“İnsanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur” Günlükler – Stefan Zweig

Stefan ZweigYaşamının son yıllarını, önce İngiltere’de, sonra da Brezilya’da gönüllü sürgünde geçiren, dünyanın çöküşüne, inandığı, koruduğu kavramların yıkılışına, bozuluşuna daha fazla katlanamayacağını düşünerek karısıyla birlikte 1942 yılında intihar eden Stefan Zweig, savaşın acımasızlığının ve acılarının kusursuz bir tanığıydı.

Yüzyılımızın önde gelen aydınlarından Stefan Zweig ın Türkçede ilk kez yayımlanan Günlükleri, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının acılarını derinden yaşayan bu duyarlı insanın, içinde bulunduğu dönem ve ortamla ilgili duygu ve düşüncelerini, iç dünyasını açıkça ortaya koyan birer belge niteliğinde. Varlıklı ve kültürlü bir ailenin ikinci oğlu olarak 1881 yılında Viyana’da doğan Zweig’ın gençlik yılları Avrupa’nın “altın güvenlik çağı”na denk gelmişti. Viyana bitimsiz görünen barış kozasının içinde yaşayan bir kültür kentiydi. Yahudiler, Yahudi oldukları için okulda da, toplum yaşamında da, edebiyat dünyasında da hor görülmüyorlardı. Zweig’ın serveti çalışmadan yaşamasına, istediği gibi gezmesine izin veriyordu. Özgür ve mutluydu bu dönemde. Oysa Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte her şey değişti ve bir daha da düzelmedi. Yaşamının son yıllarını, önce İngiltere’de, sonra da Brezilya’da gönüllü sürgünde geçiren, dünyanın çöküşüne, inandığı, koruduğu kavramların yıkılışına, bozuluşuna daha fazla katlanamayacağını düşünerek karısıyla birlikte 1942 yılında intihar eden Stefan Zweig, savaşın acımasızlığının ve acılarının kusursuz bir tanığıydı.

Günlüğüne yazdıkları, çoğu kez, kişisel ya da siyasal bir heyecan ya da değişim ânına duyduğu tepkiyi o anda dile getirmekti; bunu yaparken özgür, kendisiyle baş başa ve yalnız olduğunun bilincinde olarak, salt düşüncelerini sayfalara geçirme amacını taşıyordu. Öyle ki, sonradan kimi kez bu yazdıklarını yırtıp atıyordu. Yaptığı önemli yolculuklar da Zweig’ı günlük tutmaya heveslendiriyordu. Günlük tutma dürtüsünü besleyen nedenlerden biri de, günlük olayları, daha sonra üzerinde düşünmek için, bir kenara kaydetmek olduğu kadar, daha sonraki çalışmalarında bu notlarından yararlanmaktı da. Ama en önde gelen neden, kendi kendine hesap vermek ihtiyacıydı. Bu sabırsız aydın, olaylar tekdüzeleşmeye, birbirinin benzeri olmaya başladığında, ölü zamanlara girdiğinde, günlüğüne ara veriyordu. “Hayatıma yeni bir şeyler katılmadıkça kurur giderim ben,” dediği oluyordu. Elinizde tuttuğunuz Günlükler, 10 Eylül 1912’de başlıyorsa da daha öncekilerin de bulunduğunu, yazışmalarından ve bu ilk güne düştüğü nottan – “kaçıncı kez” demektedir- anlıyoruz. Ama bunlar ortaya çıkmamıştır.

Günlüklerde 1918 yılının Kasım ayıyla 1931’in Ekim ayı arasında büyük bir boşluk vardır; tam on üç yıl. 1920’li yıllar, Stefan Zweig’ın hayatında en önemli ve verimli yıllardı. Zwe-ig, Birinci Dünya Savaşı sırasında içine düştüğü ve gitgide artan karamsarlığını, bu dönemde konferanslar, toplantılar, makaleler, yazışmalar ve kitap çalışmalarının yol açtığı yoğun çalışma ortamı içinde bastırabilmişti. 1912-1913 yıllarında olduğu gibi, en ufak günlük olayları bile günü gününe yazdığı olmamıştı. Savaş yıllarında siyasal ve savaşsal olaylar Zweig’ın iç huzursuzluğunu artıran nedenler oldu. Bu dönemde Zweig, iki dünya arasında gidip geldi: Savaşa aktif olarak katılmak istememişti ama savaş arşivinde gönüllü olarak çalışıyordu; öte yandan da serbest gazeteci olarak gerçekleri özgürce, bağımsızca yazmak istiyordu. Denge kurmakta zorlanıyordu; öyle ki, gazete yazıları, haberler ve askerlik görevi, onu, doğasına hiç de uygun düşmeyen birtakım düşünce ve görüşleri, günlüğünde bile, bunlara inanıyormuş gibi açıklamaya itiyordu. Bu da içsel çelişkilere yol açıyordu. Zweig kurtuluşu, 1917 yılında İsviçre’ye gitmekte buldu. 1918’de ara verdiği Günlüklerine 1931 yılında kısa bir süre yeniden döndü. Yolculuklarında tuttuğu notları saymazsak, İkinci Dünya Savaşı’na kadar günlük tutmadı. Savaş sırasında, İngiltere’de yaşarken ve İngiliz yurttaşlığına geçmişken Günlüklerine yeniden başlaması, son karısı Lotte Altmann’la evlenmesiyle eşzamanlıdır. 1 Eylül-17 Aralık 1939 tarihleri arasında tuttuğu günlüğü, İngilizcesine çok güvenmediğini söylese de bu dilde kaleme almıştır; bunun nedeni, İngiltere’yle savaşa girmek üzere olan bir ülkenin eski yurttaşı olarak ve Almanca yazılmış defterlerle üzerine kuşku çekmekten korkması olabilir. Bu dönemde tuttuğu notlarda sürekli olarak çalışamamaktan, çalışma arzusundan söz etmektedir. Zweig yaşamının son on yılında gitgide artan bir umutsuzluğa düşmüştü. Sevdiği dünyanın çöküşüne dayanamıyordu. Bu karamsarlığa düşmesi yalnızca Hitler’in yüzünden değildi, kültür Avrupa’sının, Fransız-Alman dostluğunun, bağlandığı her şeyin yok olmasıydı onu yıpratan. Tutunduğu değerler silinip gidiyor, nefret, nasyonalizm, antisemitizm gibi güçler her şeye egemen oluyordu. Yaşadığı dünyayı tanıyamaz olmuştu Zweig. İçine düştüğü karamsarlık, melankoli sınırlarına giderken, çalışamamanın verdiği üzüntü de yazarı yiyip bitirmekteydi. Yabancı bir ülkede alıştığı, sevdiği insanlardan ve çevrelerden uzakta, yaşama zevkinden yoksun, kimi zaman ölümü düşleyerek hatta kabullenerek günlerini geçirmekteydi. Almanya’yla savaşa giren bir ülkede Alman asıllı olmanın ne demek olduğunu bilmekle birlikte, Almanların savaşı kazanması durumunda Yahudi olarak başına neler geleceğinin de bilincindeydi. Günlükler’ini, Avrupa’dan ayrılmasından bir hafta öncesine kadar sürdürdü. 1940 yılının Haziran’ının sonuna doğru da önce Amerika’ya, sonra ırkçılık gütmediği için sevdiği Brezilya’ya gitti; bir daha dönmemek üzere.

Zweig’ın Günlükler’inde, yıllarla birlikte, üzerinde durduğu konular da değişmektedir. İlk defterlerde, küçük olaylar, gece eğlenceleri, tiyatrolar, çapkınlıklar, dostlarla buluşmalar, edebiyat çalışmaları bolca yer alırken, daha sonra bu gibi konular bu kadar ayrıntılı olarak not edilmez. “Gençlik yıllarımın en güzel çalışması, dönemin en yaratıcı kişileriyle kurduğum ilişkiler ve dostluklardır,” der Zweig. Ne var ki bu, kendisinin de dile getirdiği gibi, gerçek değerleri ona göstermesi yanında, verimliliğini tuhaf bir biçimde etkilemiş, onu çekingenleştirmişti. Gerçekten de kalıcı yapıtlarını otuz – otuz iki yaşından sonra ortaya koymuş, yazarlık yaşamının ilk yıllarında öne çıkmamayı yeğlemiştir. Erotizme ve cinselliğe düşkün bir yazardı Zweig; ilk Günlükler’inde bu düşkünlüğü ve kadınlarla olan ufak serüvenleri bolca yer tutar. Zweig geleceği olmayan ilişkilerden hoşlanıyordu; sokak kadınları, fahişeler, terzilerle günübirlik aşklar yaşıyordu. Zweig’ın çift kişilikli diyebileceğimiz bir özelliği vardı. Bir yandan iyi yetişmiş, bakımlı, nazik, saçının bir teli bile uçuşmayan bir Viyanalı centilmen, öte yandan da bu ağırbaşlı görünümün altında geceleri sokakları arşınlayan şehvet düşkünü bir erkek. Bu ikicilik, temelde, bütün yaşamına hükmeder yazarın. Birinci Dünya Savaşı sırasında tuttuğu notlarda, yazarın içinde yaşadığı döneme ilişkin duygularında da tutarsızlıklar görüyoruz; öyle ki bir gün Almanları yererken, yaptıklarını dehşetle karşılarken, birkaç gün sonra Almanların başarılı bir saldırısını kahramanlık olarak nitelendirebiliyor; bu da Zweig’ın yaşadığı günlerin siyasal değil, duygusal bir tanığı olduğunu gösteriyor. Örneğin savaş arşivinde gönüllü olarak çalışıyor, işini kusursuzca yapıyor, ordusunun zaferlerine sevinip yenilgisine yeriniyor, ama asla fanatik olmuyor, hep barışı sayıklıyordu. Zweig, yirmili yaşlarından başlayarak yaşamı boyunca hep barışçı ve hümanist olmuş, nasyonalizmin her türünü nefretle kınamıştır, siyonizmi de. Ancak ne militan oldu, ne de eylemci. Buysa siyasal tavırları konusunda bazı yanlış anlamalara yol açtı.

Stefan Zweig, uzun bir aradan sonra, 1912 yılının Eylül’ ünde yeniden Günlüklerini tutmaya başladığında, şöyle yazmıştı: “Nedeni şu: – Eski günlüklerimden birini okurken, birden belleğimin ne kadar donuklaştığını, tehlikeli, hastalıklı derecede donuklaştığını hissettim.” Bundan yaklaşık otuz yıl sonra, özyaşamöyküsü olarak kaleme aldığı Dünün Dünyası1 adlı yapıtının giriş bölümünde, yine aynı konuda şöyle demişti: “Hafızamız bazı anıları rastlantısal olarak kaydederken, bazı anıları da raslantısal olarak kaybeden bir şey değildir, tam tersine onları bilinçli bir şekilde düzenleyen ve bilgece ayıklayan bir güce sahiptir.” Bu iki tarih arasında, varlığının içsel ağırlığının bilincinde olan bir insanın zor günlerde geçen hayatı uzanıyor. Stefan Zweig, hayatına kendi eliyle son verdiği Brezil-ya da, Rio de Janeiro yakınındaki Petropolis kentinde anılarını kaleme alırken, Günlükleri yanında değildi; onları Petropolis’e gelmeden önce yaşadığı İngiltere’de, Bath’ta bırakmıştı. Hastalıklı bir hal alan melankolisinden kaynaklanan tevekkülü içinde söylediği şuydu: “İnsanın kendi hayatında unuttuğu her şey, içinden gelen bir güdüyle zaten çoktan unutulmaya mahkûm edilmiş olanlardır.” Ama arkasından şunu ekliyor: “Başkaları için saklanabilecek şeyler ancak benim de saklamak istediklerimdir.”

Stefan Zweig’ın terekesinde bulunan dokuz günlükten oluşan bu kitap, ilk kez 1988 yılında Almanya’da yayımlandı. Kimi yeri aceleyle tutulmuş, kısaltmalar, yarım cümleler kullanılmış bu günlük sayfalarını, olduğu gibi, özgün üslubuyla aktarmaya gayret ettim, gerekli yerlerde dipnotlarla destekledim. Çağımızın bu büyük aydınının iç dünyasına ve özel yaşamının perde arkasına ışık tutan Günlükler’in, kendisini tanımamıza ve yapıtlarını besleyen temeli değerlendirmemize yardımcı olacağına kuşku yok.

Sunuş
İlknur Özdemir
Kaynak: Günlükler – Stefan Zweig , Can Yayınları

1. Stefan Zweig, Dünün Dünyası, çev. Gülperi Sert, Can Yayınları, İstanbul, 2014. (Y.N.)

 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz