Büyük bir insan itilir, bastırılır, eziyet edilerek yalnızlığına yükseltilir – Stefan Zweig

“Ey yalnızlık, ey vatanım yalnızlık!” – sessizliğin buzul dünyasından yükselir bu hüzünlü şarkı. Zerdüşt akşam şarkısını yazmaktadır, son geceden önceki şarkısını, o ebedi eve dönüş şarkısını. Çünkü yalnızlık her zaman o gezginin tek vatanı olmamış mıydı, soğuk ocağı, taştan çatısı değil miydi o?

Sayısız şehirde bulunmuştu, zihni bitmek bilmeyen yolculuklar yapmıştı; sık sık bir başka ülkeye giderek ondan kaçınmaya çalışmıştı, ama sonunda hep ona dönmüştü, yaralanmış, örselenmiş, hüsran içinde yine ona, “vatanı yalnızlığa” geri dönmüştü.

Ama her zaman onunla, o dönüşebilir olanla birlikte dolaştığı için kendisi de dönüşmüştür ve şimdi adam onun çehresine bakar ve dehşete düşer. Çünkü uzun süreli birliktelik yüzünden birbirlerinin aynısı olmuşlardır, o da tıpkı kendisi gibi sert, acımasız, zorba olmuştur, o da tıpkı kendisi gibi acı vermeyi ve tehlikeye atılmayı öğrenmiştir. Onu hâlâ kibarca yalnızlık diye adlandırsa da, o eski, bildik, sevgili yalnızlığı artık bu ismi kabul etmez: Onun adı yalnızlaşmadır, o son, o yedinci yalnızlıktır ve o artık tek başına olmak değildir, bilakis tek başına bırakılmış olmak demektir. Zira son Nietzsche’nin etrafı korkunç derecede boşalmış, dehşet verici bir sessizliğe bürünmüştür: Hiçbir münzevi, hiçbir çöl keşişi, hiçbir çileci böylesine terk edilmiş değildir; çünkü onların, o inanç tutkunlarının, gölgesi kulübelerine düşen, sütunlarına vuran tanrıları vardır. Ama onun, “o Tanrı katili”nin, Tanrı’sı belki de hiç olmamıştır ve şimdi artık insanları da yoktur: Kendini kazandıkça dünyayı kaybetmiştir, o ne kadar uzağa gittiyse çevresindeki “çöl” de o kadar büyümüştür. Bir yandan da o en yalnız kitaplar yavaş yavaş, sessizce insan mıknatısı güçlerini artırmışlardır: Karanlık bir etkiyle kitapları henüz gözle görülmeyen varlıklarının etrafına giderek büyüyen bir daire çizmektedirler; ama Nietzsche’nin eseri itici bir etki yapar, giderek artan ölçüde bütün arkadaşlarını ondan uzaklaştırır ve giderek daha acımasız bir şekilde onu şimdiki zamandan koparır. Her yeni kitap ona bir arkadaşa mal olur, her eser bir ilişkiye. Yavaş yavaş onun yaptıklarına gösterilen son cılız ilgi de kaybolup gitmiştir: Önce filologları kaybeder, sonra Wagner’i ve entelektüel çevresini ve en son olarak da gençlik arkadaşlarını. Eserleri artık Almanya’da bir yayıncı bulamaz, yirmi yıllık çalışmasının ürünleri altmış dört zentner ağırlığında ciltlenmemiş bir yığın olarak bodrum katında durmaktadır, artık kitaplarını bastırabilmek için zor bela biriktirebildiği ve hediye gelen paraları kullanmak zorundadır. Ama tek neden onları kimsenin satın almaması değildir, onları hediye etse bile Nietzsche, bu son Nietzsche bir okuyucu bulamaz. Zerdüşt’ün dördüncü bölümünü kendi parasıyla sadece kırk adet bastırır ve yetmiş milyonluk Alman imparatorluğunda kitaplarını gönderebileceği sadece yedi kişi bulabilir, yaratısının o seviyesinde zamanına yabancılaşmış, işte böylesine inanılmaz derecede yabancılaşmıştır Nietzsche. Kimse ona zerre kadar inanmaz, en ufak bir teşekkür dahi etmez: Tam tersine, son gençlik arkadaşı Overbeck’i de kaybetmemek için, kitap yazdığından ötürü özür dilemek ve kendini affettirmek zorunda kalır. “Eski dostum,” –korku dolu ses tonu duyulabiliyor, endişeli yüzü görülebiliyor, havaya kalkmış elleri, yeni bir darbenin daha gelmesinden ürken bir itilmişin jestleri hissedilebiliyor–, “onu başından ve sonundan oku, aklını karıştırma, yabancılaşma. Benim için iyi niyetinin bütün gücünü topla. Bu kitap sana dayanılmaz gelse bile, belki yüz parçası öyle gelmez.” Yüzyılın en büyük zihni, zamanın en büyük eserini 1887 yılında çağdaşlarına böyle sunar ve bir arkadaşlığı övmek için onu hiçbir şeyin yıkamayacağından daha kahramanca bir şey bulamaz, “Zerdüşt bile” yıkamayacaktır onu. Zerdüşt bile yıkamayacaktır! Nietzsche’nin yaratısı yakınları için böylesine bir yükleme sınavı, böylesine bir eziyet olmuştur, dehasıyla zamanın düşük şeyleri arasındaki mesafe böylesine aşılmazdır. Nefesinin etrafındaki hava giderek azalmakta, giderek sessizleşmekte, giderek boşalmaktadır.

Bu sessizlik Nietzsche’nin bu son yalnızlığını, yedinci yalnızlığını cehenneme çevirir: Onun metal duvarına beynini çarpıp parçalar. “Ruhun en derinlerinden gelen, tıpkı benim Zerdüşt gibi, böyle bir çağrıdan sonra cevap olarak hiçbir ses duymamak, hiç, hiçbir şey, hep o aynı, ama yüz kat artmış yalnızlık –aklın alabileceklerinin ötesinde korkunç bir şey var bunda ve bu en güçlü olanı bile yıkıma götürebilir.” diye inler bir keresinde ve ekler: “Ve ben en güçlüsü değilim. O gün bugündür biliyorum ki ölümcül bir yara almışım.” Ama alkış, onay, şöhret değildir onun istediği –tam tersine, hiçbir şey onun o savaşçı kişiliğine öfkeden, kızgınlıktan, aşağılamadan, hatta alaydan daha iyi gelemezdi – “kırılacak kadar gerilmiş bir yay durumundayken her türlü tepki her insana iyi gelir, şiddetli olmak kaydıyla”–, ama sadece herhangi bir cevap, soğuk ya da sıcak, hatta ılık, sadece bir şey, herhangi bir şey, onun varoluşuna, onun zihinsel varlığına tanıklık edecek bir şey. Ama dostları bile korkuyla geri çekilirler, mektuplarında kötü bir şeymiş gibi her türlü yargının etrafından dolaşarak geçip giderler. İşte giderek daha derinlere doğru işleyen yara budur, gururunu kıran, kendine olan güvenini kemiren, ruhunu yakıp kavuran yara budur; “cevap alamamanın yarası”. Bu tek başına, yalnızlığını zehirlemiş ve ateşler içinde yanmasına neden olmuştur.

Ve bu ateş birden kaynayarak yaralı adamdan dışarı taşar. Son yıllardaki yazılarına ve mektuplarına kulağımızı yaklaştırırsak, bu azalan havanın muazzam basıncıyla kanında nasıl kızgın, hastalıklı bir nabzın atmaya başladığını duyarız: Ancak dağcıların kalbi, zeplincilerin kalbi sahiptir şişmiş ciğerlerden gelen bu şiddetli çekiç seslerine, ancak Kleist’ın son mektuplarında vardır bu şiddetli çekiç darbelerinin gerilimi, patlamak üzere olan bir makinenin o tehlikeli gümbürtüleri ve çatırtıları. Nietzsche’nin o sabırlı, seçkin tavrına sabırsız, sinirli bir hava gelir: “Uzun süreli suskunluk gururumu kışkırttı.” –Artık her ne pahasına olursa olsun bir cevap istemektedir. Mektuplarla ve telgraflarla baskıyı hızlandırmaya çalışır, kitap derhal ama derhal basılmalıdır, aksi halde sanki bir şeyler kaçırılacaktır. Artık planladığı gibi, en önemli eseri “Güç İstenci”nin bitmesini beklemez, sabırsızca eline gelen parçaları koparır ve onları meşaleler gibi zamanın içine fırlatır. “Sakin ses tonu” artık kaybolmuştur, bu son eserlerinde duyulan tek ses birbirine bastırılmış dudaklardan taşan, ölçüsüz, alaycı bir öfkeden gelen inlemelerdir: Sabırsızlığın kırbacıyla içinden dışarı atılan, adeta köpürmüş ağızdan ve sıkılmış dişlerden fışkıran inlemelerdir. O umursamaz adam, “kışkırtılmış gururuyla” zamanı provoke etmeye başlar ki nihayet bir öfke çığlığı atarak kendine karşı harekete geçsin. Hatta ona daha fazla meydan okumak için, Ecce Homo’da kendi hayatını anlatır, hem de “dünya tarihine geçecek bir alaycılıkla”. Hiçbir kitap Nietzsche’nin son anıtsal hicivleri kadar şiddetli bir hırsla, böylesine sabırsızlığın hastalıklı, titreyen ateşiyle yazılmamıştır: Tıpkı Xerxes’in başkaldıran duygusuz denizi kırbaçlatması gibi o da adeta çılgınca bir meydan okumayla o suskun kayıtsızlığı eserlerindeki akreplerle kışkırtmak ister. Artık bir daha asla başarı kazanamayacağına dair dehşet verici bir korku, şeytani bir sabırsızlık vardır bu cevap özleminde. Onun her kırbaç darbesinden sonra bir saniye kadar durduğunu, kırbacı yiyenin çığlığını duymak, korkunç bir gerilimle başını kaldırdığını hissetmek zor değildir. Ama yaprak kımıldamaz. O “bulutsuz” yalnızlığa tek bir cevap dahi gelmez. Suskunluk, demir bir halka gibi gırtlağını sarmıştır, hiçbir çığlığın, insanlığın tanıdığı en korkunç çığlığın bile kırmayacağı bir suskunluk. Ve o şunu hisseder: Artık hiçbir Tanrı onu bu son yalnızlığın zindanından kurtarmayacaktır.

İşte o zaman bu susuzluktan ölmek üzere olan adamı son anlarında cehennemi bir öfke kaplar. Gözlerini kaybeden Polyphemos gibi böğürerek birilerine isabet edip etmediğini görmeksizin kayaları sağa sola fırlatır, onunla birlikte acı çekecek, onunla aynı şeyleri hissedecek hiç kimsesi olmadığı için titreyen kalbini yine kendisi tutar. Bütün tanrıları öldürmüştür, artık kendini Tanrı yapacaktır –“böyle bir eyleme layık görülmek için bizim Tanrı olmamız gerekmiyor mu?”– Bütün sunakları parçalamıştır, bu yüzden şimdi kendi sunağını, “Ecce Homo”yu yapmak zorundadır, hiç kimse kutsamadığı için kendi kendini kutsamak, hiç kimse övmediği için kendi kendini övmek zorundadır. Dilin en heybetli taşlarını üst üste yığar, o yüzyılda hiç duyulmadığı kadar şiddetli çekiç sesleri duyulur etrafta; sarhoşluk ve taşkınlığın ölüm şarkısı, eylemlerinin ve zaferlerinin marşı coşkuyla başlamıştır. Karanlık bir şekilde yükselir sesi, içinde yaklaşmakta olan fırtınanın büyük uğultusu vardır, sonra gülüşmeler başlar, cırlak, kötücül, delilik gülüşmeleridir bunlar, insanın ruhunu parçalayan gözü dönmüş bir neşedir: Ecce Homo’nun şarkısı. Ama şarkı giderek canlanır, gülüşmeler suskun buzullara giderek daha keskin bir şekilde çarpmaya başlar, müthiş bir kendinden geçişle ellerini kaldırır Nietzsche, bacakları coşkuyla titrer: Ve birden dans başlar, uçurumun başında, kendi batışının uçurumu önündeki o dans başlar.

Yedinci Yalnızlık

Stefan Zweig
Kendileriyle Savaşanlar 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz