Feminizm, Cinsiyet ve Epistemoloji: Feminist Akımlar ve Liberalizmle İlişkisi – Emre Işık

feminizmKadınlar ve içinde bulundukları feminist yaklaşımlar, ataerkil ideolojiyi toplumsallığımızın tüm gerçekleşme biçimlerinin temelinde değerlendirir ve bu ideolojinin yok edilmesi amacıyla öneriler ortaya koyarlar. Bu bölümün ilk alt bölümünde, kadın hareketinin gelişimi ve eşitlik arayışı hedefinden kısaca bahsedeceğiz. İkinci alt bölüm, marksist feminizmin önermelerinin ele alınmasını içeriyor. Bunu, sosyalist ve radikal feminist yaklaşımların tartışılacağı iki alt bölüm izleyecektir. Feminist akımların ele alınacağı son alt bölümde ise, Simon de Beauvoir’ın kadını ele alışı üzerinde durulacaktır.

Burada tartışılacak olan feminist yaklaşımlar, Kristeva’nın ayrımından hareketle, birinci nesil kadın hareketine dahil edilecektir. Bunun nedeni olarak, aydınlanmacı mantığa ters düşmeyen bir çizgide, gelişme ve eşitlik siyaseti gütmelerinden kaynaklandığı söylenebilir. Radikal feminist yaklaşımlar biyolojik determinist olduklarını düşündüğümüz için dışta tutulamaz. Ayrıca bu yaklaşımın eleştirdiği cinsiyetçi yapıyı yıkma yoluyla, başka bir cinsiyet ayrımcısı yapı ortaya çıkarma tehlikesi gözardı edilmemelidir.

Altıncı alt bölümde feminist epistemoloji temellendirme tartışmaları ve feminizm ile postmodernizm ilişkisi ele alınacaktır. Cinsiyet ayrımının evrensel niteliği olduğu düşüncesinin tartışmaya açılması, büyük ölçüde feminist tartışmaya yeni bir boyut getirmektedir.

Feminizm, Cinsiyet ve Epistemoloji adlı bölümde ortaya koyulmak istenen temel görüş, kadın hareketinin toplumsal, kültürel oluşumlardaki cinsiyet eşitsizliğini açığa çıkaran ve demokratik hakları kazanılması olarak üstünde durduğumuz hedefleri bir yana, günümüzde farklılaşan tebrik ve pratik çerçeve içerisinde, cinsiyet kavramı dahil, tüm teorik yaklaşımın tekrar gözden geçirilmesi gerekliliğidir. Feminizm ve postmodernizm ilişkisinin tartışılacağı son alt bölüm, bunu ortaya koymayı amaçlamakta ve aynı zamanda bu tartışmaların beden sosyolojisi çerçevesine nasıl etki edeceğini ele alacaktır.

Kadın Hareketi ve Liberalizm
En basit haliyle feminizm, kadının toplumdaki ikincil konumunu anlamaya ve dönüştürmeye çalışan bir eylem ve düşünce bütünüdür,90 diyebiliriz. Feminizmin hareket noktası ya da buradaki tanımdan hareketle birincil olarak ele aldığı şey, kapitalizmde devlet gibi dışsal noktalar değil, kadın-erkek ilişkilerinden başlayarak, gündelik hayatımızın mahrem sayılan alanlarıdır.

Her an her yerde gözlemlenen kadının ikincilliğine karşı çıkışın başlangıç noktası kutsal bekaret ve kadının güçsüzlüğünü vurgulayan bazı tabular ve önyargıların yıkılmasıdır. Bu çalışmaları Mary Wollfstonecraft’m 1789’da yayınlanan Kadın Haklarının Savunusu adlı kitabından başlatmak mümkündür.91 Wolfstonecraft en büyük desteği bu dönemde devletin güçsüzler ve kadınlardan yana müdahale etmesini savunan J. S. Mill’den almıştır.

XIX. yüzyıla kadar üretim genellikle ev ve çevresinde yapılıyordu, sadece kadın için değil aynı zamanda, erkek için de durumun aynı nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Endüstriyel kapitalizm işçiyi ev çevresinin dışına toplu, kamusal üretim yapılan alanlara çekti. Bu değişim etkisini ilk olarak evli burjuva kadınlar üzerinde göstermiştir. Wollstonecraft, üretici faaliyetlerle ilgisi olmayan bu kadınları ‘kuştüyü ırk’ olarak adlandırmıştır.92

Bu dönem feminizminin temel yaklaşımı kadın ve erkeğe eşit fırsatların ve hakların verilmesi üzerinedir. Her ne kadar bu yaklaşımlar ve gelebildikleri noktalar güdük olarak değerlendirilse de benzer yaklaşımlar günümüzde de etkisini göstermektedir.93 Toplumsal yapı içinde varolan rol dağılımı eşitlikçi değildir ve değiştirilmesi gerekir. Wolfstonecraft’ın yaşamış olduğu İngiltere’de ücret yasası, 1975’teyse cinsiyet ayrımcılığını yasaklayan yasa ancak kabul edilebilmiştir.94

Tabuların yıkılması ve kadın haklarının kazanılması son iki yüzyılda hızlanarak ivme kazanmıştır. Feminizmin sosyal bir hareket olarak güçlendiği dönem ise 1960’tan günümüze uzanan zaman dilimidir. Bu dönemin en önemli sembolü ‘kişisel olan politiktir’ sloganıdır.95 Bu sloganın çatısı altında bir araya gelen kadınlar, sorunlarının birbirine benzer olduğunun farkına varmaya başlamışlardır. Kutsal aile, kadının cinsel yaşamı ve mahrem sayılan aile hayatı, bu dönemde yoğun biçimde tartışma başlamıştır.

Kadının erkekten daha güçsüz olarak algılanmasının en temel nedenlerinden biri fiziki olanın dışında, usunu erkek kadar kullanamayacağını iddia eden önyargıdır. Yani dilimize yerleştiği şekliyle kadın saçı uzun aklı kısa’ olandır. Aklın her şey olduğu günümüz dünyasında, bu değer yargısından hareketle, kadının ikincilliği aklını kullanamaz olduğu iddiasından kaynaklanır. Bu değer yargısından dolayı, Simon de Beauvoir’a göre, kadın tarihin oluşumuna katılmamıştır, çünkü aşkın olan ve bu aşkınlık nedeniyle, tarihin de yapıcısı olan erkektir.96 Gerçekten de kadın, usunu kullanamadığından tarihin oluşumuna katılmamış bir konumda görünür. Ona göre, bu güçsüzlük tabusunun nedeni, biyolojide yatmaktadır. Çünkü kadının tarihin dışında kalan kimliği, yapma bir kimliktir. Erkeğin aşkınlığı ve akılcılığının kaynağı da biyolojik olanda aranmalıdır.

Feministler aile içinde varolan düzenin, aile içi rollerin dağılımının barışık bir yapıyı ifade ettiğini savunan teorileri reddederler. Buna örnek olarak işlevselci rol teorisi verilebilir. İşlevselci rol teorisi, aile içi rollerin kadın ve erkeğin fiziki ve ruhsal özelliklerine göre dağıldığını ve ailenin barışık bir toplumsal birim olduğunu savunur.97 Oysa, feministler, ailenin statik ve çatışmanın olmadığı bir sosyal birim olduğu inancında değildir. Ailenin yaptığı görevin başka kurumlar ya da aile içi rollerin farklılaşmış roller tarafından yapılıp, yapılamayacağını sorgularlar. Feministlerin karşı çıktıkları nokta, uyumlu işleyen aile içi roller ve bu çerçevede statik, uyumlu işleyen sosyal düzen düşüncesidir. Ağırlıklı olarak vurguladıkları noktalarsa, güç, çatışma ve değişimdir.98 Feministler temel olarak kadına verilmiş bu rollerin eleştirisini yapmaktadırlar. Juliet Mitchell’e göre, feminist hareketin içinde yer alan kadınlar daha önce bireysel olarak algıladıkları şeylerin zamanla toplumsal ve siyasal sorunlar olduğunun farkına varmışlardır. ‘Kişisel olan politiktir’ sloganı feminist hareketin önemli bir sembolü halini almıştır.

Marksist Feminizm:”Annenin” Proleterleşiirilmesi Feministler, farklı teorik çerçeveleri ve kategorileri feminist yaklaşımların içine almayı denemişlerdir. Bunlara en iyi örnek marksist feminizm olarak karşımıza çıkar. Heide Hartman’a göre, marksizm ve feminizmin birlikteliği mutsuz bir evliliktir. Bunun nedeni, marksist kuramın sermaye ve sınıf mücadelesi üzerinden tartıştığı toplumsal çerçeve içinde feminizmin tutunabilecek bir yer bulabilmesinin zorluğundan kaynaklanmaktadır. Bu evliliğin geleceği ya ilişkinin sağlamlaştırılmasının yolunun bulunması ya da boşanmada yatmaktadır.

Marksist feminist bakış açısına göre, kadınlar temel üretici ama ikincil tüketicidirler. Kadınlar aile içi ve çevresindeki kullanım değerinin üretiminden sorumlu olan temel sosyal sınıftır. Kadının özgürleşmesi çocukların bakımı dahil olmak üzere, tüm ev işlerinden kurtulmasında yatar. Bunun yolu ise, ev işlerinin sosyalleştirilmesinden geçmektedir.

Klasik marksist görüşte ev işleri yeniden üretim çerçevesinde ele alınır. Üretici ise üretime dolaysız katılan ücretli işçidir. Ev işlerinin üretici bir faaliyet olmadığı düşüncesine, marksist feministler karşı çıkar. Çünkü kadının üreticiliği, erkeğin üreticiliğini mümkün kılan en önemli etkendir. Sermaye birikiminin temelinde kadının evde yaptığı üretim vardır. Bu şekilde, toplumda ücretsiz işçi olan kadının sömürülmesi anlaşılmadan, toplumdaki sömürüyü anlamamız mümkün değildir. Kadının ücretli işçi haline getirilmesi, başka bir deyişle ev işlerinin ücrete tabi olması tezini ortaya atarlar. Böylece kadın, sınıfsız topluma doğru yapılan, kapitalizme karşı mücadeleye işçi sınıfının bir parçası olarak katılacaktır. Kadının özgürleşmesi, gelecekteki sınıfsız toplumun içinde oluşacak yeni toplumsal örgütlenmede gerçekleşecektir. Marksist feminist görüş, toplumun ataerkil yapısına fazlaca önem atfetmezken, radikal feminizm diye anılan feminist yaklaşım, kadının toplumdaki kadın erkek eşitsizliğini bu ataerkil yapının içindeki güç ilişkilerine bakarak anlamayı ve dönüştürmeyi hedeflemektedir.

Sosyalist Feminizm: Cinsiyet Eşitsizliğinin İkinci Boyutu

Ataerkilliğin cinsel politikanın adı olduğunu belirten sosyalist feministler, marksist feministlerin ‘neden ataerkillik?’ sorusunu başlangıçta sormadıklarını düşünmektedirler. Sosyalist feministlere göre, marksist feminizm cinsiyetin önemini anlayamamıştır. Sosyalist feminist yaklaşımın içeriği, ataerkillik ve kapitalist yapının birlikte düşünülmesinin, kadının konumunun anlaşılması için gerekli olduğu savıdır.

Sosyalist feminist yaklaşımı iki grupta değerlendirme eğilimi vardır. Bunlardan ilki, ataerkillik ve kapitalizmin ayrı ayrı kadının konumunu anlamakta kullanıldığı, ikilisistem teorisidir. İkincisi ise, ortak kavramlarda, bu iki yapıyı buluşturmayı hedeflemektedir. Birinci grupta yer alan Juliet Mitchell, ataerkil yapının maddi olmayan yönü ile kapitalizmin maddi yönünü birleştirmek istemektedir. Bu yolla, kadının durumunu anlamanın mümkün olacağı savındadır. Kadının rolü ve statüsü üretim ve yeniden üretim süreçlerindeki konumu tarafından belirlenirken, cinsiyeti ve psikolojik yapısı ataerkil düzenin içinde varolan oidipal kompleksten kaynaklanarak belirlenmektedir. Tarihteki tek evrensel yapı olan ataerkillik, erkeğin iktidarın kontrolünü elinde bulundurduğu ve bu iktidarın erkekte kalmasını sağlayan ‘cinsel politikanın’ adıdır.

Mitchell, kadına yapılan baskının adı olan ve tüm toplumsal yapı içine işlemiş ataerkilliği, cinsel politika olarak değerlendirir. Bu politika, Mitchell tarafından ideolojik düzeyde ele alınır ve maddi değildir. Sosyalist feminist yaklaşım içinde yer alan Heidi Hartmarın, ataerkil yapının maddi olarak ele alınabileceği iddiasındadır. Burada ataerkil yapı, Mitchell’in yorumunun aksine, psikolojik ve ideolojik değildir;  sosyal ilişkilerin hiyerarşik yapısı, ataerkil düzenin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Kapitalizmin herkesin proleterleşmesini isteyen yapısıyla, ataerkilliğin barışık bir biçimde varolduklarını vurgulayan Hartmarın, kadını (ve çocuğu) gerektiğinde sistemin ucuz işgücü potansiyeli olarak kullandığını belirtir.

Aile, üretim ve dağıtımın yapıldığı yer olarak değerlendirilirken, ‘mücadelenin’ de merkezine yerleşmiş olur. Aile içi ve dışı tüm üretim faaliyeti, ortaklaşa işleyen ataerkil yapı ve kapitalizm tarafından belirlenmektedir. Ataerkil yapının kurbanı olan kadın, kapitalist sistemde ev işçisi olarak konumlanır. Hem sınıf, hem de cinsiyet, kadının bilinçlenme durumunu belirler ve kadının mücadelesi, bu iki yapıyı değiştirmek için verilen mücadele olarak ortaya çıkar.

ikinci grup sosyalist feminist yaklaşım, birleşik sistem teorisi olarak adlandırılır. Ataerkillik ve kapitalizmin, bir bütün olarak cinsel işbölümü kavramı üzerinden anlaşılabileceğini savunan iris Young ve yabancılaşma kavramı üzerinden bu iki yapıyı ele almak isteyen Aliso Jaggar, bu grubu oluşturan birleşik sistem sosyalist feminist yaklaşım içinde gösterilebilir.

Young, kapitalizmim cinsiyetsiz yapısı için bir teoriye ve ataerkilliğin cinsiyetle belirlenen yapısı için başka bir teoriye gerek olmadığım öne sürer. Kapitalizm, cinsiyetsiz bir yapı değildir. Kadmm marjinalleşmesi ve bundan dolayı da ikincil işgücü olarak ele alınması kapitalizmin temel karakteristiğini oluşturmaktadır.

Sosyalist feminist A. Jaggar, kadının kapitalizmin baskısı altında oluşunun kaynağının sadece kapitalizm olmadığını vurgular ve kapitalizmin yıkılması yolu ile bu baskının ortadan kalkmasının mümkün olmadığını iddia eder. Buna rağmen kapitalizmde kadına karşı özgün bir baskı türü olduğunu savunur. Sosyalist feminizm, hem sınıf, hem de cinsiyet sisteminin ortadan kalkmasını hedeflemektedir.

Kadm, ücretli işgücünün cinsiyet üzerine kurulu bir yapı olması nedeniyle özel bir yabancılaşma yaşamaktadır. Kadın sadece işçi olması nedeniyle değil, aynı zamanda cinsiyeti nedeniyle de kendine özgü bir yabancılaşma yaşadığı gibi, hem cinsel, hem de duygusal olarak tüm kamusal alanda sömürülür. Kadın sadece ürettiğine değil, aynı zamanda onu belli giysilere, diyete zorlayan yapı içinde kendi bedenine de yabancılaşmaktadır.

Sosyalist feminizm yukarıda açıklamaya çalıştığımız nitelikleriyle kadının konumunu marksist feministlerin bakışından daha geniş bir çerçevede ele almaya çalışır. Sosyalist feminist yaklaşım, marksist feminizmin cinsiyetin önemini anlayamamış oluşunu eleştirerek, aşağıda açıklamayı hedeflediğimiz radikal feminizmle benzeşir.

Radikal Feminizm: Ataerkillikten Cinsiyetsizliğe

Radikal feminizm, liberal yaklaşımla karşılaştırılamayacak derecede yıpratıcı temalar ortaya atmaktadır. Marksist feministlerden toplumdaki en temel baskı türünün, kadın üzerine uygulanan baskı olduğunu vurgulamalarından dolayı, temelde ayrılır. Radikal feministlere göre, kadının özgürleşmesi klasik marksist kuram çerçevesinden yapılacak mücadeleyle gerçekleşmeyecektir. Tarihin dışında kalmışlık savma bir de toplumsal konumunu tanımlayan önyargılar eklendiğinde, toplumbilimsel gelenek içinde, ‘kadın, dışavurumcu kişiliği ve fiziksel güçsüzlüğüyle’ ikincil bir toplumsal konuma yerleşmiş olur.

Erkek ve kadın ilişkisindeki baskıyı en temel baskı türü olarak değerlendiren radikal feministler, bu baskının sosyal sınıfların yıkılması yoluyla çözümlenebileceği savını reddederler. Kadın, burada, tarihsel olarak sömürülen ilk grup olarak değerlen

dirilmektedir. Bu baskının temeli ataerkil yapıdan kaynaklanan cinsel-cinsiyet rollerinde yatmaktadır. Radikal feministlere göre, tarihte ilk sömürülen grup kadınlardır. Kadına yapılan baskı, her alanda ve tüm toplumlarda gözlemlenir. Radikal feminist iddiaya göre, kadının sömürüden kurtulması hiçbir şekilde varolan sosyal hareketlerin hedeflerine ulaşması ve toplumu dönüştürmesiyle çözülemez; örneğin toplumsal sınıfların yıkılması vasıtasıyla bu gerçekleşmeyecektir. Kadına yapılan baskı, her zaman baskıya maruz kalan ve baskıyı yapan tarafından, varolan ön yargılardan dolayı fark edilemeyebilir.

Tüm toplumlarda varolan baskıyı anlamamız, toplumdaki diğer baskı türlerinin kavramsal yapısının anlaşılmasına olanak sağlayacaktır. Cinsiyet eşitsizliğini açıklamaktaki güçsüzlüğü nedeniyle, marksist teoriden hoşnut olmayan radikal feministler, marksist teorinin eleştirisini yapmaya başlarlar.

Shulamith Firestone, cinsiyet eşitsizliğinin, ataerkilliğin temelinde biyolojik farklılığın yattığını iddia etmektedir. En temel sınıfsal ayrım kadın ve erkek arasındaki ayrımdır. Firestone’a göre bu sınıfsal ayrımda kadınlar ataerkil yapıdan dolayı baskı altındaki sınıfı oluşturur. Kadın ve erkek, ataerkil toplumlarda, biyolojik farkla ayrılmışlardır.

Firestone, buradan hareket ederek tarihsel materyalizmin yeniden yazılmasına girişir.

Kadının baskı altında olmasının kaynağı eğer biyolojikse, o zaman kadının özgürleşmesinin kaynağı da biyolojik devrimde yatmaktadır. Cinsel farklılıkların olmayacağı bir topluma ulaşmak için, kadının üretim araçlarının kontrolünü eline alması gerekmektedir. Cinsel yeniden üretim dramasında, erkeğin ve kadının farklılaşmış rollerinin sona erdirilmesinin kaynağını, teknoloji ve teknolojinin yeniden üretim yollarının taklidini mümkün kılınmasıyla gerçekleşecektir. Erkek, toplumun geri kalan kısmından bağımsız bir bütün olarak kendisini görmekte ama yine de eve geldiğinde kadının yemeği hazırlamasını beklemektedir.

Bazı yazarlara göre Firestone, kadının konumunu ortaya koyuş tarzıyla önemli bir kapıyı aralamıştır. Ama, ev işlerinin sosyalleşmesinden, doğumla ilişkili teknikleri de içine alan, kadının yeniden üretim dramasında, teknoloji vasıtasıyla, özgürleşmesi sonucu gerçekleşecek olan ataerkillik karşıtı yapıyı feminist bilimkurgusu veya ütopyası olarak değerlendirenler de vardır.

Annelikle ilişkili değer yargılarının yıkılması, radikal feministler tarafından kadının özgürleşmesinde başka bir adım olarak ortaya çıkar. Kadının biyolojik yapısıyla, sahip olduğu organlarla, sosyal ve kültürel durumunu belirleyen annelik kavramı arasında, dolaysız bir ilişki yoktur. Bu yargının nedeni, her kadının anne olmaya ihtiyaç duyduğu savının ortadan kaldırılmak istenmesinde yatar. Aynı şekilde, her kadının çocuk doğurmaya, annelik içgüdüsü nedeniyle kendi biyolojik çocuğuna ihtiyaç duyduğu savına karşı, anne doğulmadığını, anne olunduğunu’ ileri sürerler.

Biyolojik cins ve sosyokültürel cinsiyet (gender) ayrımını ilk kez ortaya atmış olan radikal feminist Arın Oakley’e göre, annelikle ilişkili en baskıcı önyargı, çocuğun biyolojik annesine ihtiyaç duyması savıdır. Oakley, bu değer yargısına da, çocuğun kendine yakın birine ihtiyaç duyduğunu söyleyerek karşı çıkmaktadır. Oakley, sosyal anneliğin önemini vurgular ve ayrıca, çocuğun babaya da anne kadar ihtiyaç duyduğunu belirtir. Burada, kadının kendi biyolojisinin farkına varması ve çocuğu feminist değerlerle yetiştirmesi yoluyla ataerkil düzenin yıkılacağı savı ortaya atılmaktadır.

Radikal feminizm, ataerkil cins-cinsiyet sistemini kadının baskı altında tutuluşunun temelinde görür. Kadına uygulanan erkek şiddeti tarihin her döneminde vardır. Bu ataerkil yapıyı, cinsel bir güç politikası olarak ele alır. Bu ayrımcılık, temelden politik bir olguya denk düşer ve tüm toplumsal güç ilişkilerinin paradigmasını oluşturur.

Bu yaklaşımda, erkek ve kadın arasındaki ilişkiler, tüm toplumsal ilişkilerin temeline oturtulmuştur. Kamusal ve özel alanın tek hakimi olan erkekten kontrolün alınması ve bu yolla ataerkil yapının yıkılması, kadının özgürleşmesi için başka bir strateji

olarak ortaya atılmaktadır. Bu cinsiyetsiz bir kişiliğin ortaya çıkarılması demektir. Çünkü bu yeni oluşacak yapıda, kadın ve erkek rolleri ortadan kalkmış olacaktır.

Radikal feminist yaklaşımda tartışmayı cinsiyetsiz kimlik boyutundan öteye taşıyan yazar olarak karşımıza Mary Daly çıkar. Daly’e göre kadının özgürleşmesini sağlayacak tek şey ‘karşı çıkan kadındır’. Daly’e göre, ataerkil düzenin temelinde, dünyanın ve cennetin hakimi, mutlak ayrımların yaratıcısı, Tanrı bulunmaktadır. Buradan başlayarak, ben-o, özne-nesne, aynı(kendi)öteki gibi karşıtlıklar üzerinden kurulan düşüncenin de Tanrı tarafından yapıldığını iddia eder. Kadın hep olumsuzun, ötekinin bulunduğu taraftadır. Erkekse, aynının yanında yer almaktadır.

Bu zihinsel karşıtlıklarla düşünmenin yıkılması yoluyla kadın özgürleşecektir. Bunu yapabilmek için gerekli olan erkek egemen toplumun kadını öteki yapan tüm yapısına hayır’ demekte yatmaktadır. Daly, “Gyn/Ecology’ adlı kitabında radikal feminizmi, ‘kadının oluşunun (becoming) seyahati’ olarak tanımlamaktadır. Kadının ataerkil düzeni yıkması yeni bir varoluş tarzını ortaya çıkaracaktır. Bu kitabında Daly, cinsiyetsiz toplum kavramını tümden reddeder. Daly, cinsiyet, cins, heteroseksüeilik ve homoseksüelliği reddetmekle kalmayıp, ataerkil ve erkek tarafından yapılan bir durum olarak, kadınlık (feminity) kavramını da benimsememiştir, çünkü ‘bunun kadın olmakla hiçbir ilgisi yoktur’. Cinsiyetsiz kimlik (androgyny) yaratma projesiniyse, Farrah Fawcett ve John Travolta’mn bir birine bantla yapıştırılması olarak değerlendiren Daly, cinsiyetsiz kimlik yaratmayı da reddedecektir. Gyn/Ecology’, kadının yaşam enerjisinin tekrar kendine çağırmayı hedefler. Her ne kadar biyolojik indirgemecilik tehlikesini görse ve uyarsa da, Daly’yi bu çözümlemeyle biyolojik farklar üzerinden cinsiyeti ele almasından dolayı, biyolojik indirgemeci olarak değerlendirebiliriz.

Radikal feministler, heteroseksüel ilişkinin kadına yapılan baskının temelinde yattığım iddia etmektedirler. Bu baskının ve ayrımcılığın yıkılabilmesi için, kadının ayrımcılığın temel noktası olan heteroseksüel ilişkinin içeriğini anlaması gerekmektedir. Radikal feministlere göre, kadınlar kendilerine özgü cinselliklerini bulmalıdırlar. Cinsel nesneleştirmenin ideolojisi, nükleer ailede erkeğin kadını sadistçe kullanmasında yatmaktadır.

Feminist hareketin felsefesine en önemli katkıyı yaptığı söylenebilecek düşünür, Simon de Beauvoir’dır. O, kadının toplumdaki konumunu erkeği ötekisi ve nesnesi olarak görmesiyle, radikal feministler gibi, zihinselkarşıtlıklarla işleyen yapıyı eleştirerek kadının konumunu anlama çabasına, önemli bir boyut getirmiştir.

Varoluşçu Feminizm: İkinci Cins

Simone de Beauvoir’m ismi anıldığında, hemen akla J. P. Sartre ve onun varoluşçu felsefesi gelmektedir. Beauvoir’m, Sartre’m gölgesinde kaldığı bile söylenmiştir. Bunun nedeni, Simon de Beauvoir’m kullandığı felsefi kavramların ve ayrıca roman karakterlerinin Sartre’m çalışmalarındaki kavramlar ve karakterlere benziyor olmasından kaynaklanmaktadır.

Beauvoir’m varoluşçu felsefeye yaptığı katkı en fazla ahlak teorisi düzeyinde değerlendirilir. Öte yanda, kadın hareketi ve feminist düşünceye yaptığı katkı tartışılmayacak boyutta önemli addedilmektedir. Beauvoir, kadının tarih sahnesindeki konumuna şöyle bakar:

“Erkek…, kendini bir aşkınlık olarak hissettiğinden, tarihi de sürekli bir oluş diye kabul eder…;”

Bu yapı içinde de Beauvoir’a göre; erkek kendini, kendi (şelf) ve kadını öteki (other) olarak tanımlar.’ Burada J. P. Sartre’ın terimlerinden hareket edersek, ayrım kendini bize daha açık gösterecektir. Bilinçsiz olan, kendi-içinde-varlık ve bilinçli, kendi-için-varlık ayrımında kadın, bilinçsiz ve öteki olan kendi-içinde-varlıktır.  Aşkın özne olan erkek karşısında kadın sadece nesne konumundadır ve erkeğin ötekisi olarak kurulmuştur. Beauvoir’a göre, kadın bu nedenle tarihin oluşumuna da katılamaz: ‘(—/) tarihin oluşumuna katılmayan kadın, onun gerçeklerini de anlayamaz.”

Kadının eli sıkılığı, dışavurumculuğu gibi, tanımlanan özelliklerin kökenini de Beauvoir şu şekilde açıklar:

“Bütün bu davranışlar hormonlardan gelmediği gibi, beyin hücrelerine doğuştan da kazınmış değildir. Bunların hepsi birer kaim halinde, içinde bulunduğu durum tarafından yaratılmıştır.”

Buradan hareketle, erkek dünyasında yaşayan ama onun parçası olmayan kadını, ikinci cins olarak adlandırır. Kadının, konumunu belirleyen doğa değildir. Onun mücadelesi maddi olandan çok, erkeklerin kavramsallaştırdığı yaşamın bütünüyle ilişkilidir. Erkek, kadının varoluşunu ve kişiliğini akıl yürütmesiyle anlayamaz.

Öte yanda, düşünsel üstyapının bir parçası olan din de, kadının kendi kendine hoşgörüyle bakmasına izin vermemektedir. Kadının kendini tanıması ve tanımlaması bir tehlike oluşturur. Ama yine de kadının özgürlüğüne burada bir yer ayrılmıştır. Bunun nedeni de Beauvoir’a göre, kadının her şeyini adadığı erkeğin bir anlamda tanrı konumunda olmasında yatmaktadır.

Kadının buradaki konumu, meleklerin kız kardeşliğidir ve bu konum, erkek olan tanrının katında da anlaşılmayacaktır. O zaman kadının mücadelesi, kendini tanımasıyla bağlantılıdır, Ve bu uğurda özgürlüğü için çalışmasından başka bir çıkar yolu yoktur.’

Simon de Beauvoir başlangıçta, kadının kendini tanıma ve özgürleşme mücadelesini sosyalizm çerçevesinde ele almış ve kadının mücadelesini ayrı bir konumda düşünmemiştir. İlerleyen dönemde bu tavrından vazgeçer. Kadının mücadelesinin, sosyalizm için verilen mücadeleden ayrı, sosyalist bir topluma ulaşmayı beklemeksizin yapılması gerekli bir mücadele olarak ortaya koyar.

Bu başkaldırı, kadını her yönden özgürleştirecektir. Kadın kölelikten kurtulacaktır. Simon de Beauvoir’ın feminist harekete batkısı, gerek felsefi gerekse de kadın sorununun güncelleşmesi açısından önemli ve özgün kabul edilir. Bununla birlikte, sonraki kuşak Fransız feminist yazarlar, de Beauvoir’ın konulundan uzak bir yöne doğru gitmişlerdir.

Cinsiyet ve Feminist Epistemoloji Tartışması

Feminizm, gerek cins kimlikleri ve davranışları, gerekse de ataerkil düzeni tartışırken Batı kültür ve toplumunun kimlik politikasına önemli eleştiriler getirir. Batı felsefesi karşısındaki tavırlarıyla ve köktenciliğe, modern kurumların aynılaştırmasına gelen tepki dikkate alınmaya değer niteliktedir. Feminizmde tartışmanın farklı bir alana kaymasının temel nedenlerini üç gruba ayırmak mümkündür: Bunlarda ilki ve en açık olanı Üçüncü Dünya’lı etnik ve/veya siyah kadının beyaz, orta sınıf, burjuva, Batı kadının kuramını eleştirmesinde yatmaktadır. İkincisi ulusal ve giderek uluslararası ekonomik ve sosyal ilişkilerin farklılaşan çerçevesinde, aile, üretim ve yeniden üretim gibi kavramların sorunlu hale gelmesiyle, bu kavramlar üzerinde kadının durumunu tartışan yaklaşımların içine düştüğü çıkmazdır.

Yukarıdakilerle bağlantılı üçüncü noktaysa, cinsiyet karşıtlıklarını da içine dahil edebileceğimiz, her türlü zihinselkarşılığı, tözcülüğü, toptanlaştırıcılığı çerçevesinde Aydınlanma düşüncesine getirilen eleştirinin yıpratıcı özelliği olmuştur. Feministler cinsiyet ayrımından hareketle kurdukları yaklaşımları, cinsiyetin kendisini tekrar sorgulamak suretiyle düşünmek yoluna girmişlerdir. Cinsiyet neden sadece erkek ve kadın olarak tanımlanmak durumundadır? Cinsiyet ayrımları biyolojik kaynaklı mıdır? Gerçekten bu ayrım evrensel midir? Bunların benzeri sorular Aydınlanma felsefesini eleştiren postmodernist düşünce de göz’ önüne alınarak tekrar düşünülmeye başlanmıştır. Cinsiyet, doğal I ve basit bir olgu olarak artık değerlendirilemez sonucu, bu sorgulamanın ardından ortaya koyulur.

Örneğin, Di Stefano cinsiyet ayrımı ne kadar köklüdür, diye sorar. Bu kavramın sadece toptanlaştırmaya yarayan bir kavram olduğu yorumunu ileri sürer.  Buradan çıkarak, bu ayrımlar ne kadar temeldedir, köklüdür sorusunu sorar. Di Stefano, cinsiyet ayrımlarının çokluğuna işaret eder ve her kadın için aynı düzeyde işlemediğine dikkat çeker.

Di Stefano, bu kavramın sorgulanmasını üç temel feminist eğilim içinden çıktığını söylemektedir: Feminist rasyonalizm cinsiyet farkından hareketle kadının eşitliğinin savunusunu yapmaktadır; feminist antirasyonalizm, bu cinsiyet farkından hareketle erkekle eşitlikten kendini uzaklaştırır; feminist postrasyonalizm, tüm rasyonalist kavramsallaştırmayı reddeder, bu nedenle cinsiyet farkını benimsesin veya benimsemesin karşıtlığın merkezi kaymış ve parçalanmış yeni tarzlarını öne çıkarır, sonuçta tekil olmayan bir cinsiyet tartışması başlatır.

Özellikle yapısalcılık sonrası kadın yazarlar örneğinde olduğu gibi, her ne kadar Kartezyen düşüncenin kutuplaştırıcılığmdan kaçma eğilimi bazı kadın eleştirisinde görülse de, kadın kimliğinden hareket edildiği ya da kadının erkeğin konumuna taşınmak istendiği durumlarda, eleştirilenin yerini alıp, onu tekrarlama söz konusu olacaktır. Feminist bir epistemoloji ve bilim oluştu.

Aynı biçimde, J. Fiax’ta cinsiyet ilişkilerinin hem sosyal bir süreç, hem de analitik bir kategori olarak, bağlantısal anlaşılması gerekliliği vurgular. Bunu, Di Stefano’nun tanımladığı, antirasyonalist kategoriye uygun biçimde erkek/kadın karşıtlığı çerçevesinde projesi de, Aydınlanma karşıtı eleştiriyle beraber sorunları hal almaktadır. Feminizm ve post modern eleştiri arasındaki mesafe yoğun biçimde tartışılmaya başlanmıştır. Bir yanda farklar ortaya koyulurken, öte yanda feminist eleştiri ve Aydınlanma karşıtı eleştiriyi birleştirme projesi olarak postmodernist feminist konumun tanımı yapılmak istenmektedir.

N Fraser ve J. Nicolson, postmodernist eleştiri ve feminist eleştirinin, felsefenin dışlanması vasıtasıyla yapılacak yeni bir sosyal eleştiri çerçevesinde aynı hedefe yönelmiş olarak değerlendirirler. Postmodern teori bu projenin felsefe kısmıyla bağlantılıyken, feminizm toplumsal eleştirisini tözcü olmayan bir çerçeveden geliştirmeyi hedeflemektedir. Feminizm ve postmodernist yaklaşımı birleştirecek olan postmodernist feminizmin hedefi tözcü, kökçü ve evrensel genellemeler yapmayan bir çerçeve oluşturmaktadır. Tekil bir kadın kimliğim tanımlama hedefinden, kadın kimliğinin çoğul olduğu ve farklı nitelikler içerdiği düşüncesine doğru bir hareketlilik, bu yeni feminist açılımda temel oluşturacaktır. Örneğin, N. Chodorow, cinsiyeti anneliğe bağlayıp, kadın egosunun gelişiminde anne-çocuk ilişkisinin önemli rol oynadığını vurgulamaktadır. Kadın kişiliği öteki insanlarla bağlantılı bir biçimde geliştiğinden, Chodorow’a göre kadın daha fazla sorumluluk hissi taşımaktadır, erkekte bu daha azdır. Chodorow cinsiyeti, Freudçu kategoriler içinde tanımlayarak, anatomiye bağlamaktadır. O, anneliği, evrensel bir rol olarak ortaya koyar. Yeni feminist eğilim, Chodorow’un bu yaklaşımım tözcülük olarak tanımlar.

Cinsiyet üzerine sorulan sorular sürekli olarak, yukarıda belirttiğimiz feminizm dışı eleştiriyle bağlantılı tekrarlanmak durumunda kalacaktır. Örneğin S. Bordo cinsiyet kavramı üzerinde oluşan şüpheciliğin kaynağını, feminist hareketin başlangıç döneminde cinsiyetin algılanışım genelleştiren ve bu farkı evrenselleştiren eğilimine bağlar. Bu şüpheciliğin kaynaklarından biri olarak feminizmin gizli, bilinçdışı bir ırkçılık taşıdığı düşüncesinin, postyapısalcı düşünceyle girilen teorik ilişkinin etkisiyle fark edilişinde ortaya koyar. İkincisi ise feminist yapı-bozmacılığın (deconstructionism) sonucu olarak değerlendirir. Bu eğilim genellemeleri ve toptanlaştırmayı tartışma yoluna gitmekle, cinsiyet kavramı üzerinde yeniden düşünmeyi zorunlu kılar, burada farkın vurgulanması söz konusudur. Cinsiyet kavramı ele alınırken sınıf, ırk, etnisite, yaş ve cinsel yönelim’ gibi kavramların dikkate alınmasının gerekliliği, Fraser ve Nicholson tarafındanda önemle vurgulanır.

Öte yandan J. Flax, feminist bir epistemolojinin temel hedefinin bilgi kavramı ve bilgi bütünlerini oluşturan düşünce yapılarının, bunlar özgürleştirici rolleri olduklarını iddia etseler bile, nasıl ataerkillik tarafından belirlendiklerinin ortaya konulması olarak göstermektedir. Bu feminist epistemoloji felsefi dualizmin yaratığı özne/nesne, akıl/beden gibi ikili karşıtlıkların üzerinden düşünmenin dışına çıkmayı hedef olarak benimseyecektir. Bu karşıtlıklar üzerinden düşünmenin, kadını öteki olarak kurduğunu açıklamaya çalışacaktır.

Flax’a göre, bu epistemoloji düşünümlü ve kendini eleştiren bir yapıda, ‘kadının yaşam deneyimini’ tartışacak bir bilgi ve yöntem oluşturma öbeği olmayı hedefler. Flax feminizmi, postmodern yaklaşımlarla birleştirir ve feminist yaklaşımın tıpkı diğer postmodern yaklaşımlar gibi ‘karmaşık, çelişkili ve çoğul olana olumlu bakmayf benimsediğini iddia eder. Flax, bu feminist çerçevenin, düzen ve yapıya ihtiyaç duymayı empoze eden oluşumlar ne kadar karmaşık ve baskıcı olursa olsunlar, onları benimsemeyeceğini belirtir.

Feminizm ve postmodern yaklaşımlara karşı tutumun hep aynı biçimde değerlendirilmediğini söyleyebiliriz. Örneğin feminizm ve postmodern teori yaklaşmasına karşı bir vır sergiler. Harding, epistemolojileri meşrulaştırma mekanizmaları olarak tanımladıktan sonra, feminizmin nesnellik ve görecelilik karşısında bir savunma mekanizması oluşturması gerekliliğini vurgular. Harding feminist epistemolojileri iki sınıfa ayırır Bunlardan ilki olan feminist görgülcülük, nesnellik iddiasındaki, deneysel bulgular vasıtasıyla kadının konumunu açıklayan yaklaşımları tartıp, bunların nasıl bilimselliğin ve nesnelliğin kötü bir uygulaması olduklarının ortaya çıkarılmasını hedef olarak benimseyen bir epistemolojidir.

İkinci grubu oluşturan feminist konum teorileri, feminist görgülcülükte cevaplanamayan kadınlararası farklılıklar, sınıf, etniklik gibi sorunları ele alan bir yaklaşımdır. Harding, feminizmin Aydınlanma’mn ilerlemeci çerçevesinden kaynaklandığını kabul ederek, feminizm ve postmodernizmin uyuşamayacağını belirtir. Bundan dolayı, postmodernist feminizm, feminist epistemoloji ve feminist bilim aynı düzlemde varolamazlar.

Öte yanda, C. Alcoff, kültürel feminizm ve feminizmde postmodern eğilimler arasında bir ayrıma gider. Harding’inkine benzer bir yorumla, hem kültürel feminizmin eleştirisini yapar, hem de postmodern eleştiriyi içinde barındıran feminist yaklaşımın, feminist epistemoloji ve harekete uymayan yönlerini ortaya koymaya çalışır.

Kültürel feminizm, Alcoff a göre, bir kadın tözü ve doğası ideolojisinden hareket etmektedir. Bu ideoloji çerçevesinden hareketle, kültürel feminizm kadının değersizleştirilmiş konumunu değiştirmeye çalışır. Burada kültürel feminizmin hedefi, düşman olarak seçtiği şey, sosyal sistem, ekonomik kurumlar ya da bazı ön yargılar değil, bizatihi ‘erkekliğin’ kendisi ya da bazı yönlerden erkek biyolojisidir.

Alcoff a göre, kültürel feminizm adını verdiği, radikal feminizm kadının konumunu değiştirmek bir yana, olası bir dönüsüme engel teşkil etmektedir, ikinci grubu oluşturan feministler, postmodern yaklaşımların etkisinde, ‘kadın’ kavramını bir kurgu olarak değerlendirmektedir. Alcoff, bu yaklaşımların etkilendikleri düşünürleri Foucault, Derrida ve Lacan olarak sıralar.

Kadını bir kurgu olarak almasından dolayı bu yaklaşımı nominalist olarak adlandırır. Alcoff a göre, bu yaklaşımın kadına bakışındaki görececi tutum, tözcülüğe giden kültürel feminist eğilim kadar sonuç getirmeyen bir tavırdır. Bundan dolayı feminist kuramda başka bir açılımın gerekliliğini vurgular. Bunun adını da ‘konumsallık’ (positionality) olarak ortaya koyar.

Bu yeni açılım, ‘konumsallık’ cinsiyete bir konum, bir pozisyon alış olarak bakacaktır. Cinsel kimliği ne tözcü ne de nominalist bir açıdan değerlendirmeyecek olan bu konumsallık, bir anlamda yeni bir özne kuramı olarak öne sürülmektedir. Bunun hedefi, ‘kadın’ kavramını biyolojik olarak değerlendirmeyip, toplumsal bir olgu olarak görmektir. Bu da, evrensel bir konum olmayıp toplumdan topluma değişen özellikler taşıyacaktır. Alcoff, buradan hareketle, kadın kimliğini akışkan olarak tanımlar ve ‘kadın olmanın tarihsel bağlamda bir konum almaya denk düştüğünü’ söyler.

Her ne kadar bu açılımla Alcoff, tözcülük ve nominalizm diyerek reddettiği yaklaşımlardan uzaklaşır gibi görünse de, konumsallık, kadın kimliğini sabit olmayan, akışkan ve evrensel, bir Çerçevede ele aldığından dolayı kendini tekrar bir göreliliğin içinde bulacaktır. Buradan çıkarılacak sonuç cinsiyet kimliği bağlamında, kadının sabit bir kimliği olmadığı ve cinsiyetin sadece bağlantısal anlaşılabileceğidir. Alcoff sadece, ‘kadın’ kavramının kurgu (fiction) olduğunu iddia eden postmodernist feminist eğilime, kadını tarihsel özneye dönüştürme iddiasıyla cevap verir. Ama, bu sabit olmayan özne tanımıyla, eleştirdiği yapısalcılık sonrası etkinin içinde cinsiyet kimliğini tanımlarken kendini bulmak durumunda kalır.

Yukarıda söylediklerimize ek olarak, N. Hartsock da yapısalcılık sonrası yaklaşımın feministler tarafından kullanılamayacağını vurgulamaktadır. Kadının baskı altında oluşunun temelini anlayabilmek için, iktidarın niteliğini ortaya çıkarmaya yarayacak ve bu iktidarın kadını baskı altında tutan yanlarının üzerinden kadının konumunu tartışacak bir teorik çerçeve gerektiğini savunan N. Hartsock, yapısalcılık sonrası düşünürü M. Foucault’nun yaklaşımının feministler tarafından kullanılamayacağım iddia eder. Hartsock’a göre, kadının konumunu anlamak amacıyla, feminizmin kendi epistemolojisini temellendirmesi gerekmektedir. Bu nedenle cinsiyet ilişkilerinin başka yaklaşımlar çerçevesinden de tartışılması gerekmektedir. M. Foucault’nun iktidarı ele alış biçiminin bu çerçevede kullanılamayacağını söyleyen Hartsock, bunun nedenini Foucault’nun yaklaşımının kadın konumunu dönüştürebilecek ‘devrimci, yaratıcı ve kurucu’ özellikler taşımamasına bağlar.

Hartsock, daha uç bir noktaya giderek, Foucault’nun neden iktidarla ilgilendiği sorusunu sorar. Bu ilgilenişin nedenini ise onun sömürgeci zihniyetine bağlamaktadır.

Buradan yola çıkarak Hartsock da, Foucault’nun yaklaşımının neden iktidarın dışında değil de, iktidarla beraber olduğunu anlatır. Bunu yaparken de Said’in Foucault’nun iktidarla beraber olduğunu vurgularken, bunu yeterli veriyle destekleyemediğini de vurgular. Bu tartışmanın temel nedeni, Foucault’nun bir sistemi yıkmak için getirilecek herhangi bir yeni açılım ihtiyacının, yıkılmak istenen bu sistemin kendisinden kaynaklanmakta olduğunu söylemesidir. Böyle bir çerçeve, Hartsock’a göre feminizme faydalı bir güç teorisi değildir. Hartsock’a göre, kadınların yapıcı bir iktidar teorisine ihtiyaçları vardır. Bunun aynı zamanda yıkıcı, devrimci ve yaratıcı nitelikte olması gerektiği okumamızdan çıkmaktadır. Devrimci olacaktır, çünkü toplumsal durumu dönüştürme amacını güder. Tarihin nesnesi olan kadın, onun öznesi olmaya doğru harekete geçecektir. Hartsock’a göre, söylemlerle uğraşmak yerine, dünyayı anlamanın ve bilginin mümkün olduğu inancından hareketle, bir feminist epistemoloji oluşturulması daha önemlidir.

Cinsiyet feminizmde değişken, akışkan ve bağlantısal olarak düşünülmeye başlanmıştır. Feminist epistemoloji ve postmodernizm tartışması, yapısalcılık sonrası düşüncenin etkisiyle feminist konumların farklılaşmasına neden olmuştur. Bu tartışmalara, en ağır eleştiriyle katılan yazarlardan bir tanesi

Burada Foucault, Stalinizm sonrası, Sovyetler Birliği çerçevesini tartışmaktadır; Sovyetler Birliği’nin J9.yüzyıl burjuva toplumuna dönüştüğünü ileri sürer. Hartsock burada bir şeyi yanlış okumaktadır, Foucault bir güç teorisi ortaya koymaktan çok, bu iktidarı nasıl işlediğini ortaya çıkarmak amacındadır. Bu, özgürleşmeyi hedefleyen devrimci bir model arayışı Foucault tarafından öne sürülmemektedir.

Haraway’e göre, uluslararası kadın hareketi ‘kadın deneyimi’ , altında bir kurgu yaratmıştır. Haraway feminizmin tartıştığı ‘kadının’ kurgu olduğunu vurgular. Bu ‘kadın deneyimi’ ve kadın siyasi türdeki kurguların en önde gelenlerinden bir tanesidir’ Haraway, sosyal gerçeklikle bilimkurgu arasındaki farkın optik yanılsama olduğunu vurgulamaktadır. Haraway, bu kursu düşüncesinden hareket eder ve bunu bilim kurgu filmlerinin değişmeyen parçası haline gelen cyborg’la karşılaştırır. Makine ve organizma arası bu kurgu, cyborg (ya da kadın deneyimi) bölünmüş, parçalanmış ve cinsiyetsonrası bir kimliğin temsilidir. Haraway bunun incelenmesinde, Foucault’nun bio-politika nosyonundan hareketle bir cyfeorg politikası düşüncesini geliştirir. Haraway’e göre, sadece feminist yaklaşımlar değil, tüm diğerleri de post-modernist eleştiriye katılmalıdır. Eski kapitalist-ataerkil baskı türü, Haraway’in tartıştığı noktada, masum bir konuma yerleşirken yerini enformatik baskılamaya bırakmıştır. Bunun gibi birçok kavramın karşısına yenilerini yerleştiren Haraway, farklı, heterojen toplumsal yapı ve kimliklerin parçalanmışlığını bir anlamda kutlamaktadır. Haraway, bedeni ve toplumsal sınırları tartışan yaklaşımların önemini vurgular. Yeni bir teorileştirme için, bedeni ele almayı ufuk açıcı görür. Bu açıdan, antropolog M. Douglas ve Fransız kadın düşünürlerin önemini vurgulamaktadır.

Değerlendirme: Beden ve Feminizm

Beden tartışması 1980’den sonraki dönemde feminist araştırmacılar için önemli bir alan haline gelmiştir. Örneğin F. HeritierAuge kadının toplumda iki açmazın içinde olduğunu vurgular. Bunlardan ilkinde kadın evin dışındaki işlerde çalışır ve baskın erkek ideolojisi nedeniyle genellikle yüksek konuma ulaşamaz.

Çünkü kadın belli değer yargıları vasıtasıyla, örneğin akılcı olmayışı gibi, bu konumları hak edemeyecektir. İkinci nokta ise, kadının evin içinde kalmasıdır. Burada da aynı biçimde toplum tarafından ‘zayıf, duygusal5 olması gibi biyolojisini vurgulayan değer yargıları işlemeye başlayacaktır. Heritier-Auge bu ayrımcılığa kaynağını şöyle tanımlar:

“Bir majör ve bir minör, bir “kuvvetli’ ve bir “zayıf cins, bir “güçlü’ ve bir ‘güçsüz’ ruh vardır. Doğuştan ve doğal zayıflığı, bedeni dahil olmak üzere, kadının baskı altında oluşunu vurgular ve meşrulaştırır.”

Heritier-Auge bu baskılanışı doğurganlığa bağlar.183 Sembolik sistem, kadınların toplama işinin çoğunluğunu yaptığı bilinen avcı ve toplayıcı gruplarda bile kadını ikincil konuma sokmaktadır. Bunun nedeni kadının doğurganlığı olarak Heritier-Auge tarafından ortaya koyulur.

Benzer biçimde bedenin, kadının konumunu anlamaya yönelik ortaya atıldığı birçok değişik yaklaşımla karşılaşıyoruz. Birçok feminist yazar kadın bedeninin diyet, spor ve giyim kuşam vasıtasıyla nasıl baskı altına alındığı ve normalleştirildiği üzerinde durmaya başlamıştır. Bordo, kadın bedeni üzerinde işleyen teknolojileri irdeler. Burada Foucault’nun ‘politik anatomi’ nosyonundan ve M. Douglas’ın sembolik olarak üretilen ‘sosyal beden’ anlayışından hareket ederek, iktidarın kadın bedeni üzerindeki normalleştirme işlevini tartışır. Bu yaklaşımları ‘yönetilen beden’ nosyonuyla birleştiren Bordo, kadın bedeninin tüketim toplumunda parçalanışına dikkat çeker. Güzellik kültürünü ele alan K. Peiss ise, feminizmin güzellik I nosyonunun, erkekler tarafından yaratılmış bir baskılama aracı olarak değerlendiren yönünü, ‘basit ve ahlaki’ bir görüş olarak tanımlar ve bunu eleştirir. Feminizmin beden politikası üzeri eğilmesi vasıtasıyla, cinsiyet ve tüketim üzerine geliştirdiği düşünceleri tekrar gözden geçirmesini öneren Peiss, kadının basit h’ anlatım ile toplumsal süreçlerde bir kurban olarak düşünüleceğini de vurgular. Ona göre kadın, güzellik kültürünün tarihsel üretiminde önemli rol oynamıştır.
Feminist yaklaşımlar bedenin toplumsal yaşamda varolduğunu toplumsal politik, cinsiyetti ve ideolojik olduğunu, kadın bedeni ve cinsiyet tartışmasıyla ortaya koymuşlardır. Bedenin en çok ele alındığı ve güncelleştirildiği yaklaşımlardan bir tanesi de, yapısalcılık sonrası kadın yazarların Batı kültürü ve felsefesi eleştirisinde yatmaktadır. Bir sonraki bölümde yapısalcılık sonrası kadın yazarların bedeni öne çıkaran yaklaşımları ele alınacaktır. Feminizm ve postmodernizm tartışmasında önemli bir konumda olan bu kadın yazarlar, özellikle kadın bedeninden uzaklaştırıldığı iddiasından hareketle, Batı düşüncesi ve kültürünü eleştirmişlerdir. Feminizmin, bu yazarlarla bağlantısı sorunlu olarak değerlendirilebilir. Bunun nedeni Haraway’e benzer biçimde, ‘kadınlık’ durumunun bir kurgu olduğu iddiasında olmalarından kaynaklanmaktadır.

Feminizm, Cinsiyet Ve Epistemoloji

3 Yorumlar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz