Marx Nasıl -Filozof Değil de Dünyayı Değiştirmeye Çalışan Bir- Devrimci Oldu? / Erkin Özalp

1818 doğumlu Karl Marx, 17 yaşındayken, okul ödevi olarak hazırladığı ve meslek seçiminde nelere dikkat edilmesi gerektiğini tartıştığı yazısında, iki ana hedef tarif etmişti: İnsanlığın mutluluğu ve bireyin kendisini mükemmelleştirmesi. Genç Marx’a göre, bu ikisi, birbirleriyle çatışmak zorunda olan hedefler değildi. Aksine, Tanrı öyle bir insan doğası yaratmıştı ki, insanın kendisini mükemmelleştirmesinin tek yolu, insanlığın mutluluğuna katkıda bulunmasıydı. Sırf kendisi için çaba harcayan biri, ünlü bir bilgin, büyük bir bilge, mükemmel bir şair olabilir, ama mükemmel, gerçekten büyük bir insan olamazdı. Tarihin büyük saydığı insanlar, herkesin iyiliği için çalışma yoluyla kendilerini yüceltenlerdi… Ve yine genç Marx’a göre, hayatta karşılaşılacak olan zorluklara boyun eğmemenin yolu da, herkesin mutluluğu için çaba harcamaktan geçiyordu.*

Marx, kendi deyimiyle “milyonlara” hizmet etmek için, felsefe ve edebiyat okumak istemişti. Alman felsefesi en parlak dönemini yaşıyordu. “Alman idealizmi” diye anılan akımın en önemli dört isminden Kant 1804’te, Fichte 1814’te, Hegel 1831’de ölmüştü; Schelling ise henüz hayattaydı.
Ama insanların meslek seçiminde rol oynayan başka unsurlar da var. Üniversitede felsefe okumak isteyip, babaları tarafından “daha düzgün bir meslek” seçmeye zorlananlardan biri de Marx oldu. Önce Bonn Üniversitesi’nde, sonra da Berlin Üniversitesi’nde hukuk okumaya başladı.
Tabii, oğulların hangi dalda eğitim göreceğine karar vermek, onların üniversite yaşamlarında hangi konularla ilgileneceklerini belirlemek anlamına gelmez. Marx da, özellikle Berlin’de, hukuktan çok felsefeyle ilgilendi. 1841 tarihli tez çalışması, eski Yunan filozofları Demokritos ile Epikür’ün doğa felsefeleri arasındaki farklılık hakkındaydı.
Ne var ki, Marx, daha üniversite yaşamının ilk yıllarında, önde gelen Alman filozoflarına kuşkuyla bakmaya başlamıştı. Örneğin, 1837’de babasına yazdığı bir mektupta, Kant ve Fichte aracılığıyla öğrendiği idealizmin, onu, düşünceyi gerçekliğin kendisinde aramaya yönelttiğini söylemişti.2
Felsefi idealizm, çok kaba bir özetle, gerçeklik-düşünce ilişkilerinde düşünceye (Yunancasıyla “idea”) öncelik vermektir. İdealistlerin çoğuna göre, belirli bir dönemde insanların yaptıklarını belirleyen, o dönemdeki düşünceleridir. Eğer insanlar bencilce davranıyorsa, bunun nedeni, bencilce düşünmeleridir; bencilce düşünmeleri, maddi koşullar nedeniyle bencilce davranmak zorunda olmalarının ürünü değildir. İnsanlığın ilerlemesi de (böyle bir şeyin var olduğunu

kabul eden idealistlere göre), düşünce alanındaki gelişmelerin bir ürünüdür.
Alman idealizmi, ortaya çıktığı dönemde, bir ilerlemeyi temsil ediyordu. Avrupa’daki aydınlanma hareketinin bir parçasıydı. Dinsel inançları reddetmemekle birlikte, gerçeklik hakkındaki dinsel açıklamaların yerine (ya da yanına), insan aklına dayanan açıklamaları koyuyordu.
O dönemde felsefe, “her şeyin bilgisi”ydi. Bugünden bakıldığında bilimsel sayılabilecek olan düşüncelerle her tür kurgusal düşünce (spekülasyon) iç içeydi. Filozoflar, o dönemde akla gelebilecek olan neredeyse her konudaki her tür fikri ileri sürmüş olduklarından, sonraki dönemlerde önem kazanan fikirlerin ilk olarak onlar tarafından geliştirilmiş olduğunu göstermek çok da zor değildir.
Almanya’da, daha doğrusu 18. ve 19. yüzyılların Prusya’sında, felsefenin genç aydınlar arasında popülerlik kazanmasının bu ülkeye özgü bir nedeni de vardı. Prusya, Avrupa gericiliğinin merkezlerinden biriydi. Feodal çıkarları temsil eden Prusya monarşisi, 1789 Fransız Devrimine benzer bir sürecin yaşanmaması için, demokrasi ve cumhuriyet taleplerine güç kazandırabilecek olan siyasal faaliyetleri yasaklıyordu. Bu nedenle, aydınlanma düşüncesinin savunulabileceği neredeyse tek alan, felsefeydi.
Alman idealizmi aydınlanma hareketinin bir parçasını oluştursa da, bu akımın önde gelen temsilcileri, Prusya’daki rejimle uzlaşmaz bir karşıtlık içinde değildi. Aksine, Alman idealizminin en ileri temsilcisi sayılan Hegel, 1829’da Berlin Üniversitesi’nin rektörü olmuş ve ölümünden birkaç ay önce, kral tarafından, Prusya devletine hizmetlerinden dolayı ödüllendirilmişti.
Asıl önemlisi, Hegel’in insanlık tarihi hakkındaki çözümlemelerinden, Prusya devletinin, insanlık tarihinin en ileri ve son aşamasını oluşturduğu sonucu da çıkarılabiliyordu. Hegel’in ölümünden sonra ortaya çıkan ve “Genç Hegelciler” ya da “Sol Hegelciler” diye anılan bir topluluk, bu yoruma karşı çıkıp, en ileri aşamaya ulaşabilmek için Prusya’daki siyasal sistemin aşılması gerektiğini savundu. Onlara göre, en önemli sorun, dinin egemenliğiydi. Bu nedenle de dinsel düşüncelere savaş açtılar. Bir dönem Genç Hegelciler arasında yer alan isimlerden biri de, 1804 doğumlu Ludwig Feuerbach’tı. Her şeyden önce dinsel inançların egemenliğine karşı mücadele etmek gerektiği konusunda Genç Hegelcilerle ortaklaşan Feuerbach, Hegel’in idealizmini reddederek, materyalizmi savunacaktı.
Marx da, Berlin Üniversitesi’ne girmesinin ardından, önce Genç Hegelcilere katıldı, sonrasında Feuerbach’ın görüşlerini benimsedi. Ama bu dönemler kısa sürdü ve hem Genç Hegelcilerin, hem Feuerbach’ın, hem de genel olarak Alman felsefesinin en ağır eleştirileri, Marx’ın (ve 1844 yılından itibaren yaşamının sonuna kadar en yakın mücadele arkadaşı olan Friedrich Engels’in) kaleminden çıktı. Alman felsefesi hakkındaki görece olgunlaşmış düşüncelerini içeren ilk çalışmaları, 1845’te yazdıkları, o dönemde yayıncı bulamadıkları için elyazması olarak kalan (“farelerin kemirici eleştirisine” terk ettikleri), ölümlerinden sonra yayımlanan Alman îdeolojisi’ydi.
Karl Marx’ı her şeyden önce bir “filozof” olarak göstermek isteyenlerin kaynaklarına bakıldığında, 1845 öncesi çalışmalara hayli ağırlık verdikleri görülür. Oysa, “filozof
Marx” analizleri yapanların pek sevdiği 1842-1844 yıllarının çalışmaları, Marksizmin oluşum sürecinin ayrıntıları hakkında pek çok veri sunsalar bile, “Marksist” eserler değildir. Marx, işçi sınıfı devrimciliği anlamına gelen komünist düşünceyi, ancak 1843 yılının sonlarına doğru benimsemişti. Bunu yaptığı anda, işçi sınıfı devrimciliğinin eksiksiz bir teorisini geliştirmiş olamayacağı da açık olsa gerek…
1842-1844 döneminin önemli bir yanı, Marx’ın bu dönemde siyasal mücadeleye adım atmış olmasıydı. 1841’de tez çalışmasını sunarak mezun olan Marx, 1842’de, Ren bölgesinin liberal burjuvazisi tarafından çıkarılan bir gazetede yazmaya başladı. Henüz yalnızca bir demokrasi savunucusuydu. Ama gazete yazarlığı, felsefi tartışma alanının ötesine geçerek, Prusya iktidarına daha somut bir şekilde muhalefet etmeye başlaması anlamına geliyordu. Ödülünü almakta gecikmedi. 1843 yılının Mart ayında, baskılar nedeniyle, gazetenin yayın kurulundan istifa etmek zorunda kaldı. Aynı yılın Ekim ayında da, Prusya iktidarının müdahale edemeyeceği bir başka yayın çıkarma hedefiyle Paris’e taşındı. Burada Fransız sosyalistleriyle ve işçi önderleriyle tanıştı.
Bir başka deyişle, Marx, “herkesin iyiliği”ni istemenin ötesinde, bunun için somut bir şeyler yapma arayışındaydı. Tek başına felsefi tartışmalar ona yeterli görünmüyordu. Bu tartışmaların ötesine geçtiğinde karşılaştığı baskı ve herhalde daha önemlisi, liberal burjuvaların bu baskılar karşısında geri çekilmeyi tercih etmesi, farklı arayışlara yönelmesinde pay sahibi olsa gerek. Sonuç olarak, Marx, 1844 yılında, dünyayı “çoğunluğun iyiliğini” sağlayacak şekilde değiştirebilecek olan tek gücün işçi sınıfı olduğuna ve değişikliğin yolunun da bir işçi sınıfı devriminden geçeceğine inanmaya başladı.
“Marx’ın zamanında işçi sınıfı çok güçlüydü, sanayi işçileri büyük bir çoğunluk oluşturuyordu, o nedenle işçi sınıfına devrimci bir görev yükledi” demek mümkün değil, çünkü Marx’ın işçi sınıfı devrimciliğini benimsediği dönemde, işçi sınıfı henüz Avrupa’da bile hayli zayıf bir toplumsal güçtü. Komünist Parti Manifestosunun yayımlandığı 1848 başında, Marx ile Engels, devrimi işçi sınıfından değil, burjuvaziden bekliyordu. Bir başka deyişle, Marx’ın işçi sınıfı devrimciliğini seçmesi, yapabileceklerini göstermiş olan bir toplumsal gücün etkisinde kalmasının değil, öngörülerinin ürünüydü.
Marx’ın 1844 yılı öncesindeki birikimi, onu, i şçi sınıfı devrimciliğini tercih etme noktasına getirdi. İşçi sınıfı devrimciliği tercihi ise, Marx’ın 1844 yılı sonrasındaki gelişiminde belirleyici rol oynadı.
Bu tercihi bir kez yaptıktan sonra, Marx için, her tür faaliyet, işçi sınıfı devrimi için yürütülen mücadeleye katkıda bulunduğu ölçüde anlamlıdır. O artık bir hukukçu, filozof, iktisatçı ya da tarihçi değil, hem pek çoklarının yok saydığı siyasal çalışmalarıyla, hem de teorik üretimiyle, bir işçi sınıfı devrimcisidir.
Marx, Alman İdeolojisinde, felsefe hakkında şunu söylemişti:
Felsefe ile gerçek dünyanın incelenmesi arasındaki ilişki, mastürbasyon (Onanie) ile cinsel aşk arasındaki ilişki gibidir.3
Aynı metinde, daha uzunca bir açıklama da yer alıyor:
Dolayısıyla, gerçek yaşamda, spekülasyonun sona erdiği yerde, gerçek, pozitif bilim, pratik faaliyetin, insanların pratik gelişim süreçlerinin ortaya konması (Darstellung) başlar. Bilinç hakkındaki boş sözler sona erer, onların yerini gerçek bilginin alması zorunlu olur. Gerçekliğin ortaya konmasıyla, bağımsız felsefe, var olma aracını yitirir. Onun [bağımsız felsefenin] yerini, en fazla, insanların tarihsel gelişiminden soyutlanabilecek olan en genel sonuçların bir özeti alabilir. Bu soyutlamalar, kendi başlarına, gerçek tarihten ayrı olarak, hiçbir değer taşımaz.4
Dahası da var… Marx’a göre, gerçek yaşamdaki olguların kavranması da yeterli değildir. Önemli olan, yine Alman îdeolojisinde vurgulandığı üzere, onların yıkılmasıdır:
Feuerbach’ın, insanların birbirleriyle ilişkileri hakkındaki tüm çıkarımı, insanların birbirlerine ihtiyaç duyduklarını ve birbirlerine her zaman ihtiyaç duymuş olduklarını kanıtlamakla sınırlı kalıyor. Söz konusu olgunun bilincini oluşturmak, yani, diğer teorisyenler gibi, yalnızca, mevcut olgulardan biri hakkında doğru bir bilinç üretmek istiyor; oysa gerçek komünistler açısından önemli olan, var olanların yı-kılmasıdır. Ayrıca, Feuerbach’ın, tam da söz konusu olgunun bilincini yaratmaya çalışırken, yalnızca, teorisyen ve filozof olmaktan vazgeçmeyen bir teorisyenin ulaşabileceği noktaya kadar gittiğini tam olarak biliyoruz.5
Görüldüğü üzere, Marx’a göre, yapılması gerekenler arasında, “teorisyen ve filozof olmaktan vazgeçmek” de bulunuyordu. Feuerbach Üzerine Tezlerin en ünlüsü olan 11. Tez de aynısını söylüyordu:
Filozoflar dünyayı yalnızca farklı şekillerde yorumladılar; ama önemli olan, onu değiştirmektir.6
Marx, düşünce dünyasının sıra dışı ya da sarsıcı tezler ileri sürmeye çalışan bir filozofu değil, gerçek dünyanın değiştirilmesi için mücadele eden bir devrimciydi.
Kuşkusuz, Marksizmin felsefe ile hiçbir ilişkisinin bulunmadığını iddia etmiyorum. Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz siyasal iktisadı, Marksizmin tarihsel kökenlerini oluşturur. Marksizm, bunların her birinden bir şeyler almıştır.
Ama Marksizm, yeni bir felsefe, yeni bir Fransız sosyalizmi ya da yeni bir siyasal iktisat değil, işçi sınıfı devriminin teorisidir.
Bu teorinin gücü de eksikliliği de, güncelliği de tarihsel sınırlılığı da, işçi sınıfı devriminin teorisi olmasından kaynaklanır.
Marksizm, bazı filozofların üretmeye çalıştığı türden bir “her şeyin teorisi” değildir. Dolayısıyla, “eksikli”dir. Marksizm, öncesiz ve sonrasız gerçeklerin teorisi olduğunu da iddia etmez. Tarihsel açıdan bakıldığında, sınırlı bir dönemin teorisidir.
İşçi sınıfının henüz ortaya çıkmadığı dönemlerde Marksizmin ortaya çıkması da mümkün değildi. İşçi sınıfı, dünya devrimini gerçekleştirip sınıfları ve bu arada kendisini ortadan kaldırmayı başardığında, bağımsız bir teori olarak Marksizm de güncelliğini ya da geçerliliğini yitirecek…

Erkin ÖZALP
Kaynak: Teorisyeniniz Devrimciydi
21. Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm, Karl Marx Nasıl Bir Devrimci Oldu?

* Aynı Marx, 1865 yılında, yani 47 yaşındayken, bir “anket defteri”nde, mutluluğu “mücadele etmek”, mutsuzluğu “boyun eğmek” ve en nefret ettiği zaafı da “itaatkarlık” olarak tanımlayacaktı. (http://marxists.org/ archive/marx/works/1865/04/01.htm)


Notlar

1 MEW, Karl Marx, Friedrich Engels: Werke, Dietz-Verlag, Berlin 1956, Karl Marx-Friedrich Engels, Ausgewählte Werke, ed: Mathias Bertram, Directmedia, Berlin 1998, Digitale Bibliothek Band 11, c. 40, s. 594-595.
2 MEW, a.g.y., c. 40, s.8.
3 MEW, a.g.y., c. 3, s. 218.
4 MEW, a.g.y., c. 3, s. 27.
5 MEW, a.g.y., c. 3, s. 41-42.
6 MEW, a.g.y., c. 3, s. 536.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz