmektedir. Erdost’un bu betimlemesi, aslında yaygın bir şair tipi için ileri sürülebilir. Bu bakımdan, Türk şairlerinin varoluş felsefesi karşısındaki durumlarını anlamamızda ikna edicidir.
Yazınsal bir akım olarak varoluşçuluğun Türkiye’deki önde gelen temsilcilerinden biri olan Demir Özlü’nün, 1982’de yayınlanan bir yazısında, bunalım edebiyatı’ olarak adlandırdığı Sartre varoluşçuluğuyla ıralanan bu edebiyatın, kendi üzerindeki etkisini gösteren temaları ile terminolojisinin, büsbütün bilerek yapılan bir seçime dayanmadığını söyler (Özlü, 1982: 123). Bir itiraftır kuşkusuz bu.
Bu veriler göstermektedir ki, 50’li yıllarda, varoluşçuluğun Türk şiiri üzerindeki etkisi felsefi bir etki değil yazın yapıtları dolayımıyla oluşan bir etkidir. Kaldı ki, Edip Cansever’in şiiri, tersi bir iddiayı dışarıda bırakıcı niteliktedir. Cansever’in şiiri, sadece kendi döneminde değil, bütün Cumhuriyet dönemi Türk şiiri içinde düşünsel yargı içermeyen ve sadece edebi öğeyle kurulmuş neredeyse tek şiir olmakla ıralanır.
Cansever’ in şiirlerindeki gerek anlatıcı-ben, gerekse şiir kişileri seçme, seçememe, özgürlük, tutsaklık, atılmışlık, yalnızlık, bunaltı, varolamayış, sıkıntı, aklın ve iradenin güçsüzlüğü, eylemsizlik terimlerinde betimlenen bir tinsel evrende her hangi bir tasarıdan yoksun olarak yer alırlar. Bununla birlikte, Cansever’in şiirini sadece varoluşçulukla tanımlamak, onun şiiri için eleştirel bir indirgeme olur; varoluşçuluğun, Cansever’in beslendiği yazınsal bir akım olduğu söylenebilir ancak.
Oysa, varoluşçuluğun tam da bu yolda (bunalım edebiyatı olarak) yorumlanmasına bir tepki olarak yazılan Varoluşçuluk Bir Hümanizmadır’ın henüz başlangıç kısmında Sartre, varoluşçuluğun insanın umutsuzluğunu, miskin bir eylemsizlik halini, insanın kirli bulanık, karanlık ve başıboş hallerini betimleyen bir görüş olmadığını (Sartre, 1981: 5558) dile getirir.
Sartre’ın yanlış algılanmazsına yol açan nedenlere de değinmek gerekmektedir. Sartre’la ilgili yaygın yanlış kanılardan biri Herkes olmak istediği şeyi olur. önermesinde dile getirilir. Sartre göre de, herkes olmak istediği şey olamaz. İnsan kendi varoluşunu gerçekleştirmek için çaba harcar. Ancak bu çaba öteki tarafından durdurulur. İnsanın varoluşunun neliği için, Sartre’ın bakış/bakma/görme teorisi ile Heidegger’in gözdağı/bedrohung kavramının hesaba katılması gerekir. Ötekinin bizim varoluşumuz üzerinde oluşturduğu gözdağı sorunu Türk şiirine ancak 90’lı yılların ikinci yarısında girecektir.
Özgürlük ve yabancılasma kavramının bir değeri yok artık. Etkileyici olan daha çok ve yaygın olarak Heidegger.. Bu veraset, bir türün diğer bir türü, yani şiirin felsefeden etkilenmesi tarzında bir etki değil; daha çok şairin kendi varoluşunun içinde bulunduğu ilişkilerin, dünyanın neliğini tanımlaması bağlamında felsefeden bir etkilenmedir. Bu oldukça yeni bir durumdur. Çünkü Türk şairleri yaygın olarak içinde bulundukları tarihsel dönemde itibar gören ideolojiden etkilenirler, etkilenmek isterler, felsefeden değil; kendi popülaritelerinin aracı kılabilecekleri ideolojiden.
90’lı yıllarda, varoluş felsefesinin etki alan içinde olan üç şairin şiirinden söz edilebilir. Ayhan Kurt, Osman Çakmakçı ve benim şiirimden. Her iki şairin de, üniversitede başlangıçta yazıldıkları bölümleri (Ayhan hukuk, Osman ise psikoloji bölümünü) terk ederek felsefe okuduklarına dikkat çekerim. Şair, kendi kişisel varoluşu olarak, ideolojik olmakla ıralanan bir dünya tasarısının bittiği veya bizim için artık inandırıcı bir mânâ ve değer taşımadığı bir sınır durumundayız. İdeolojik dünya tasarısının inandırıcılığını yitirmesinin nedeni, tasarının kendisi değil, daha çok, bir dönem bu tasarının taşıyıcı sı olmuş veya olduğunu ileri süren öznelerin ötekilerine veya benzerlerine gözdağı veren edimlerden uzak olamayışlarıdır. İnsanın unutulmuşluğu, terk edilmişliği, fa kirleşmesi ve yersiz yurtsuzlaşması söz konusu şairler için epistemik bir argüman değil, zaten onlara içkin olan bir deneyimdi. Sosyolojik düşünüş biçimi, hiçbir dönemde böyle bir retle karsılaşmamıştı. Kırın ve göçebe halin bir hava deliği durumuna gelişinin öne sürümü ne rastlantısaldı ne de ilineksel. Kendi kişisel varoluşu ile şiir arasındaki ontik ve etik tutarlılık için özgürlüğü fedakarlık olarak yorumlamak gerekiyordu. Hakikatten başka bir olanağımız yoksa, yokluk halinde varolmak tek huzur sağlayıcı varoluşsal edimdir. Heidegger’in söylediği gibi , Varlık’ın ikametgâhı kendini , das Man’ın var olma alanı olan varolanda değil, yokluk alanında hissettirir. Bu fedakârlık ister.
Yücel Kayıran
Eylül 2005, Kitap-lık
Kaynakça:
Aksoy, Ekrem (1981), Yazın ile Felsefenin Eylemde Buluşması, Türk Dili, Sayı: 349, Ankara
Biemel, Walter (1984), Sortre, Çev. Veysel Atayman, Alan Yayıncılık, İstanbul
Erdost, Muzaffer Ilhan (1994), Üç Şair, Onur Yayınları, Ankara
Heidegger, Martin (2004), Varlık ve Zaman, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul
Heidegger, Martin (2004), Şiirde Dil -Georg Trakl’ın Şiiri Üzerine Bir İrdeleme, Heidegger Kitabı, Kaan H. Ökten, İstanbul
İyi, Sevgi (2003), Martin Heidegger’de İnsan Sorunu, Asa Yayınları, Bursa –
Jaspera, Karl (1986), Felsefe Nedir?, Çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, Say Yayınları, İstanbul
Kayıran, Yücel (2003), 21. Dünya Felsefe Kongresi ve Türkiye’de Felsefe Tasarımı, Toplum ve Bilim, Sayı:98, Ankara
Kayıran, Yücel (2005), Metafizik Korkusu, Mor Taka, Sayı: 1, Trabzon
Örnek, Yusuf (1991), Martin Heidegger’de Metafizik Problemi, Türkiye 1. Felsefe Mantık Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ülke Yayınları, Ankara
Özlü, Demir (1982), Bir Tanıklık, Yazko Felsefe Yazıları 2. Kitap, İstanbulSartre, Jean.Paul (1981) Varoluşçuluk, Çev. Asım Bezirci, Yazko Yayınları, İstanbul
Uygur, Nermi (1963), Dünya görüşü, Elif Yayınları, İstanbul