İNSANLIĞIN YILDIZININ PARLADIĞI ANLAR: BÜYÜK OKYANUS’UN KEŞFİ – STEFAN ZWEİG

Bir Gemi Donatılıyor

Kolomb, Amerika’yı keşiften döndükten sonra Sevilla ve Barcelona’nın kalabalık caddelerinden bir tören havasında geçerken, beraberinde getirdiği tuhaf ve paha biçilmez pek çok şeyi, o âna kadar hiç tanınmayan bir ırkın kırmızı derili insanlarını, hiç görülmemiş hayvanları, çığlıklar atan rengârenk papağanları, hantal ve ağır ağır yürüyen tapirleri ve bir süre sonra Avrupa’yı kendilerine vatan edinecek olan ilginç bitkileri ve meyveleri, hintbuğdayı, tütün ve hindistancevizini halka gösteriyor. Bütün bunlar sevinç çığlıkları atan kalabalık tarafından büyük bir hayranlıkla karşılanıyor, fakat kral ve kraliçe ile danışmanlarını en fazla etkileyen ve heyecanlandıran şey, içi altın dolu birkaç küçük sandık ve sepet oldu. Kolomb’un Yeni Hindistan’dan yanında getirdiği altın miktarı pek fazla değildi; yerlilerle değiş tokuş yaptığı ya da zorla ele geçirdiği birkaç külçe altın ve ziynet eşyası, biriki avuç dolusu kadar da altın tozu, altından daha çok altın tozu, olsa olsa birkaç yüz sikke altını basmaya yetecek kadar bir ganimet. Ancak tam anlamıyla bir hülya adamı olan, inanmak istediği şeye mutlaka inanan ve Hindistan’a deniz yoluyla gitmek iddiasında da yine haklı çıkan Kolomb, gösterdiklerinin yalnızca küçük birer örnek olduğunu böbürlenerek ve de çok ustaca uyduruyor. Güvenilir kaynaklardan öğrendiğine göre, bu yeni adalarda sonsuz altın madenleri bulunuyordu, bu paha biçilmez maden orada, bazı tarlalarda, ince bir toprak tabakasının altında düz plakalar halinde yatıyordu. Basit bir kazmayla kazılıp kolayca çıkarılabilinirdi, hatta buradan güneye gidildiğinde, insanın karşısına öyle ülkeler çıkıyormuş ki, kralları içki kadehlerini altın fıçılardan doldururlarmış ve buralarda altının değeri İspanya’da kurşuna verilenden çok daha düşükmüş. Her zaman para sıkıntısı çeken kral, kendi memleketinde bulunan bu yeni altın madeninin öyküsünü hayranlıkla ve kendinden geçercesine dinliyor. Çünkü Kolomb’un tam bir deli olduğu, anlattığı şeylerin doğruluğundan kuşkulanılması gerektiği henüz bilinmiyordu. İkinci yolculuk için hemen büyük bir filo hazırlanıyor ve mürettebatı oluşturmak için bu kez davulcular ve tellallar da gerekli değildir. Bu yeni keşfedilen altın ülkesinde altının avuçla toplandığı haberi İspanyolları çıldırtıyor ve Eldorado’ya, altın ülkesine gitmek için yüzlerce ve binlerce insan akın ediyor.

Fakat gözlerini hırs bürümüş bu insanların bütün kentlerden, bütün köy ve kasabalardan akıp gelmeleri ne kadar da hüzün vericidir. Yalnızca asalet armalarını altınla daha iyi yaldızlamak isteyen gerçek soylular, gözü pek serüven düşkünleri ya da yiğit askerler değil, İspanya’nın tüm pisliği ve çamuru da Palos’a ve Cadiz’e akın ediyor, altın ülkesinde daha kârlı bir iş edinme hevesine düşmüş bütün damgalı hırsızlar, yol kesen eşkıyalar, çapulcular, borçlular, yaşamlarını çekilmez kılan karılarından kaçıp kurtulmak isteyen kocalar, umutsuzlar ve işlerinde başarısızlığa uğrayanlar, kısacası İspanyol adliyesinin aradığı ne kadar çapulcu ya da hırsız varsa, tümü de Eldorado’ya gidecek olan filoya başvuruyor. Bir hamlede zengin olmak için her zorbalığı yapmaya ve her cinayeti işlemeye karar vermiş çapulcu ve sokak serserilerinden oluşan çılgın bir tutku seli. Bunlar, o ülkelerde toprağın basit bir kazma ile kazılıp külçe külçe altın çıkarılabildiğini söyleyen Kolomb’a öyle inanmışlardı ki, içlerinde hali vakti yerinde olanlar, bu değerli madeni, büyük parçalar halinde hemen alıp götürebilmek için yanlarına uşaklar ve katırlar alıyorlar. Bu yeni yolculuğa alınmayı başaramayanlar da başka bir yol seçmek zorunda kalıyor. Altın ülkesine daha çabuk varmak ve bütün altınları ele geçirmek için kralın iznini bile almayı gerekli görmeyen bu serüven düşkünü insanlar kendi hesaplarına gemiler donatıyorlar ve İspanya, başına bela olan bütün çapulculardan ve en tehlikeli eşkıyalardan bir anda kurtulmuş oluyor.

Espanola valisi  bu davetsiz konukların yönetimindeki adayı doldurmalarını dehşetle seyrediyor. Her yıl sayıları daha da çoğalarak gelen gemiler yükleriyle, her defasında gözlerini ihtiras bürümüş bir sürü insanı limana indiriyorlar. Ama gelenler müthiş bir hayal kırıklığına uğruyorlar, çünkü öyle söylendiği gibi buranın sokaklarında gelip toplanılmayı bekleyen ne külçe külçe altın vardır ne de üzerlerine vahşice saldırdıkları bahtsız yerlilerden bir altın zerresi bile almak olasıdır. Valiyi ve bahtsız yerlileri dehşete düşüren bu azgın insan sürüsü, adayı bir uçtan öbür ucuna kadar dolaşıp eşkıyalıklarını sürdürüyorlar. Valinin, toprak verip hayvan dağıtarak, hatta bolca insan gücü, her birine sayıları altmışyetmişe ulaşan yerlileri köle olarak verip onların adaya yerleşmesi için gösterdiği çaba da boşunadır. Gelenlerden ne yüksek soylu kişiler ne de bir zamanların çapulcuları buraya yerleşmeye ve toprakla uğraşmaya isteklidirler. Çiftlik sahibi olup buğday ekmek ya da hayvan gütmek için buraya gelmemişlerdi. Ekip biçme işleriyle uğraşma yerine yerli halka eziyet etmeyi ya da günlerini batakhanelerde geçirmeyi yeğliyorlar. Birkaç yıl içerisinde bütün ada halkını vahşice yok eden bu azgın insan sürüsünün hemen hepsi de kısa zaman içinde öyle bir borç batağına düşüyorlar ki, valinin verdiği mal ve mülkten başka pelerinlerini, şapkalarını ve hatta üzerlerindeki son gömleklerine varıncaya kadar her şeylerini sattıkları halde, yine de satıcıların ve tefecilerin elinden kendilerini kurtaramıyorlar.

İşte bu yüzden, adada saygın kişiliğiyle tanınan hukukçu Martin Fernandes de Enciso’nun 1510 yılında, Terra Ferma’daki sömürgelerinin yardımına koşmak amacıyla yeni bir birlik oluşturup bir gemi donattığı haberi, Espanola’da başarısızlığa uğramış bu insanlar için büyük bir sevinç kaynağı oluyor. Çünkü iki ünlü serüven düşkünü adam, Alanzo de Ojeda ve Drego de Nicuesa, 1509 tarihinde Kral Ferdinand’ dan Panama Boğazı ile Venezüella kıyılarının hemen yakınlarında acele bir kararla Castilia del Oro, Altın Kastilya adını verdikleri bir sömürge kurma ayrıcalığı almışlardı; bu altını çağrıştıran isim karşısında kendinden geçen, söylenen her şeye hemen inanan bu deneyimsiz hukuk adamı, bütün servetini bu işe yatırmıştı. Fakat Urba Körfezi’nde kurulan bu yeni sömürge San Sebastian’dan tek bir altın bile gelmediği gibi tam aksine acı imdat çığlıkları yükseliyor. Adamlarının yarısı yerlilerle sürdürülen savaşlarda, öteki yarısı da açlık ve sefalet yüzünden yok oldular. Bu işe yatırdığı parasını kurtarmak isteyen Enciso, servetinin geri kalanını da ortaya koymaktan çekinmiyor ve yardıma koşmak üzere yeni bir birlik oluşturuyor. Enciso’nun asker aradığı haberi duyulur duyulmaz bütün bu umutsuz insanlar, Espanola’nın bütün sefilleri, bu olanaktan yararlanarak onunla birlikte buradan uzaklaşmak istiyorlar. Yalnızca buradan uzaklaşmak, borçlulardan ve soluğunu sürekli enselerinde hissettikleri validen kaçıp kurtulmak! Fakat alacaklılar da tetikte beklemektedir; alacaklı oldukları bu insanların gizlice sıvışacaklarını ve bir daha yüzlerini göremeyeceklerini fark ediyorlar ve valiye başvurarak, kendisinden özel izin almayan hiçbir kimsenin adadan dışarıya bırakılmamasını sağlamak istiyorlar. Vali onları haklı buluyor ve isteklerini yerine getiriyor. Ada üzerinde sıkı bir denetim başlıyor. Enciso’nun yardım gemisi limanın dışında bekletiliyor, hükümet gemileri devriye geziyor ve izinsiz bir tek kişinin bile gemiye binmesi engelleniyor. Ölümden, namuslarıyla çalışmak ya da gırtlağına kadar borca girmekten daha az korkan bu umutsuz insanlar, Enciso’ nun gemisinin kendilerini geride bırakarak yelkenlerini şişirip yeni bir serüvene doğru denize açılışını derin bir hüzün içinde ve de öfkeyle seyrediyorlar.

Sandıktaki Adam

Espanola’dan yola çıkan Enciso’nun gemisi, bütün yelkenlerini şişirmiş Amerika kıtasına doğru ilerliyor ve adanın son çizgileri mavi ufukta gitgide kayboluyor. Gemi sakin sakin yol almaktadır, öyle dikkat çekici bir şey de yok şimdilik. Yalnızca görkemli bir buldog köpeği bu, ünlü Bacericco’nun yavrusudur ve Leoncico adıyla ün yapmıştır tedirgin tedirgin geminin güvertesinde dolaşıyor ve yerleri kokluyor; bu heybetli hayvanın kime ait olduğunu ve gemiye nasıl girdiğini kimse bilmiyor. Ancak köpeğin, son gün gemiye getirilen büyük bir erzak sandığının önünden bir türlü ayrılmayışı dikkat çekiyor. Sandık hiç beklenmedik bir biçimde kendiliğinden açılıyor ve içinden, tıpkı Kastilya kentinin azizi Santiago gibi kılıç, miğfer ve kalkanla tepeden tırnağa silahlanmış otuz beş yaşlarında bir adam çıkıyor. Cesaretin ve becerikliliğin ilk denemesini akıllara durgunluk verircesine yapan bu adamın adı Vasco Nunez de Balboa’dır. Jerez de los Caballeres’de soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bu adam, sıradan bir asker olarak Rodrigo de Bastidas’la birlikte Yeni Dünyaya yelken açmış ve pek çok serüven yaşadıktan sonra Espanola’da karaya çıkmıştır. Ada valisinin, Nunez de Balboa’yı iyi bir sömürgeci yapma çabası başarılı olmadı; valinin verdiği çiftliği birkaç ay sonra yüzüstü bıraktı ve alacaklılardan yakasını nasıl kurtaracağını bilmeyecek kadar beş parasız kaldı. Ama, kıyıda bekleyen öteki borçlular, yumruklarını sıkıp öfkeyle Enciso’nun gemisine binmelerine engel olan hükümet devriye teknelerine çaresizce bakarlarken, Nunez de Balboa, bir erzak sandığına gizlenip, kimsenin böyle bir kurnazlığı aklına getirmediği hareket ânından yararlanıp kendisini gemiye taşıttırmakla, Diego Colomb’un kordonunu cesurca yarmış oldu. Ancak, gemi geri dönülmeyecek kadar kıyıdan uzaklaştıktan sonra, bu kaçak yolcunun varlığı anlaşıldı. O şimdi gemidekilerin karşısında duruyor.

Enciso bir hukuk adamıdır ve çoğu hukuk bilginleri gibi o da romantik şeylere pek ilgi duymuyor. Yeni sömürgenin Alcalde’si, yani polis müdürü olarak böyle hilekâr kimselerin ve karanlık işlerle uğraşanların varlığına katlanmak istemiyor. Nunez de Balboa’ya dönerek, kendisini yanında götürmeyi kesinlikle düşünmediğini ve üzerinde insan bulunsun bulunmasın rastlayacakları ilk adaya bırakacağını sert bir üslupla bildiriyor.

Ancak iş bu kadar ileri gitmez. Çünkü gemi, Castilia del Oro’ya doğru yol alırken, henüz daha keşfedilmemiş bu boğazlardan sayıları bir düzineyi bulan gemilerin geçiyor olması, o zamana göre bir mucizedir kısa zaman sonra ünü bütün dünyaya yayılacak; olan Francisco Pizarro adında bir adamın yönetimindeki içi hınca hınç insan dolu bir sandalla karşılaşıyor. Sandaldakiler, Enciso’nun sömürgesi San Sebastian’ dan geliyorlar ve gemidekiler onları görevlerini sorumsuzca bırakmış asiler sanıyorlar. Ancak sandaldakiler, Enciso’yu dehşete düşüren şu haberi veriyorlar: Artık San Sebastian diye bir yer mevcut değil ve bir zamanların sömürgesinden geriye kalan yalnızca onlardır. Komutan Ojeda, bir gemi ile kaçmış, iki küçük sandaldan başka ellerinde hiçbir gemi kalmayan kendileri ise, bu iki küçük sandala binebilmek için arkadaşları öle öle yetmiş kişi kalıncaya kadar beklemek zorunda kalmışlardır. Bu iki sandaldan bir tanesi de yok olmuştur. Pizarro’nun sandalındaki bu otuz dört kişi, Castilia del Oro sömürgesinde hayatta kalmayı başarabilen son insanlardır. Bu durumda nereye gideceklerdir? Pizarro’nun anlattıklarını duyduktan sonra, Enciso’nun adamları, bu yazgısına terk edilmiş sömürgenin korkunç sıtmalı iklimine ve yerlilerin zehirli oklarına kendilerini teslim etmek istemezler. Tek çıkar yol Espanola’ya geri dönmektir. İşte bu tehlikeli olabilecek karar aşamasında Vasco Nunez de Balboa birden ortaya atılarak, Rodrigo de Bastidas ile birlikte yaptığı ilk geziden dolayı Orta Amerika’nın bütün kıyılarını çok iyi tanıdığını ve anımsadığına göre o zaman, sularında zengin altın cevheri bulunan bir nehrin kıyısında, üzerinde sevimli ve güler yüzlü yerlilerin yaşadığı Darien adında bir yer bulduklarını söyledi. Yeni sömürge işte orada kurulmalıydı, bu felaket yerde değil!

Keşfettiği yerin yeni bir kıta olduğunu öğrenmeden ölen keşif: Kristof Kolomb

Tehlikeli Yükseliş

Sömürgenin tüm parasal gereksinimlerini karşılayan bahtsız Enciso, içerisinde Nunez de Balboa’nın gizlendiği o sandığı onunla birlikte hemen denize atmadığından dolayı büyük bir pişmanlık içerisindedir, çünkü bu gözü pek adam, birkaç hafta içerisinde yönetimi bütünüyle eline geçirmiştir.

Bir hukuk adamı olarak yasalara ve düzene saygılı yetişmiş olan Enciso, o sıralarda daha henüz bir vali bulunup atanmadığı için İspanya Kralı adına polis müdürlüğü görevini üstlenmiş ve sömürgeyi yönetmeye çalışıyor, temizlettirip yerleştiği sefil bir yerli kulübesinde, Sevilla’daki adliye sarayındaki odasında oturuyormuş gibi sert buyruklar veriyordu. Enciso, daha henüz tek bir insan ayağının bile basmadığı bu yabanıl doğada yerlilerden altın toplamayı krallığın malıdır diye askerlerine yasaklıyor, eğitim görmemiş bu azgın sürüyü, kanun ve düzene sokmaya çalışıyordu. Fakat içgüdüleriyle hareket eden bu serüven düşkünü insanlar, kılıç adamının yanında yer alıyor ve kalem adamına isyan ediyorlar. Kısa bir süre sonra sömürgenin gerçek yöneticisi Balboa oluyor. Enciso da, canını kurtarmak için kaçmak zorunda kalıyor. Düzeni sağlamak için kralın gönderdiği vali Nicuesa’yı ise Balboa karaya bile çıkartmıyor, kralın, yönetimini kendisine verdiği bu ülkeden kovulan bu bahtsız adam, dönüş yolculuğu sırasında boğuluyor.

İşte böylece bir zamanlar sandığa saklanmış Nunez de Balboa, sömürgenin tek adamı oluyor. Fakat elde ettiği başarılarına karşın içi pek rahat değildir. Çünkü açıkça krala karşı geldiği ve gönderilen valinin ölümüne neden olduğu için bağışlanma şansı da yok gibi. Kaçmış bulunan Enciso’nun İspanya yolunda olduğunu, krala başkaldırdığı için er geç mahkemeye verileceğini biliyor. Ama yine de umudunu yitirmiş değil. İspanya çok uzakta ve bir geminin okyanusu iki kez geçmesi için daha çok vakit var. Gözü pek olduğu kadar da akıllı olan bu adam, zorla ele geçirdiği hükümdarlığını sürdürecek çare arıyor. Nunez de Balboa, başarının her türlü cinayeti haklı gösterdiği bir zamanda yaşadığını ve krallık hazinesine göndereceği yüklüce altınlar sayesinde suçunu unutturabileceğini ya da bağışlatabileceğini çok iyi biliyor. O halde, önce altın bulmalı; çünkü altın gücün ta kendisidir. Francisco Pizarro ile birlikte civardaki yerlilerin üzerlerine saldırarak her şeyi soyup soğana çeviriyorlar; bu katliamlar sırasında Balboa, amacına ulaşmakta kesin bir başarı kazanıyor. Konukseverliklerini haince ve çok kaba bir biçimde çiğneyip üzerlerine saldırdıkları kabile reislerinden biri, Careta adında bir reis, tam öldürülmek üzereyken, ona şu öneride bulunuyor: ”Yerlileri kendine düşman edeceğine kabile reisi ile bir anlaşmaya var, sadakatimin teminatı olarak sana kızımı vereceğim.” Nunez de Balboa, yerliler arasında güçlü ve güvenilir bir dostu bulunmasının önemini hemen kavrıyor. Reis Careta’nın önerisini kabul ediyor. Fakat asıl şaşılacak olan şey, onun, o Kızılderili kıza yaşamının sonuna kadar çok içten davrandığıdır. Nunez de Balboa, Reis Careta ile birlikte çevredeki bütün yerlileri egemenliği altına alıyor ve bunların arasında öyle bir güç kazanıyor ki. sonunda kabile reislerinin en güçlü olanı Comagre’nin de saygısını kazanıyor ve Comagre onu yanına çağırıyor.

Güçlü kabile reisine yaptığı bu ziyaret o zamana kadar bir serüven düşkünü, tahta karşı gelmiş amansız bir asi sayılan ve Kastilya mahkemelerince asılarak ya da boynu vurularak idam edilmesine karar verilmiş bulunan Vasco Nunez de Balboa’nın yaşamında bir dönüm noktası oluyor. Kabile Reisi Comagre onu taştan yapılmış geniş bir evde kabul ediyor. Nunez de Balboa evin göz kamaştırıcı zenginliği karşısında şaşkına dönüyor ve herhangi bir istekte bulunmadan kendisine 4000 ons altın veriliyor. Fakat şaşkınlık sırası şimdi kabile reisinde. Çünkü yerlere kadar eğilerek kabul ettiği bu gökyüzü çocukları, bu Tanrı’ya benzeyen güçlü yabancılar, altını görür görmez bütün şan ve ihtişamlarını kaybediyorlar. Tıpkı zincirlerinden boşanmış köpekler gibi birbirlerinin üzerlerine saldırıyorlar, kılıçlarını çekiyorlar, yumruklarını sıkıp haykırarak birbirleriyle boğuşuyorlar; hepsi de daha çok altın kapma peşinde. Reis, şaşkınlık ve küçümseyici bakışlarla bu azgın sürüyü seyrediyor. Bir avuç altını, kültürlerinin bütün tinsel ve teknik kazançlarından üstün tutan uygar dünyanın uygar insanları karşısında, yeryüzünün dört bir yanındaki doğa çocuklarının sonsuz şaşkınlığı var bakışlarında. Kolomb, Cabot ve Corereal gibi o çağın bütün büyük ve ünlü denizcilerinin aradığı, ancak bir türlü bulamadıkları şu öteki okyanusun varlığı da anlaşılacak ve böylece dünyayı çevreleyen yol da keşfedilmiş olacaktır. Bu yeni denizi ilk gören ve ülkesi adına el koyan kişinin adı bu yeryüzünde hiçbir zaman unutulmayacaktır. Balboa, işlediği bütün suçlardan kendini kurtarmak ve ün kazanmak için yapması gereken şeyin ne olduğunu bilir: boğazı herkesten önce geçip Hindistan’a giden denize, Mar del Sur’a açılmak ve İspanya Kralı adına yeni altın ülkesini ele geçirmek. İşte kabile reisinin evinde geçirilen bu süre, Balboa’nın yazgısını kesin olarak belirledi ve rastlantısal olayların oradan oraya sürüklediği bu serüven düşkünü adamın yaşamı o andan itibaren kuşaktan kuşağa sürecek bir anlam kazandı.

Stefan Zweig
İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar
On İki Tarihsel Minyatür (Deneme)
Almanca Aslından Çeviren: Kasım Eğit, Can Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial