STEFAN ZWEIG: YAŞAMIN İNSANA YÜKLEDİĞİNİ YERİNE GETİRMİŞ OLMAKTAN DAHA BÜYÜK MUTLULUK OLAMAZ

12

Büyük Okyanus’un Keşfi

Ömrünü yarılamış ve tam yaratma çağında bulunan bir insan için yaşamın kendisine yüklediği bir görevi yerine getirmiş olmaktan daha büyük mutluluk olamaz. Nunez de Balboa, kendisini bekleyen şeyin ne olduğunu biliyor: ya giyotinle noktalanacak kötü bir ölüm ya da ölümsüzlük! Fakat önce tahtla barışmayı sağlamak ve daha sonra da krala karşı işlediği suçları, iktidarı zorla ele geçirme suçunu bağışlatmak ve böylece resmen kabul ettirmek! İşte bu yüzden dünkü asi, Reis Comagre’nin kendisine bağışladığı altınlardan İspanya Kralı’na yasa gereği vermek zorunda olduğu beşte birini iyi bir vatandaş olarak Espanola’daki Hazine Bakanı Pasamonte’ye göndermekle kalmıyor, dünyadaki uygulamaları yalnızca bir bilim adamı olan hukukçu Enciso’dan çok daha iyi bilen biri olarak, Hazine Bakanı’nın kendisine de yüklüce bağışta bulunuyor ve ondan sömürgenin genel kaptanı olarak resmen tanınmasını rica ediyor. Gerçi Hazine Bakanı Pasamonte’nin onun bu isteğini yerine getirmek için hiçbir yetkisi yoktur, ancak kendisine bağışladığı altınların hatırı için, Nunez de Balboa’ya hukuki değeri bulunmayan geçici bir belge yolluyor. Geleceğini her yandan sağlama almak isteyen Balboa, ülkesine kazandırdığı şeyleri krala anlatmaları ve kabile reisinden öğrendiği önemli haberi bildirmeleri için, en çok güvendiği iki adamını da İspanya’ya yolluyor. Bana yalnızca iki bin adam gerekli, diye Sevilla’ya haber gönderiyor, kendisinden önce hiçbir İspanyol’un yapamadığı şeyleri bu iki bin kişiyle başarabileceğini bildiriyor. Balboa, yeni denizi keşfetmeyi ve Kolomb’un söz verip de yerine getiremediği, ancak kendisi tarafından mutlaka ele geçirilecek olan şu altın ülkesini de İspanya’ya kazandırmayı üstüne alıyor.

Bu umudunu yitirmiş insan, bu mahvolmuş asi için her şey iyiye gidiyor gibi! Ancak İspanya’dan gelen ilk geminin getirdiği haberler çok kötü. Elinden her şeyi alınan ve kaçmak zorunda bırakılan Enciso’nun sarayda yapacağı şikâyetlerin etkisini azaltmak için İspanya’ya göndermiş olduğu isyancı ortaklardan biri durumunun tehlikede olduğu, orada kendisini ölümün beklediği haberini getiriyor Balbao’ya.

Çünkü Enciso, iktidarı zorla eline geçiren bu haydut aleyhine İspanyol mahkemesinde dava açmış ve Balboa’yı, uğradığı zararları ödemeye mahkûm ettirmiştir. Yakınında bulundukları Güney Denizi üzerinden beklenen ve belki de onu kurtaracak olan haber henüz gelmemişti; ancak krala karşı yaptığı davranışlarından dolayı Balboa’dan hesap sormak ya da onu zincire vurup İspanya’ya götürmek üzere bir hâkim bir sonraki gemiden inecekti; işte bu kesindi.

Vasco Nunez de Balboa, mahvolduğunu anlıyor. Yakınında bulunduğu Güney Denizi ve altın kıyısıyla ilgili olarak gönderdiği haber yerine ulaşmadan kendisini yargılamışlardır. Kafası kumlarda yuvarlanırken, onlar bu haberden elbette yararlanacaklar. Onun düşlerini, herhangi biri gerçekleştirecek. Balboa, İspanya’dan umudunu kesmek zorundadır artık. Kralın atadığı valiyi ölüme sürüklediğini, hiç kimseye sormadan polis müdürünü makamından zorla uzaklaştırdığını biliyorlar. Eğer yalnızca hapse mahkûm edilir ve yaptıklarının hesabını boynu vurularak ödemeyecek olursa, kendisini bağışlanmış sayacak. Güçlü dostlarının yardımını da bekleyemez, çünkü artık tüm gücünü yitirmiştir ve en iyi yardımcısı olan altın da, acındırıp bağışlanmasını sağlayacak kadar ses getirmemiştir. Yaptıklarının hesabını vermekten onu ancak bir tek şey kurtarabilir: daha atak davranıp daha büyük çapta işler yapmak. Kraliyet yargıçları karaya çıkmadan ve görevliler onu yakalayıp ellerini ve ayaklarını bağlamadan önce yeni denizi ve yeni altın ülkesini bulacak olursa, belki canını kurtarabilir. Bu kıtanın insan ayağı değmemiş topraklarını ele geçirip ölümsüzlüğe sığınmak Balboa için biricik kurtuluştur.

Nunez de Balboa, bilinmeyen okyanusun keşfi için İspanya’dan istediği iki bin kişinin beklenmemesi gerektiğine karar veriyor. Burada oturup gemiden inecek hâkimleri de beklemesi gerekmiyor. Bu az sayıdaki gözü pek adamla bu çok büyük işi gerçekleştirmeyi göze alması daha doğru olurdu. Elleri bağlı bir durumda giyotinin altında bir alçak gibi ölmektense, onuruyla ölüp gelmiş geçmiş en büyük serüven adamı diye anılmak çok daha iyi. Nunez de Balboa bütün sömürge halkını bir araya topluyor, zorlukları saklamadan dağlar arasından geçme düşüncesini onlara açıklıyor ve arkamdan gelmek isteyen var mı, diye soruyor. Onun bu ataklığı, ötekileri de yüreklendiriyor. Yüz doksan kişi, yani sömürge halkının hemen hemen eli silah tutanlarının tümü, hazır olduklarını söylüyorlar. Donanım için çok fazla düşünmeye gerek yoktur, çünkü bu adamlar zaten sürekli savaş halinde yaşamaktadırlar. Darağacından ya da zindandan kurtulmak isteyen bu kahraman ve eşkıya, serüven düşkünü ve asi adam, Nunez de Balboa, işte böylece 1 Eylül 1513 tarihinde, ölümsüzlüğe doğru yürüyüşe başlıyor.

Ölmezlik Anı

Panama’yı çevreleyen dağlar arasındaki boğazlardan geçilmeye, Balboa’nın hayat arkadaşı, kabile reisinin kızı Careta’nın küçük ülkesi Coyba topraklarından başlanıyor. Çevreyi tanımaması yüzünden Balboa’nın sonradan anlaşılacağı üzere boğazın en dar yerini seçmemiş olması, bu tehlikelerle dolu geçidi aşma süresini birkaç gün daha uzatıyor. Fakat hiç tanınmayan bir ülkeye yapılan böylesine atak bir hareket için Balboa’nın, her şeyden önce ikmal ve çekilmede kendisine yardımcı olacak dost bir yerli kabilesinin güvenini kazanmış olması gerekliydi. Korkunç buldog köpeklerinin koruyuculuğunda kargılar, kılıçlar ve oklarla silahlandırılmış yüz doksan asker, on büyük kayığa binerek Darien’den Coyba’ya geçiyor. Dost ve müttefik kabile reisi, yüklerini taşımada ve yol göstermede yardımcı olmaları için yerlilerini onların emrine veriyor ve böylece gözü pek ve en tehlikeli kişiler için bile sonsuz zorluklarla dolu o ünlü yürüyüş bu sarp yamaçlar arasından daha 6 Eylül’de başlamış oluyor. İspanyollar yüzyıllar sonra Panama Kanalı yapılırken bile binlerce cana mal olacak bu bataklık ve sıtma mikrobuyla dolu topraklarda, ekvatorun boğucu sıcağında yol almak zorunda kalıyorlar. Zehirli sarmaşıklarla neredeyse bütünüyle kaybolmuş bu bilinmezliğe giden yolun, daha ilk andan itibaren balta ve kılıçlarla temizlenmesi gerekiyor. Önden gidenler, yeşil ve dev bir maden ocağını anımsatan sık ormanlardan ve çalılıklardan geçerek arkadan gelenlere yol açıyorlar; arka arkaya dizilerek uzayıp giden sıralar oluşturan bu İspanyol saldırı ordusu, yerlilerin ani baskınlarına karşı koymak için elleri her an tetikte, kulakları kirişte çevreyi gözetleyerek gece gündüz hiç dinlenmeden yol alıyor. Kızgın güneşin her şeyi kasıp kavurduğu ekvator ormanlarının çevrelediği bu rutubetli loşlukta, insan boğulacak gibi oluyor. Gövdeleri ter içinde kalmış ve susuzluktan dudakları çatlamış, tepeden tırnağa silahlı bu insanlar, adım adım yol almaya devam ediyorlar. Birden tufanı anımsatan ekvator yağmuru boşanıyor, küçücük dereler bir anda önüne gelen her şeyi sürükleyip götüren nehirlere dönüşüyor, bu dereleri ya sel sularıyla boğuşarak ya da yerlilerin ağaç kabuklarından yaptıkları sallanan asma köprüler üzerinden geçmek gerekiyor. İspanyolların yanında bir avuç dolusu mısırdan başka yiyecek yok. Zehirli ve kan emen böcek sürüleriyle çevrilmiş bu adamlar, uykusuz, aç ve susuz, dikenlerle boğuşmaktan giysileri parçalanmış, ayakları yara bere içinde, gözleri kıpkırmızı, sivrisineklerin sokmasıyla yanakları şişmiş bir durumda, uyuyup dinlenmeden gece gündüz ilerlemeye çalışıyorlar ve sonunda bitkin düşüyorlar. Yola koyulalı daha henüz bir hafta olmuşken, adamların çoğu bu sıkıntıya artık dayanamaz duruma geliyor. Asıl tehlikenin kendilerini bundan sonra beklediğini bilen Nunez de Balboa, bütün sıtmalıların ve yürüyemeyecek duruma gelmiş olanların geride bırakılmasını buyuruyor. Bu büyük serüvene, yalnızca seçkin adamlarla atılmak istiyor. Arazi, sonunda yükselmeye başlıyor. Ekvator iklimine özgü bataklıklarda büyüyüp gelişen balta girmemiş ormanlar, aydınlanıyor. Fakat artık korunabilecekleri ağaç gölgesi de olmadığı için tepelerinden vuran kızgın ekvator güneşi, bu tam teçhizatlı insanları kasıp kavuruyor. Yorgun ve bitkin düşen İspanyollar, yavaş yavaş ve sık sık konaklayarak, iki deniz arasındaki daracık yolu tıpkı bir belkemiği gibi ayıran o sıradağlara tırmanmaya çalışıyorlar. Çevre yavaş yavaş katlanılır hale geliyor, özellikle geceleri hava serinliyor ve insanlarda bir ferahlık başlıyor. On sekiz gün süren kahramanca bir mücadeleden sonra zorlukların en zoru aşılmışa benziyor. Yanlarındaki Kızılderili kılavuzun söylediğine göre, zirvesinden her iki okyanusun da, Atlas Okyanusu ve o zaman henüz bilinmeyen ve adı olmayan Büyük Okyanus’un da görülebildiği o sıradağlar, şimdi tam önlerinde yükseliyor. Fakat doğanın bu sert ve amansız direnişi tam kırılır gibi olduğu bir sırada, yeni bir düşmanla karşılaşılıyor: Yerli kabile reisi, yüzlerce savaşçısını ileri sürerek bu yabancıların topraklarına girişini engellemek istiyor.

Nunez de Balboa, yerlilerle savaşta hayli deneyimlidir. Onların haklarından gelmek için dolma tüfeklerini bir kere ateşlemek yetiyor ve böylece şimşek ve gök gürlemesinin yerliler üzerindeki sihirli etkisi, bir kere daha kanıtlanmış oluyor. Korku içinde haykırarak kaçan yerlilere, İspanyollar, buldog köpekleriyle arkadan saldırıyorlar. Ama, bu kolay kazanılmış utkuya sevineceği yerde Balboa, bütün İspanyol sömürgecileri gibi acımasız davranarak, bu başarısını lekeliyor: Savunmasız, elleri bağlı esirleri boğa güreşi ve gladyatör oyunlarında kullanılan zavallılar gibi aç buldog köpeklerinin önüne canlı canlı attırarak parçalattırıyor. Nunez de Balboa’nın adı ölümsüzlük gününden önceki gece, işte bu iğrenç katliamla kirlenmiş oluyor.

İspanyol sömürgecilerinin kişilik ve davranış biçimlerindeki bu anlaşılmaz çelişki bir kere daha kendisini gösteriyor. Koyu bir Hıristiyan olan bu insanlar, bir yandan dindarlık ve inanç bütünlüğü içinde, içten gelen kutsal bir duyguyla Tanrı’ ya sesleniyorlar, öte yandan da insanlık tarihinin gördüğü en rezil davranışları yine bu Tanrı adına sergiliyorlar. Cesaretin, özverinin ve nefsi feda edip her türlü acıya katlanabilmenin kahramanca örneğini verebilecek bu insanlar, insanlık adına utanç verici bir biçimde birbirlerini aldatıyorlar ve birbirleriyle çekişiyorlar. Fakat bütün bu utanç verici davranışlarının içinde yine de bir onur duyguları var ve tarihsel görevlerinin büyüklüğüne yakışan bir bilinçle hareket ediyorlar. Bir akşam önce elleri bağlı suçsuz tutsakları vahşi köpek sürülerinin önüne attıran ve ağızlarından henüz taze insan kanı damlamakta olan hayvanların dudaklarını hoşnutlukla okşayan Nunez de Balboa, yaptığı şeyin insanlık tarihi için taşıdığı önemi çok iyi biliyor ve kesin an geldiğinde, çağları aşacak o büyük tavrı takınmasını biliyor. O, 25 Eylül gününün insanlık tarihi için taşıdığı anlamın bilinci içersindedir ve bu acımasız, gözünü daldan budaktan sakınmayan serüven adamı, çağlar boyu iz bırakacak görevinin önemini çok iyi anladığını davranışlarındaki eşsiz İspanyol heyecanı ve coşkusuyla gösteriyor.

Balboa’nın büyük serüveni mutlu sona yaklaşıyor. Katliamdan hemen soma, akşamüstü, yerlilerden biri ona, yakındaki bir tepeyi işaret ederek, bilinmez deniz Mar del Sur’un buradan görülebileceğini söylüyor. Balboa, hemen harekete geçiyor. Yaralıları ve yorgunları, yağmaladıkları köyde bırakıyor ve yola devam edebilecek olanlara Darien’den birlikte yola çıktıkları yüz doksan adamdan şimdi topu topu altmış yedi kişi kalmıştır o dağa tırmanmalarını emrediyor. Sabahleyin saat ona doğru, tepeye iyice yaklaşmış bulunuyorlar. Aşmak zorunda oldukları küçücük ve çıplak bir tepecik daha vardır, sonra önlerinde uzanan uçsuz bucaksız dünyayı seyredebilecekler.

Tam bu sırada Balboa, adamlarına durmalarını, peşinden hiç kimsenin gelmemesini söylüyor. Bu bilinmeyen okyanusu ilk defa görme ânını kimselerle paylaşmak istemiyor. Dünyamızın iki büyük okyanusundan biri olan Atlas Okyanusu’ nu geçtikten sonra, Büyük Okyanus’u da gören ilk İspanyol, ilk Avrupalı ve ilk Hıristiyan olmak ve bu onuru başkalarına bırakmak istemiyor. Bu büyük ânın önemiyle iyice sarsılmış ve kalbi çarpar bir durumda, sol elinde bayrağı, sağ elinde kılıcı ile bu uçsuz bucaksız boşluktaki ıssız siluete doğru yürüyor ve yavaş yavaş, hiç acele etmeden tepeye tırmanıyor. Artık düşleri gerçekleşmiştir. Yalnızca birkaç adım daha: mesafe gittikçe azalıyor ve şimdi, tem tepeye ulaştığı zaman, önünde uzanan eşsiz bir manzara ile karşılaşıyor. Sarp, meyilli inen dağların, yemyeşil ormanlarla kaplı tepelerin arkasında, bir maden parçası gibi ışıldayan uçsuz bucaksız bir deniz, o âna kadar yalnızca hayal edilen ve hiç görülmemiş olan efsaneler denizi, Kolomb’un ve ondan sonrakilerin yıllar boyu boş yere aradıkları, dalgaları Amerika, Hindistan ve Çin kıyılarına çarpan deniz uzanıyor. Nunez de Balboa, içine bu uçsuz bucaksız denizdeki maviliğin yansıdığı ilk Avrupalı gözün, kendi gözü olduğunu bilmenin verdiği keyif ve gururla kendinden geçiyor ve önünde uzanan o eşsiz manzaraya bakıyor, bakıyor, hiç durmadan yeniden yeniden bakıyor.

Vasco Nunez de Balboa, uzun uzun, kendinden geçmiş ve hayran hayran bakıyor bu mavi sonsuzluğa. Daha sonra kendine geliyor ve sevincini paylaşmak için adamlarını ve can yoldaşlarını da yanına çağırıyor. Adamları, huzursuz, heyecan içinde, soluya soluya ve haykırarak tepeye tırmanıyorlar, mavi sonsuzluğu görünce hayretler içinde kalıyorlar ve coşku dolu bakışlarla orayı işaret ediyorlar. Kafileye eşlik eden Rahip Andres de Vara, birdenbire bir ilahi söylemeye başlıyor, bunun üzerine gürültüler ve haykırışlar bir anda susuyor ve bütün askerlerin, serüven düşkünlerinin ve eşkıyaların sert ve kaba sesleri bu kutsal ilahiyle birleşiyor. Yerliler, üzerine İspanya Kralı’nın adının baş harfleri kazınacak bir haç dikmek için bu adamların, rahibin bir tek sözü üzerine, bir ağacı nasıl yere yıktıklarını hayretler içinde seyrediyorlar. Ve şu anda, zirvede yükselen bu haç, tahta kollarıyla her iki büyük denizi de, Atlas Okyanusu’nu da Büyük Okyanus’u da görünmeyen ufuklarıyla birlikte kucaklamak istiyormuşçasına bütün görkemiyle duruyor orada.

Nunez de Balboa, bu korkunç sessizlik sırasında öne çıkıyor ve askerlerine bir söylev çekiyor: Bizlere bu onuru, bu lütfu sunan yüce Tanrı’nın önünde şükranla eğilin ve ondan, bu denizi ve bütün bu toprakları ele geçirebilmemiz için yardımını esirgememesini isteyin, diyor. Eğer adamları, kendisine şimdiye kadar gösterdikleri bağlılıklarını sürdürmeye devam edecek olurlarsa, bu Yeni Hindistan’dan, İspanya’nın en zengin insanları olarak geri döneceklerdir. Balboa, rüzgârın gittiği bütün toprakları İspanya Krallığı adına ele geçirebilmek için bayrağını dört rüzgâr yönünde de sallıyor. Daha sonra, bu tarihsel ânı gelecek kuşaklara aktaracak bir belge düzenlenmesi için kâtibi Andres de Valderrabano’yu yanına çağırıyor. Andres de Valderrabano, kapalı bir tahta kutuda sakladığı hokkası ve kalemi ile birlikte, balta girmemiş ekvator ormanlarından geçirerek buraya kadar taşıdığı bir parşömen kâğıdını açıyor ve Güney Denizi’nin, Mar del Sur’un, bu toprakların valisi, asil ve yüce kaptan Nunez de Balboa tarafından keşfinde hazır bulunmuş olan bütün soyluları, şövalyeleri ve askerleri, bu denizi ilk defa Bay Vasco Nunez’in gördüğünü ve kendisinden sonra geleceklere göstermiş olduğunu doğrulamaya çağırıyor.

Sonra, bu altmış yedi insan tepeden aşağıya iniyorlar ve 25 Eylül 1513 tarihinde insanlık, yeryüzünün o zamana kadar bilinmeyen son okyanusunu da, işte böylece öğrenmiş oluyor.

Altınlar ve İnciler

Artık gerçek ortaya çıkarılmıştır. Balboa ve adamları, önlerinde uzanan denizi görüyorlar. Şimdi hemen aşağıya, sahile inip nemli dalgalarını hissetmeli, bunlara dokunmalı, onları tatmalı ve kumsalında ganimetler toplamalı. İniş iki gün sürüyor. Nunez de Balboa, dağdan denize inen en kısa yolu bulmak için, adamlarını gruplara ayırıyor. Bunlardan Alonzo Martin’in yönetimindeki üçüncü grup, kumsala ilk olarak varıyor. Bu serüven düşkünlerinin en sıradan askerleri bile kendilerini şöhret düşkünlüğüne öylesine kaptırmışlar ve ölmezlik tutkusu onları öylesine sarmış ki, şu sıradan biri olan Alonzo Martin bile, hemen kâtibini çağırtıyor ve bu henüz adı konulmamış sulara ilk defa elini ve ayağını sokup ıslatanın kendisi olduğunu bir belge ile onaylattırıyor. Alonzo, küçücük benliğini bir anlık olsun ölümsüzleştirdikten sonra, denize ulaştığını, kendi elleriyle dalgalarına dokunduğunu Balboa’ya bildiriyor. Balboa, yeni bir heyecan ve yeni bir coşkuyla hemen harekete geçiyor ve ertesi gün, yani kutsal Michael’in takvim günü, tıpkı Sankt Michael gibi silahlanmış olarak yirmi iki adamıyla birlikte, görkemli bir törenle bu yeni denizi, kendi egemenlikleri altına almak üzere kumsalda görünüyor. Balboa, hemen denize doğru yürümüyor; yüce efendileri gibi gururla ve ihtişamla bir ağacın altında dinlenerek, yükselen denizin, dalgalarını yanına kadar atmasını ve uysal bir köpek gibi ayaklarını yalamasını bekliyor. Bundan sonra ayağa kalkıyor, güneşte bir ayna gibi parıldayan kalkanını omzuna atıyor, bir elinde kılıcı, bir elinde, üzerinde Meryem Ana tasvirleri bulunan Kastilya sancağı olduğu halde, denizin içine doğru yürüyor. Dalgalar, kalçalarına vurmaya başladığı ve gövdesi bütünüyle okyanusun sularına girdiği zaman, o âna kadarki asi ve umutsuz serüvenci Nunez de Balboa, şimdi kralın en sadık uşağı ve kahraman bir komutanı olarak, sancağını dört bir yana sallıyor ve yüksek sesle şunları söylüyor: “Onların adına ve İspanya Kraliyet tacı yararına bu denizlere, bu topraklara ve bu kıyılara, bu adamlara ve limanlara el koyuyorum; bu toprakları ve bu denizleri, üzerinde herhangi bir prens ya da bir kaptan hak iddia edecek olursa, ister Hıristiyan, ister dinsiz, hangi inançtan olursa olsun, buraları Kastilya Kralı adına, şu andan başlayarak ve her zaman, dünya döndükçe ve kıyamet gününe kadar savunacağıma ant içiyorum.”

Balboa’nın arkasından bütün İspanyollar, bu yemini tekrarlıyorlar ve sözcükler dalgaların müthiş uğultusunu bir an için bastırıyor. Daha sonra her biri, dudaklarını deniz suyu ile ıslatıyor: Kâtip Andres Valderrabano, bu toprakların kral adına sahiplenme sahnesine tekrar katılıyor ve belgesini şu sözlerle tamamlıyor: “Bu yirmi iki insan ve Kâtip Andres de Valderrabano, ayaklarını bu Mar del Sur’a sokan ilk Hıristiyanlardandır ve hepsi, bu denizin suyunun da, öteki denizin suyu gibi tuzlu olup olmadığını anlamak için ağızlarını ıslatmışlar ve bu suyun da ötekisi gibi olduğunu görünce, Tanrı’ ya şükretmişlerdir.”

Büyük serüven başarıyla sonuçlanmıştır. Artık sıra, bu kahramanlık destanından dünya çıkarları sağlamaktır. Gerçi İspanyollar, yerlilerden zorla veya değiş tokuş yoluyla biraz altın elde ediyorlar; ancak bu büyük coşku ânının ortasında onları yeni bir sürpriz beklemektedir. Çünkü yerliler, civardaki adalarda bolca bulunan ve aralarında, Cervantes ve Lope de Vega’nın övgüyle söz ettikleri “Pellegrina” adını taşıyan, İspanyol ve İngiliz krallarının taçlarını süsleyen, dünyanın en güzel ve paha biçilmez incilerinden avuç avuç getiriyorlar.

İspanyollar, burada istiridye ve kum tanecikleri kadar bol bulunan bu incilerle bütün ceplerini, bütün torbalarını dolduruyorlar. Fakat kendileri için yeryüzünde en önemli olan şeyi, altını sorduklarında, kabile reislerinden biri, dağ çizgilerinin ufukta yavaş yavaş kaybolduğu güney yönünü işaret ediyor ve orada çok zengin bir ülke var, diyor. Bu ülkenin hükümdarları, altın kaplarda yemek yerler ve dört ayaklı kocaman kocaman hayvanlar reisin anlatmak istediği hayvanlar, lamalardır bu paha biçilmez yükleri, kralın hazinesine taşırlar. Kabile reisi, denizin aşağısında, güneyde, dağların arkasında bulunan ülkenin adını da söylüyor. “Biru” gibi söylenen ve kulağa hoş gelen yabancı bir isim.

Vasco Nunez de Balboa, reisin eliyle işaret ettiği yöne, dağların ufukta kaybolduğu noktaya bakıyor ve gözlerini oradan bir türlü ayıramıyor. Bu yumuşak, bu insan aklını çelen “Biru” sözcüğü hemen içine işledi. Kalbi, heyecanlı heyecanlı atıyordu. Yaşamında ikinci kez hiç beklemediği bir anda kendisine çok önemli bir haber veriliyordu. İlk haberi ona Comagre vermişti. Çevredeki denizle ilgili bu haber gerçekleşti. İnciler kumsalını ve Güney Denizi’ni, Mar del Sur’u buldu; belki bu ikinci haber de doğru çıkacak ve Balboa, dünyanın bu en zengin ülkesini, İnkalar Krallığı’nı bulup ele geçirecektir.

İlahlar İstenileni Yapmaya Her Zaman İzin Vermezler

Nunez de Balboa, özlem dolu bakışlarını ufuktan bir türlü ayıramıyor. “Biru”, “Peru” sözcüğü tıpkı altın bir çıngırak gibi bütün benliğini sarıyor. Ama çaresizlik içindedir ve bu ona çok acı veriyor. İki ya da üç düzine yorgun adamla ülkeler ele geçirmek olası değildir. O halde hemen Darien’e dönmeli ve kuvvet topladıktan sonra artık bilinen yollardan geçerek bu yeni altın ülkesine gitmeli. Fakat bu geri dönüş yolculuğu da pek kolay olmayacak. İspanyollar, ekvatorun balta girmemiş ormanlarıyla yeniden mücadele etmek, yerlilerin baskınlarına karşı koymak zorundadırlar. Dört ay süren, korkunç güçlüklerle dolu zorlu bir yürüyüşten sonra 19 Ocak 1514’te, tekrar Darien’e varanlar artık savaşçı değiller, son bir gayret gösterip ayakta kalmaya çalışan sıtmalı küçücük bir kafile. Yorgunluk ve bitkinlikten neredeyse ölecek hale gelmiş olan Balboa’yı da yerliler bir hamak içinde taşımaktadırlar. Fakat tarihin en büyük işlerinden biri başarılmıştır. Balboa verdiği sözü tutmuş ve kendisiyle birlikte bilinmezliğe gelme yürekliliğini gösteren herkes zengin olmuştur. Balboa’nın askerleri, Kolomb’un ve öteki sömürgecilerin hiçbir zaman ele geçiremediği altınlarla, Güney Denizi kıyılarından dönmüşler ve öteki sömürgeciler de bu işten kendi paylarını almışlardır. Ganimetin beşte biri de taht için ayrıldı. Bu büyük adamın, zavallı yerlilerin bedenlerini vahşice parçalayan köpeği Leoncico’yu bile ganimetin paylaşılması sırasında unutmayarak savaşçılarından biriymiş gibi beş yüz altınla ödüllendirmesini kimse ayıplamıyor ve kimse bundan dolayı ona kızmıyor. Böylesine kusursuz bir adamın vali gibi otoriter davranmasına kimse karşı çıkmıyor. Bir zamanlar devlete başkaldırmış bu asi ve serüven adamı, şimdi bir ilah gibi görülüyor ve Kolomb’dan bu yana Kastilya tahtı için en büyük işi başarıyla sonuçlandırdığı haberini, övünerek İspanya’ya gönderiyor. Şansının güneşi, o âna kadar üzerine çöken bütan kara bulutları dağıtmış ve onu en yükseklere çıkarmıştır.

Fakat Balboa’nın sevinci uzun sürmüyor. Birkaç ay sonra, güneşli bir haziran gününde Darien halkı hayret içinde kumsala koşuyor. Ufukta bir yelkenli belirmiştir ve bu, dünyanın bu kaybolmuş köşesinde bir mucize gibi karşılanıyor. Ama Darien halkı gözlerine inanamıyor, bu geminin yanında ikinci bir gemi daha görülüyor ve sonra bir üçüncüsü, derken bir dördüncüsü, bir beşincisi ve az sonra sayıları onu, hayır on beşi. hayır hayır yirmiyi buluyor ve bütün bir filo, limana doğru hızla yol alıyor. Ve kısa bir süre sonra da gerçek iyice anlaşılıyor: Bütün bu gemilerin buralara gelmesini sağlayan şey, Balboa’nın krala yazdığı mektup. Ama başarılarını ve kahramanlıklarını bildirdiği mektup değil çünkü bu mektup henüz İspanya’ya ulaşmadı; bu, yerli kabile reisinin çevredeki altın ülkesi ve Güney Denizi ile ilgili sözlerini bildirdiği ve buraları ele geçirmek için iki bin kişilik bir ordu istediği bir önceki mektup. İspanyol tahtı böyle bir sefer için hiç duraksamıyor, görkemli bir Filo hazırlayıp hemen yola çıkartıyorlar. Ama bu son derece önemli görevi, Nunez de Balboa gibi bir asiye, kötü ün sahibi bir serüven adamına vermeyi ne Sevilla’da ne de Barcelona’da hiç kimse düşünmüyor. Kralın valisi olarak sömürgede düzeni yeniden kurmak, şimdiye kadar yapılan bütün yolsuzlukların ve işlenen cinayetlerin hesabını sormak. Güney Denizi’ni bulmak ve sözü edilen altın ülkesini ele geçirmek üzere zengin, soylu ve itibar sahibi, altmış yaşlarında ve genellikle Pedrarias diye tanınan Pedro Arias Davilla’yı bu donanma ile gönderiyorlar.

Fakat Pedrarias için can sıkıcı bir durum. Bir yandan, önceki valiyi kovduğu için asi Nunez de Balboa’dan hesap sormaya ve eğer suçu sabit görülürse onu zincire vurmaya ve yargılamaya memur edilirken, öte yandan da Güney Denizi’ ni bulmakla görevlendirilmiştir. Ama gemisi daha karaya yanaşır yanaşmaz, hesap sormaya geldiği bu asinin bütün bu olağanüstü işleri yalnız başına başarmakla Amerika’nın keşfinden bu yana İspanyol tahtı için en büyük görevi yaptığını, yalnızca kendisinin olan bu utkuyu haklı olarak kutladığını öğreniyor. Kuşkusuz, böyle bir adamı yargılayıp adi bir suçlu gibi celladın ellerine teslim edemezdi; onu saygıyla selamlayıp içtenlikle kutlaması gerek. Fakat bu andan itibaren Nunez de Balboa mahvolmuştur. Pedrarias, gerçekleştirmek üzere gönderildiği ve kendisine asırlar boyunca büyük bir ün sağlayacak bu çok büyük işi kendi başına yapmış olan bu rakibi hiçbir zaman bağışlamayacak tır. Gerçi sömürgecileri daha şimdiden kızdırmamak için bu kahraman eşkıyaya beslediği kini belli etmemek zorunda kalıyor, soruşturma erteleniyor ve Pedrarias, İspanya’daki kızını Nunez de Balboa ya nişanlayarak göstermelik bir barış bile yapıyor, ancak onun Balboa’ya karşı beslediği kin ve kıskançlık duygusu hiçbir zaman azalmayacak, hele Balboa’nın elde ettiği başarıların konuşulduğu İspanya’dan, bir zamanların asisine verilen unvanın yanı sıra bir de soyluluk unvanı verilmesi ve Pedrarias’ı, her önemli konuda onunla görüşüp tartışmak zorunda bırakan buyruk geldikten sonra, bu kin ve kıskançlık duygusu daha da artacaktır. Küçük bir ülke için iki vali fazladır, valilerden birinin geri çekilmesi ve oyunu kaybetmesi gerekecektir. Askerî kudret ve yargı gücü Pedrarias’ın elinde bulunduğu için Vasco Nunez de Balboa, başının üzerinde dolaşan kılıcı hissetmektedir. Bu yüzden, birincisinde kendisine o eşsiz başarıyı sağlamış olan kaçışı tekrarlamak ve bir kere daha ölmezliğe sığınmak istiyor. Bu amaçla Pedrarias’tan, Güney Denizi kıyılarını etraflıca araştırmak ve daha geniş bir bölgeyi ele geçirmek üzere, emrine bir kuvvet verilmesini rica ediyor. Fakat bu eski asinin gerçek amacı, denizin öteki kıyısında kendi başına, her türlü denetimden uzak, kendi filosunu kurmak ve kendi topraklarının efendisi olmak ve hatta, eğer işler yolunda gidecek olursa, o efsanevi Biru’yu, Yeni Dünya’nın bu altın ülkesini de ele geçirmektir. Pedrarias, onun bu isteğini sinsice onaylıyor. Eğer Balboa bu girişiminde başarısızlığa uğrarsa iyi olacak, fakat başarılı olursa, bu hırslı adamdan kurtulmak için epeyce uğraşacak.

Böylece, Nunez de Balboa’nın ölümsüzlüğe yaptığı bu ikinci sığınma yolculuğu başlamış oluyor. Bu yeni girişimi, birincisinin tarihte sağladığı başarıyı kazanmamış olsa da, çok daha görkemli geçiyor. Balboa, yine dağları aşarak gerçekleştirdiği bu yürüyüşü yalnızca adamlarıyla yapmıyor, birincisinin aksine, dört gemi yapımına yetecek kadar kereste, kalas, halat, yelken bezi, çapan ve bocurgatı, binlerce yerlinin sırtına yükleyip taşıtıyor. Çünkü orada bir donanma kuracak olursa, o zaman bu bölgedeki bütün kıyıları, inci adalarını ve efsaneler ülkesi Peru’yu ele geçirebilir. Fakat, hiçbir zaman yılmayan bu kararlı adamın şansı bu kez yüzüne gülmez ve karşısına yeni yeni engeller çıkar. Balta girmemiş ekvator ormanlarından geçerken kurtlar odunları yiyip bitirirler, çok zor koşullarda getirilen kalaslar işe yaramaz hale gelir. Balboa, cesaretini kaybetmez ve Panama Körfezi’nde ağaçlar kestirerek yeni kalaslar biçtirir. Azim ve kararlılıkla gerçek bir mucize başarılıyor. Çalışmalar başarıyla sonuçlanmış ve Büyük Okyanus’un ilk gemileri harekete hazırdır. Ancak tam bu sırada çıkan bir fırtına, gemilerin bulunduğu nehirlerin kabarmasına neden olur ve denize sürüklenen gemiler parçalanırlar. Ancak üçüncü bir girişim sonunda iki gemi yapılabilir. Fakat Balboa’nın daha ikiüç gemiye gereksinimi var. Ancak o zaman yola çıkabilir ve kabile reisinin güneyi işaret ettiği ve ilk kez insanın aklını çelen o “Biru” sözcüğünü duyduğu andan beri gece gündüz hayal ettiği o altın ülkesini ele geçirebilir. Nunez de Balboa, birkaç cesur asker daha getirtip oluşturacağı seçme bir birlikle kendi devletini kurabilir! Yalnızca birkaç ay daha zamana ve biraz da şansa gereksinimi var. O zaman dünya tarihine, İnkalar galibi ve Peru fatihi Pizarro’nun adı değil, Nunez de Balboa’nın adı geçecekti.

Fakat şans en çok sevdiklerine bile her zaman cömert değildir. İlahların insanoğluna iz bırakan işler başarma şansını bir defadan fazla verdikleri çok az görülmüştür.

Hazin Son

Nunez de Balboa, bu büyük girişime demir gibi bir irade ile hazırlanmıştı. Fakat hazin sonunu hazırlayan da yine bu sarsılmaz iradesi oldu. Bu sırada Pedrarias’ın kuşkulu bakışları, onun bütün amaçlarını kaygı ile izlemektedir. Belki de biri Balboa’ya ihanet etmiş ve onun hırs dolu hükümranlık hülyalarını Pedrarias’a bildirmişti; belki de o, kıskançlık yüzünden eski asinin ikinci bir başarı kazanmasından korkuyordu. Her ne olursa olsun, Balboa’ya dostça bir mektup gönderip bu büyük girişim için harekete geçmeden önce kendisiyle son bir kez daha görüşmesi için Darien yakınlarındaki Acla kentine gelmesini istedi. Pedrarias’tan askerî destek alacağını uman Balboa, çağrıya uydu ve hiç vakit kaybetmeden Darien’e döndü. Kentin kapıları dışında küçük bir müfreze ona doğru yürümektedir. Balboa, bunların kendisini karşılamaya geldiklerini sandı ve komutanlarını, pek çok senelik silah arkadaşı, Güney Denizi’nin keşfi sırasında yanından hiç ayırmadığı güvenilir dostu Francisco Pizarro’yu kucaklamak için sevinç içinde onlara doğru yürüdü.

Fakat Francisco Pizarro, Balboa’nın omzuna ellerini koydu ve kendisini tutukladığını söyledi. Çünkü Pizarro’da da ölümsüzlük arzusu kabarmakta, o da altın ülkesine göz dikmiş, onu ele geçirebilmek için yanıp tutuşmaktadır. Böylesine gözü pek bir adamı ortadan kaldırmak hiç de fena olmazdı. Vali Pedrarias, sözümona bir isyan olayı yüzünden dava açar ve yargılama çabuk sonuçlanır. Birkaç gün sonra Nunez de Balboa ve en sadık arkadaşları, boyunlarının vurulacağı kütüğün önüne getirilirler. Celladın baltası havada parlar ve yere düşen baştaki gözlerin ışığı, dünyamızı çevreleyen her iki okyanusu da insanlık tarihinde ilk defa görmüş olan gözlerin ışığı, bir anda, bir daha hiç ışıldamamak üzere söner.

Stefan Zweig
İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar
On İki Tarihsel Minyatür (Deneme)
Almanca Aslından Çeviren: Kasım Eğit, Can Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz