Bir Devlet Kuramına İhtiyacımız Var mı? – C.B.Macpherson

Benim sorunum modern devletlerde siyasi sürece dair kuramsal bir anlayışa ihtiyacımız olup olmadığı değil, modern çağda, diyelim ki Bodin ve Hobbes’tan Hegel’e ve 19. yüzyıl hukuki egemenlik kuramlarına ve Green ile Bosanquet’nin (daha küçük çaplı fakat eşit derecede büyük ve önemli amaçları olan) kuramlarına ve Barker, Lindsay ve MacIver gibi 20. yüzyıl düşünürlerine dek uzanan ünlü “büyük” kuramların tumturaklı tarzına sahip bir devlet kuramına ihtiyacımız olup olmadığıdır.

Çağdaş devletlerin işleyişlerini anlamak için kendi liberal-demokratik devletlerimizdeki (ve eğer daha etraflı bir biçimde bilgilenmek gerekirse, Üçüncü Dünya devletlerindeki ve komünist devletlerdeki) siyasi sürece dair kuramlara ihtiyacımız olduğu açıktır. Özellikle liberal-demokratik devlet konusunda böyle bir süreç kuramının eksikliği duyulmamaktadır. Son bir kaç on yılda siyaset bilim çalışmalarının büyük bölümü bu alanda yapılmıştır ve bu da bize partilerin, bürokrasilerin, baskı gruplarının rolleri, oy verme davranışının belirleyenleri ve benzerlerine dair yeni bir anlayış kazandırmıştır. Bugüne dek geçerli olan kuram -ki bu, çoğulcu-seçkinci-denge kuramı olarak tanımlanabilir ve yalnızca tanımlayıcı ve açıklayıcı bir kuram olarak bile tamamıyla yeterli olmadığı düşünülebilir- bir çok radikal liberal-demokratik kuramcının hatırı sayılır saldırılarına maruz kalmıştır1 ve W.J.M. Mackenzie (1975) yakın zamanda, bu kuramın siyasi şiddeti gözönünde tutmaktaki başarısızlığını göstermiştir. Ancak burada, bu ampirik kuramın bir değerlendirmesi beni ancak, bu kuramın yükselişi büyük devlet kuramlarının düşüşünün nedenlerine ışık tutabildiği ölçüde ilgilendirir.

Benim sorunum siyasi süreç kuramlarından daha fazla bir şeye ihtiyacımız olup olmadığıdır. Büyük kuramların alâmeti farikası hepsinin devleti, sözde insanın esas amaçları ve yeteneklerine, insanın sözde esas doğasına bağlamalarıdır. Elbette ki böyle yapmakla hem tanımlayıcı hem de yerleşik ya da kanıtlayıcı idiler. Hem fiilî devletin ne olduğunu açıklamaya hem de haklı ya da gerekli olduğunu ya da başka bir şeyin onun yerini alabileceğini ve alması gerektiğini göstermeye çalıştılar. Ama burada vurgulanması gereken şey, devleti normatif olarak, sözde esas insanî amaçlarla ilişkilendirdikleridir.

Böyle bir devlet kuramına ihtiyacımız var mı? Elbette ki bu soruyu sormak yeterli bir devlet kuramına sahip olmadığımızı varsaymaktır. Bu sorunun cevabı açıkça “biz”im kim olduğumuza bağlıdır. Ben “biz” demekle 20. yüzyılın sonunda liberal-demokratik toplumlarda yaşayanları, özellikle de siyaset araştırmasını meslek edinmiş olanları kastediyorum. Bu durumda yeni bir devlet kuramına ihtiyacımız var mı? Bazılarımızın ihtiyacı olduğunu bazılarımızın da olmadığını öne süreceğim.

Bütün bu grubu belirgin bir biçimde farklı üç bölüme ayırabiliriz.2 Ben birinci kategoriye (I) genellikle varolan liberal-demokratik toplum ve devlet kuramlarını, (örneğin daha iyi bilgi sahibi yurttaşın katılımı ya da refah devletinin daha az ya da daha çok etkinlik göstermesi yoluyla) daha iyiye gidebileceklerini kabul eden, onaylayan ve bu konuda yalnızca küçük çekinceleri ya da ümitleri olanları koyuyorum. Bu kategori çağdaş ampirik kuramcıların büyük bir kısmını ve farklı bir düzeyde, felsefi liberaller olarak adlandırılabilecek bazı normatif kuramcıları içermektedir.

İkinci kategori (II) J.S Mill’den ve 19. ve 20. yüzyıl idealist kuramcılarının liberal-demokratik toplum ve devletten çıkardıkları normatif değerleri kabul eden ve destekleyen, fakat bu değerlere uymayı başaramadığı ya da onları gerçekleştirmediği için günümüzün liberal-demokratik toplumunu ve devletini reddedenlerden oluşmaktadır. Bu, çağdaş sosyal demokratların büyük bir kısmını ve Marksgil kuramın tamamını kabul etmeyen sosyalistleri içermektedir…

Üçüncü kategori (III) hem idealist normatif kuramı hem de günümüzün liberal-demokratik toplum ve devletini reddeden ve bunların yerine tamamen Marksgil bir kuramı ve pratiği koyanlardan oluşmaktadır.

BİR KURAMA DUYULAN YA DA DUYULMAYAN İHTİYAÇLAR

İmdi birinci kategoridekilerin büyük bir devlet kuramına ihtiyaçları olmadığını, ikinci ve üçüncü kategoridekilerin ise ihtiyaçları olduğunu savunacağım.

(I) Belirtildiği gibi birinci kategori hem yeni ampirik kuramcıların çoğunu hem de bazı liberal normatif kuramcıları içermektedir. Bunların ihtiyaçları ayrı ayrı değerlendirilebilir.

(a) Genelde ampirik kuramcılar inceledikleri süreçlere dair her türlü değer yargısından uzak durduklarını öne sürerler. Ama çoğunlukla kuramlarında övücü imalar vardır. Eğer gerçekten her türlü değer yargısından kaçınsalardı büyük bir devlet kuramına ihtiyaç duymayacakları gibi bunu oluşturmaktan da aciz olacaklardı. Çünkü böyle bir kuram açıklayıcı olduğu denli normatiftir de. Fakat kuramlarında bir değer yargısı, en azından örtük bir biçimde varolduğuna göre sonuç olarak bir devlet kuramına ihtiyaçları olduğu; kuramlaştırmalarının temelinde bulunan değerleri açığa çıkarmaya ve geliştirmeye (ki bu onların ampirik kuramlarını bir devlet kuramı boyutlarına ulaştıracaktır) ihtiyaçları olduğu öne sürülebilir. Fakat bu onların harcı değildir. Ampirik kuramcılar, J.S. Mill ve Green’in ve onların 20. yüzyıldaki takipçilerinin “klasik” liberal-demokratik modellerini, bu modelin hümanizmacı çabasıyla birlikte -ki bu çabayı gerçekçi olmadığı (yani ortalama 20. yüzyıl yurttaşının kapasitesinin üzerinde olduğu) gerekçesiyle reddetmişlerdir- reddettiklerinden devleti insanın sözde esas doğasına bağlayan bir kuramı kaldıramazlar. Çünkü bunu yapmak Hobbes ve Bentham’ın “mütehakkim bireyci” olarak insan modeline geri döndüklerini ortaya sermek olurdu. Hobbes-Bentham’ın bir dizi serbest rekabetçi piyasa ilişkisi olarak toplum modelinden bu yana biraz yol aldıkları doğrudur. Toplum modellerini dizginlenmiş kapitalizmin bazı gerçeklerine uydurabilmişlerdir. Ama dizginlenmiş kapitalizm bile maksimize eden piyasa insanını önceden varsayar ve onlar da bu insan kavramını -daha incelikli hale sokarken bile- kabul etmişlerdir. Bu insan kavramı 20. yüzyılın sonunda ahlâkî olarak giderek kabul edilmez bir hale gelmiştir. Bu nedenle ampirik kuramcılar için bir devlet kuramına dek ilerlemek temel önermelerinin yetersizliklerini ortaya sermek olurdu. İnsan ve toplum modellerinin liberal demokrasilerde ve genel olarak dünyada giderek artan sayıda insan için ahlâkî olarak uygunsuz hale geldiği düşünülürse, liberal demokrasinin sözcüsü olma konumlarını tehlikeye sokardı. Ampirik kuramcıların bir devlet kuramına -bunu kaldıramayacakları anlamında- ihtiyaçları olmadığı sonucuna varıyorum.

b) Ya siyasi alanla ilgilenen felsefeciler, en etkilileri ve üzerlerinde en çok tartışılanları Rawls (1971) ve Nozick (1974) olan çağdaş normatif kuramcılar hakkında ne demeli? Onlar da toplum ve insana dair bir piyasa modeliyle çalışmaktadırlar. Elbette ki aralarında keskin bir fark vardır. Rawls, refah devletinin saf kapitalizme müdahalelerinden memnundur ve hatta bunların artmasını ümit edebilir. Öte yandan Nozick, minimal devlete dönüşü savunur. Ama ikisi de kapitalist piyasa toplumunun aslî ilişkilerini ve mülkiyet kurumlarını onaylar. Ve, maksimize eden piyasa insanını norm olarak varsaydıklarından insanın doğasını ya da potansiyelini (gizil gücünü) inceleyip araştırmak ve bunu devletle ilişkilendirmek için daha ileriye gitmeleri gerekmez. Devletin toplumla ya da sözde esas insan amaçları ve yetenekleriyle tarihsel ya da zorunlu herhangi bir ilişkisine eğilmeleri gerekmez. Bir devlet kuramına değil yalnızca üleştirimli adalet kuramına yani “asli fayda”ların (Rawls) ya da “hisse”lerin (Nozick) adil dağıtılması kuramına ya da bir özgürlük (yani kabul edilebilir ya da ahlâkî olarak istenir miktar ve türde bireysel özgürlük) kuramına ihtiyaçları vardır. Devlet yalnızca kuramcıların savundukları adalet ya da özgürlük ilkelerini destekleyen ya da desteklemesi gereken bir aracı gibi ele alınabilir.

Böylece ampirik kuramcılar gibi felsefi liberallerin de bir devlet kuramına ihtiyaçları olmadığı ortaya çıkar. Çağdaş felsefi liberallerin buna kalkışmaya güçlerinin yetmeyeceği bile öne sürülebilir. Elli ya da doksan yıl öncesinin felsefi liberalleri (MacIver, Barker, Lindsay, Green) bunu kaldırabilirlerdi çünkü esas çizgileriyle kapitalist toplumu kabul ederken piyasa insanı modelini kabul etmekten uzaktılar. Devleti piyasa insanıyla ilişkilendirmek açısından -Hobbes ve Bentham tarafından yapılanların ötesinde- pek bir şey yapılamaz. Herhangi bir boyutta bunu yapmaya kalkışmak insan hakkındaki temel önermelerin zamanla sınırlı niteliğini ortaya çıkarmak olur.

Aslında Rawls kitabın son bölümünde insan doğası hakkında farklı bir görüşe geçer. Buna göre insan “asli faydalar”ını maksimize etmeyi yalnızca bir yaşam planını ya da “iyi” kavramını gerçekleştirmek ya da yeteneklerini sonuna dek geliştirmek için bir araç olsun diye isteyen bir yaratıktır. Fakat Rawls bunun, kendisinin tüm adalet kuramını üzerine kurduğu piyasa insanı modeliyle nasıl olup da tutarlı olduğunu açıklamaz. Böylece bir üleştirimci adalet kuramından bir devlet kuramına geçmeye muktedir değildir.

İkinci kategoriye dönelim: (II) -Mill’in ve idealistlerin liberal demokrasilerden çıkardıkları hümanizmacı değerleri kabul eden, ama bu değerleri gerçekleştirmeyi başaramadığı için bugünkü liberal demokrasiyi reddedenler- bunların bir devlet kuramına ihtiyaçları olduğu hemen görülebilir. Devletin liberal demokratik devletler tarafından gerçekleştirilmediğini düşündükleri bazı ahlâki değerleri bir bütün halinde kendinde toplaması gerektiğine inandıklarından hem açıklayıcı hem de normatif bir kurama bağlıdırlar; yani devleti insan ihtiyaçları, yetenekleri ve olanaklarıyla ilişkilendiren büyük gelenek içinde yer alan bir kurama. Buradan çıkan sonuç, yeni bir devlet kuramına, hümanist liberallerden ve idealistlerden (ki bunlar Mill ve Green’den Barker, Lindsay, MacIver’e vb. dek uzanırlar) devraldıkları kuram yetersiz kaldığı ölçüde, ihtiyaçları olduğudur.

Devralınan kuramın ciddi bir biçimde yetersiz olduğu, 20. yüzyılın ortasında ampiristlerin kuramları tarafından kolayca gölgede bırakılabilmesinden bellidir. Esas olarak, 20. yüzyılın geleneksel kuramlarının açıklayıcı ya da tanımlayıcı yanları belirgin bir biçimde yanlış olduğu için gölgede kalmıştır. Batı demokrasilerinin yurttaşları geleneksel kuramın şart koştuğu akılcı, bilgili ve kamu yararını düşünen yurttaşlar gibi davranmadılar.

Geleneksel kuramcılar genel olarak demokrasiler olarak adlandırılan çağdaş devletlerdeki siyasi sürecin amil ilkelerini indirgemeye ve tanımlamaya çalışmadıklarına, insan ihtiyaçlarına ve yeteneklerine dair görüşlerinden demokrasinin koşullarını çıkarmaya çalıştıklarına işaret ederek konumlarını savunabilirlerdi. Bu onlara herkesin kendini geliştirmesi için eşit olanak sağlayan siyasi sistem ve bir toplum çeşidi olarak demokrasi kavramını verdi. Bu savunmayı tamamlamak için -onların yaptığı gibi- insanların tamamıyla demokratik bir toplumda yaşamalarını ve tamamen demokratik bir devlete etkin bir biçimde katılımlarını sağlayacak olan akılcı ve ahlâkî bireysel gelişim derecesine gelebileceklerini öne sürmek gerekir.

Fakat böylesi çifte savunma durumlarını kurtaramazdı. Çünkü gerçekte, yalnızca varolan demokratik kurumları tanımlamaktan çok “demokrasinin esasları”nı göstermeye çalıştıklarından liberal demokrasileri, bu zorunlu koşulları önemli ölçüde karşılamışlarcasına sunarlar. Hepsi, var olan ya da diktatörlüklere karşı var olan tehdit altındaki demokrasilerin tarafında bir davayı haklı çıkarmak endişesinde olduklarından böyle yaptıkları tahmin edilebilir. Böylece var olan Batı demokrasilerinin meselenin özüne sahip olduklarını savunmak zorundadırlar. Bunu yapmak için var olan parti sistemlerini, baskı gruplarını ve kamuoyu oluşumunu incelemek ve ne denli kabaca da olsa zorunlu koşullara eriştiğini savunmak zorundadırlar. Öyleyse insanların gerekli akılcı ve ahlâkî bireysel gelişim derecesine yalnızca ulaşabileceklerini değil şimdiden ulaşmış ya da ulaşmak üzere olduklarını da savunmak zorundadırlar.

Böylece çoğulcu bir toplum ve demokratik devlet kuramına varmaktadırlar. Demokratik devlet gerçekte çok çeşitli farklı çıkarları olan, ama aynı zamanda bir ortak çıkar ya da hatta bir ‘genel irade’ duygusuna sahip, iyi niyetli ve akılcı yurttaşların farklılıklarını partilerin, çıkar gruplarının ve özgür basının akılcı, etkin bir mukabelesiyle ayarlayabilmelerini ve ayarlamalarını sağlayan bir düzenlemedir. Ampirik kuramcılar, liberal-demokratik devletler yurttaşlarının çoğunun böylesi etkin, akılcı katılımcılar olmaktan uzak olduklarını gösterebildiler ve böylece de geleneksel kuramı adeta yıktılar. Belki de geleneksel kuramcıların esas zayıflığı, rekabetçi bir piyasa olarak piyasa kavramını bilincinde olmadan kabul etmiş olmalarıdır. Ampirik kuramcıların yapmak zorunda oldukları gibi piyasa analojisini açıkça kurmamışlardır. Bu analojiyi maksimize eden bencil bireylerden oluşan bir toplumu içermesidir ve bu da geleneksel kuramcıların özü yalnızca tüm insanî yeteneklerinin bireysel gelişimiyle gerçekleşebilecek olan bir ahlâkî varlık olarak insan imgesiyle uyuşamazdı. Fakat çoğulcu toplum modelleri bir piyasa modeliydi.

Aslında bu ampirik kuramlar tarafından gölgede bırakılmalarına yol açamazdı çünkü ampirik kuramlar açıkça piyasa analojisi üzerine kuruluydular. Fakat 20. yüzyılın geleneksel kuramları canlandırma konusundaki liberal çabalar karaya oturdu. Çünkü önerdikleri toplum giderek daha az çoğulcu hale gelirken onlar çoğulcu modelde ısrar ettiler. Öne süreceğim gibi, geç kapitalist toplum hâlâ bir ölçüde çoğulcudur, fakat ekonominin ortaklığa dayalı-yönetilen sektörüyle devlet eliyle işletilen sektörü rekabetçi piyasa sektörüne müdahale ettikçe ve onu küçülttükçe bu çoğulculuğun miktarı azaldı ve niteliği değişti. İkinci kategorimdeki çağdaş kuramcıların yeni bir devlet kuramına ihtiyaçları olduğu sonucuna varıyorum.

Son olarak üçüncü kategorimdekilere dönersek (III) bu kişilerin de bir devlet kuramı geliştirmeye ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. Marx’ın kuramı kesinlikle analitik olduğu denli normatiftir de. Devletin rolü kuramının bütünü için çok önemliydi, yine de bir devlet kuramının küçük parçalarından fazlasını sağlayamadı. Lenin daha fazlasını yaptı, ama yazdığı dönem için çıkarımları ne denli uygun olursa olsun 20. yüzyılın sonu için yeterli değildirler. Sonuç olarak çağdaş Marksistlerin miras aldıkları kuramdan daha gelişmiş ve daha yeni bir devlet kuramına ihtiyaçları vardı ve Batı’daki Marksist akademisyenler son on yılda bunun adamakıllı farkına varmışlar ve bu kuramı sağlamak için gayretle işe koyulmuşlardır. Şimdiden önemli miktarda eser vardır. Bazılarını belirtmek gerekirse; Poulantzas (Pouvoir Politiques et Classes Sociales, 1969) ve Miliband’ın (The State in Capitalist Society, 1969), neredeyse eşzamanlı kitapları, daha sonra aralarında uzayan tartışma ile Avrupa ve Amerika’da meseleyi ileri ve farklı yönlere götüren bağımsız tartışmalar: 1973 yılında Cenova’da Avrupa Araştırmaları Konseyi’nin sponsorluğunu yaptığı konferansta (Lindberg, 1975), şimdi çoğu ABD’de bulunan fakat Batı Avrupalı yazarların da katıldığı birleşik bir yayın kurulu tarafından çıkarılan Kapital State (1973- ) dergisinde bulunan makalelerde, Jurgen Habermas Legitimation Crisis (1976) ve James O’Connor’ın, Fiscal Crisis of the State (1973) adlı kitaplarında. Hâlâ devam eden bu çalışmalar büyük kuram geleneği içindedirler.

Büyük bir devlet kuramının devleti insanın sözde doğasına, amacına ve yeteneklerine bağladığını söylemiştim. Aynı zamanda devletin içinde işleyişini sürdürdüğü toplumun doğasını da gözönünde bulundurmalıdır. Çağdaş Marksist kuramcılar farklı vurgularla da olsa ikisini de yapmaktadırlar. Aslında aralarındaki tartışmanın çoğu bu vurgu farkına indirgenebilir -bazıları hümanist Marx’ı savunuyor, bazıları da kapitalist toplumun tahlilini yapan Marx’ı. Bu ikisi, hümanist Marx’la kapitalizmin tahlilcisi Marx arasında bir çatallaşma olmadığının kabul edilmesi halinde bir ölçüde biraraya getirilebilir ve getirilmiştir. Ama hele Marx’ın kapitalist toplumda devletin rolü -ki bunu hiçbir zaman tam olarak açıklamamıştır- hakkındaki konumunun ‘geç’ ya da ‘ileri’ kapitalizmde devlet ve sermaye arasındaki ilişkiye tatbik edilip edilmeyeceğini, edilirse bunun nasıl yapılacağı konusunda hâlâ derin bir bölünme vardır (örneğin bkz, Miliband ve Poulantzas arasındaki tartışma).

Bu tür eserlerin ikinci kategorimde bulunanlarla ilgisi merak edilmeye değerdir. Klasik Marksgil durumu kabul etmeyen (ya da tamamıyla kabul etmeyen), ama bununla beraber var olan liberal-demokratik toplumu ve devleti ahlâkî olarak yetersiz bulanların bundan çıkarabilecekleri dersler varsa nelerdir? Bu soruyu sormaya değer buluyorum. Çünkü kendimi II. kategoriye yerleştiriyorum ve çünkü bazı çağdaş liberal kuramcıların I’den II’ye geçme eğiliminde olduklarını görüyorum. Bu makalenin devamında onlara vaaz vereceğim. Bir vaizin mesajı olmalıdır. Benim mesajım şu III. kategoridekilerden öğrenin.

LİBERAL-DEMOKRATİK KURAM İÇİN ÇAĞDAŞ MARKSİST DERSLER

İncelenmesi gereken şeyin devletin burjuva toplumuyla olan ilişkisi olduğunu birçoklarından daha açık bir şekilde gören Marksistlerden öğrenilecek çok şey olduğunu düşünüyorum. Onlar bunu derinlemesine inceliyorlar. Bunu yaparak burjuva toplumunu kabul eden, ama bu kabulün içerdiklerini incelememiş olan 20. yüzyıl geleneksel liberal kuramının büyük bir eksiğini kapatmaktadırlar.

Eğer 17. yüzyıldan 20. yüzyılın başına dek olan zamanı ele alırsak, büyük geleneğin bir özelliği, materyalist bir insan ve toplum görüşünden idealist bir görüşe doğru gidişidir. Bu gidişin büyük geleneğin 20. yüzyılda gölgede kalışının nedeni ya da ölçüsü olduğu söylenemez. (Sonuç olarak Hegel’in devlet kuramı Locke ya da Bentham’ın kuramlarından daha kavrayıcıdır, çünkü Hegel burjuva toplumunda devletten söz ettiğini biliyordu.) Fakat daha sonraki idealistlerin giderek bu ferasetten saptıkları söylenebilir. Ele alınması gerekenin burjuva devleti ya da burjuva toplumunda devlet olduğu gerçeğinin önemini azalttılar ya da adeta bu gerçeği reddettiler (ya da her nasılsa bununla başa çıkamadılar). Bu özgül toplumun ötesine, onu dönüştürebilecek ya da yerini bir başkasının almasına yol açacak kendinde momenti inceleyerek değil, tüm insan toplumlarının bir arketipine vararak geçmeye çalıştılar.

Böylece benim “ok ve yay” kuramı (Macpherson 1970) dediğim şeye yöneldiler. Bu daha çok benzer bir genellik düzeyi arayan, “sermaye”yi hem modern sermayeyi hem de ilkel avcının ok ve yayını kapsayacak denli geniş tanımlayan bir ekonomik kuram gibidir. Bu tür bir sermaye kavramı biçim olarak anlaşılabilir: Hem ok ve yay hem de modern bir şirketin sermayesi sahiplerinin ürettikleri ya da topladıklarının bir kısmının doğrudan tüketiminden vazgeçmelerinin sonucudurlar. İkisinin de sahiplerinin yatırım kararları olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat böylesine geniş bir kavram ikisi arasındaki farkı, yalnızca derece olarak değil, biçim olarak da farkı, gözden kaçırır, böylece modern sermayenin bazı elzem noktalarını gizler.

Burada da devlet kuramlarındaki gibi, elzem olanların hangileri olduğu yargısı -özgül özelliklerin ortak özelliklerden daha mı çok, daha mı az önemli olduğu yargısı- (kuramcı bunun böyle olduğunu çoğunlukla göremese de) bir değer yargısıdır. Ortaya çıkan kuramın özgül modern olayı ne dereceye kadar kesin olarak onaylayacağı ya da eleştireceği bu seçime bağlıdır. Ok ve yayda sermaye kaynağı perhiz olgusudur. Ve bu da modern sermayeyi tamamıyla hayranlık verici bir şey haline getirir. Devlet için de aynısı geçerlidir: Ortak özellik, insanın bir toplum ya da iyi ya da dolu bir hayat isteğinin karşılanması olarak görülebilir. Bu durumda devlet -her devlet- hâlâ tamamiyle takdire layık bir şeydir. Ya da ortak özellik insanın kavgacı doğasını kontrol altında tutan bir otoriteye duyulan ihtiyaç olarak görülebilir: Bu durumda devlet, her devlet, yine takdire layık bir şeydir.

20. yüzyıl geleneksel kuramcılarının genelde bir devlet kuramından çok sadece bir liberal-demokratik devlet teorisi sundukları doğrudur. Fakat tezleri “iyi devlet”ten liberal-demokratik devlete doğru ilerledikçe yine ok ve yay mantığına dayanırlar, bu sonuncusunu ilkine mümkün olan en fazla yakınlıkta ve en iyi olarak olumlarlar.

Her durumda, 20. yüzyılın geleneksel kuramcıları kapitalist toplumda devletin özgül doğasına pek dikkat etmemişlerdir. Onlar için kapitalist toplumların özgül doğasından soyutlamak kolaydı, çünkü bu doğayı merkez alan bir kuram, yani Marksist kuram, 20. yüzyılın büyük bir kısmında birçok açıdan tatmin edici olmamıştı. Diktatörlükle bir tutulmuştu. Çoğunlukla doktrinerdi. Ve 20. yüzyılda kapitalizmin doğasındaki değişimlere öylesine az değinmişti ki “sanayi sonrası toplumu”nda karşı koyucu güçlerden ve diğerlerinden söz eden rafine bir çoğulculuktan daha az gerçekçi olduğu düşünülerek gözönüne alınmıyordu. Bu rafine çoğulculuk tamamen hatalı değildir. Fakat dikkati sistemimizin motorunun hâlâ sermaye birikimi olduğu gerçeğinden uzaklaştırmaktadır. Bunun devletin doğasıyla çok ilgili olduğu tahmin edilmelidir.

Batı’daki yeni Marksist akademisyen kuşak biraz önce belirtilen eksiklikleri büyük ölçüde aşmıştır. Eserleri doktriner değildir ve esas olarak 20. yüzyılda kapitalizmin değişen ve değişmiş doğasıyla ilgilidir. Yani, liberal-demokratik devletin çağdaş kapitalist toplumla Marx ve Lenin’den bu yana belirgin bir şekilde değişmiş olan zorunlu ve olası ilişkisini incelemektedirler.

Bu ilişki bazı liberal-demokratik değerleri korumak isteyenlerimiz için büyük önem taşımaktadır. Ve ben çağdaş Marksist akademisyenler dışında bu ilişkiyi tam olarak inceleyen kimseyi göremiyorum. Bu onlardan öğrenmeye çalışmamız için yeterli nedendir. Bazı ana tezlerine dikkat çekmek ve liberal demokrasiye dair bazı sonuçlar öne sürmek istiyorum.

1. Marx’la birlikte, (a) insanî özün yalnızca özgür, bilinçli, yaratıcı etkinlikle tamamen gerçekleşebileceğini, (b) insanların bugüne dek gelişmesine izin verilenden daha büyük bir kapasiteye sahip olduklarını ve (c) kapitalist toplumun, üyelerinin çoğunun bu insanlık özlerini inkar ettiğini, böyle yaparak insanların kapasitelerini, bir serbest rekabetçi piyasada mübadele değerine ulaştığı zaman bile ürünün değerine kattığından daha az alan, böylece de sermaye miktarını ve sermayenin emeğini satın aldığı kişilere hükmetmece gücünü arttıran bir metaya indirger.

Marx’ın tüm girişiminin felsefi sacayağı budur. Bir liberal için (a) ve (b)’yi, insanın doğası ve özgüçleri konusundaki önermeleri yanlışlamak zordur: Gerçekte aynı konum örneğin Mill ve Green’in konumudur da. Ve bir liberal için (c)’nin -kapitalizmin insanlıktan çıkaran doğası “postulat”ının- geçerliliğini ciddi olarak gözönüne almamak basiretsizlik olur. Çünkü bu ‘postulat’ Marx’ın emek-değer kuramının piyasa fiyatlarını açıklayabilme yeteneğine değil (ki Marx’ın ekonomik kuramı bu açıdan eleştirilmiştir) insanın emek gücünün (yani üretken bir şekilde çalışma kapasitesinin) ürettiği değerin bu emek gücünü üretmek için gerekli maliyeti aştığını ve aradaki bu fazlanın da sermaye artışına gittiğini öne sürerek bir çığır açan tezine bağlıdır.

Günümüzün Marksist devlet kuramcıları Marx’ın ontolojik ve etik konumundan başlamakta ve bu kapitalizmin tasvirinde devletin nereye uyduğunu değerlendirerek incelemektedirler. Bunlardan sonra da (devletin müdahalesine maruz kalan fakat aynı zamanda onun tarafından desteklenen) geç kapitalizmin, Marx’ın kapitalizmin aşılabileceğini düşündüğü şekilde aşılabileceğine işaret eden göstergeler nelerdir sorusuna cevap ararlar. Bu araştırmayı sürdürürken doğaldır ki, sorunun etik boyutunu verili kabul ederek geç kapitalizmin tahliliyle uğraşırlar. Bu ilgi yüzünden eserleri devlet kuramlarının büyük geleneğine dahil değilmiş gibi görünebilir. Fakat bu yalnızca görünüştür. Eserler, en az Marx’ınki kadar, insan türünün sözde esas doğasının gerçekleşmesine hizmet etmek üzere tasarlanmıştır. Böylece eğer önde gelen tezlerinden bazılarının tanımını yaparken felsefi ve siyasi kuramın alanından ekonomi politiğin alanına geçmiş gibi görünüyorsam da, bu onların büyük gelenekteki rollerinin önemini azaltmamalıdır.

2. Devletin zarurî işinin kapitalist girişimin ve sermaye birikiminin koşullarını sürdürmek olduğu varsayılır. Ancak bu devletin kapitalistlerin uşağı ya da yardımcısı olmasını gerektirmez. Gerçekte ileride belirtilecek olan nedenlerden dolayı devlet salt bir üstyapı olmaktan çıkmış ve belirgin bir özerklik derecesine ulaşmış gibi görünmektedir. Sorun daha çok şudur: Devletin kapitalist girişim taahhütü ekonominin ‘zembereği’ olarak ele alındığından devletin idaresinde çalışanlar kendi çıkarları için birikim sürecini sürdürmek ve desteklemek zorundadırlar, çünkü devletin geliri -dolayısıyla devlet memurlarının güvencesi- buna bağlıdır. Bu nedenle demokratik bir kapitalist toplumda hükümeti kimin yöneteceğini seçmenler belirlese bile hükümetler anayasal güçlerini nasıl kullanacakları konusunda özgür değildirler. Hükümet sermaye birikiminin gereklerinin dayattığı sınırlar -genelde sosyal demokrat hükümetlere sürekli bürokrasi ve bazen de ordu aracılığıyla dayatılan sınırlar- içinde kalmalıdır.

3. Geç kapitalizmin olgunlaşmasıyla birlikte, birikim sağlama ihtiyacı, yerine getirilmesi yeni sorunlara yol açan bir dizi yeni işlevi devletin üstlenmesini gerektirdi. Klasik liberal devletin sağladığı minimal destekten (yasa ve düzen, taahhüt tanımı ve icrası ve bazı maddi altyapı unsurları -yollar, kanallar, limanlar) maksimal destek olarak adlandırabileceğimiz duruma doğru bir değişim yaşandı.

Henüz yeni olan ya da büyük ölçüde artan beş yardım alanının hepsi de görünürde gerekli olarak nitelendirilebilir: i) İşsizlik ve hastalık, yaşlılık ve emek gücünün yeniden üretiminin maliyetlerine karşı tampon oluşturmakla, aksi halde sermaye tarafından taşınacak olan ve taşınmadığı takdirde kamu düzenini tehlikeye sokacak bu yükün bir kısmını üzerine alan tüm refah devleti aygıtı, ii) geniş dalgalanmaları önlemek ve yüksek bir istihdam düzeyi tutturmak üzere tasarlanmış olan Keynesgil mali ve parasal ekonomi yönetimi, iii) örneğin, teknik ve yüksek eğitimde, kentsel ulaşım sistemlerinde, kentsel ve bölgesel gelişme planlarında, toplu konut, enerji tesisatlarında artan altyapı desteği ve teknolojik araştırma ve geliştirmede doğrudan ya da dolaylı devlet taahhüdü, iv) belirli sermayelerin kâr arayışlarının maddi açıdan zarar verici tali etkilerini azaltmak ya da önlemek için önlemler, örneğin doğal kaynakların kirletilmesine ve yok edilmesine karşı önlemler (bunlar da belirli sermayelerin faaliyetlerinin insanî açıdan zararlı tali etkilerini azaltmak ya da önlemek üzere tasarlamış refah devleti önlemleri gibi sermayenin çıkarları için giderek daha gereklidir, ama bazı belirli sermayelerin kârlarını sınırlar), v) resmî piyasa kuralları, destekleme fiyat planları, ücret hakemliği, vb.den oluşan yeni büyük bir aygıt.

Bütün bu yeni desteklerin gerekli olduğu fakat aynı zamanda desteklemek amacında oldukları şeye bir ölçüde zarar verdikleri kabul edilir. Her birinin bunu yapma biçimleri ve dereceleri farklıdır.

İlki (sermayeye) doğrudan zarar veremez, fakat sermayenin kârlarıyla finanse edilmesi gerektiğinde birikimi azaltır ya da birikimin yalnızca, günümüzde tahammül edilemez durumda olan ücret sermaye ilişkisiyle karşılaştırıldığında azalmış olmasına rağmen en azından belirli sermayelere birikimi azaltıyormuş gibi görünür. Ve aksi takdirde çok sert bir ücret pazarlığı yapabilecek olan sermayenin bunu yapmasını engelleyerek birikimi azalttığı söylenebilir. İkincisi ise (birikimi) sermayenin, emeğin yükselişlerde sağladığı kazançları düşüşlerde tazmin etmek için bel bağladığı dalgalanmaları sınırlayarak azaltır. Bu azalma da ilki gibi kısmen aldatıcıdır: Sürekli bunalım dönemlerinde birikim kaybını hesaba katmaz. Üçüncüsü de birincisi gibi oldukça maliyetlidir ve bu maliyet sermayenin kârlarıyla karşılanmaktadır. Devletin bazı etkinlikleri -özellikle teknik eğitim ve araştırma- geliştirme özel sermayelerin üretkenliğini arttırdığından bu sermaye için tam anlamıyla kayıp değildir. Fakat bilançoyu çıkarmak zordur. Dördüncüsü özel sermayelerin özgürlüğüne açıkça bir müdahaledir. Beşincisi belki de en ciddisidir, çünkü serbestçe verilen piyasa kararlarının yerine siyasi kararları koyar. Özel sermayeler (ve örgütlü emeğin özel kesimleri) çelişen özel çıkarlarını kamu kararlarına uydurmaya zorlanmaktadır. Bu sermayenin mümkün olanın en fazlasını yapabilme yeteneğini aşındırır ve birikim özgürlüğünü azaltır.

Bu devlet etkinliklerinin beşi de genelde sermaye için gerekli destekler olsalar bile (yani kapitalist ekonominin devamı ve istikrarı için gerekli olsalar bile) özel sermayelerin çıkarına aykırı gibi görünürler. Ve iki sermaye türü arasında kalan bu etkinlikler genelde sermaye birikimine zarar verebilirler. Kamu sektörünü genişleterek, giderek artan oranda emek gücünü ve sermayeyi piyasa faaliyetinden çekmektedirler ve böylece belki de sermaye birikiminin alanını azaltabilirler. Ama bu özel birikimde net bir azalmayla aynı hesaba gelmeyebilmektedir. Devlet kâr getirmeyen, fakat gerekli olan faaliyetleri üstlendiği ve emek gücünün teknolojik değişim tarafından gereksiz kılınan bölümüne bakma maliyetini yüklendiği sürece gelmeyecektir de.

4. Geç kapitalist ekonomi üç sektörden ibaret görülür: a) Birleşmiş oligopolistik sektör: büyük ölçüde kendi fiyatlarını belirleyebilen ve böylece hem teknolojik ilerlemelere büyük yatırımlar yapabilen hem de bu sektördeki emek gücünü görece olarak avantajlı kılan yüksek ücretleri karşılayabilen şirketler; b) geriye kalan, bunların hiçbirini karşılayamayan, bu nedenle ne teknolojik yatırım yoluyla birikim yapabilen ne de güvenli ücretler sağlayabilen (ki bu emek gücünü göreli olarak kötü duruma düşürür) daha küçük şirketlerden oluşan rekabetçi özel sektör; c) bedeli piyasa pazarlığından çok siyasi pazarlıkla belirlenen emek gücü (mavi ve beyaz yakalılar ve idareciler), kamu sektörü; eğer tüm emek gücünün yüzde 40’ı, kamu sektöründeyse tüm seçmenlerin kabaca yüzde 40’ı da kamu sektöründedir.

5. Devletin rolündeki artışın ve sermayeyle emeğin üç sektöre dağılmasının birleşik etkisi klasik kapitalist üretim ilişkilerinde ve sermayenin devletle olan ilişkisinde önemli bir değişim olmuştur. Ekonomi siyasileşmiştir, bu anlamda kapitalizm öncesi modele dönmüştür. Yine de devlet, gücünü süregiden sermaye birikimine dayandırmaktadır ve şimdi demokratik olduğundan iki yeni güçlükle karşı karşıyadır: Birikimin gereklerini seçmenlerin talepleriyle uzlaştırmak zorundadır ve sermayeye vereceği desteği ve seçmenlere vereceği karşılığı finanse etmek için sermayeden artan bir gelir almak zorundadır.

Bu güçlüklerin düşünülmesi çağdaş kalburüstü Marksist akademisyenleri kriz kuramları geliştirmeye itmiştir. Habermas (1976) birikimi destekleyen devletin kendini seçmenlerin gözünde meşru kılma ihtiyacı hakkında yazar: Bu “meşrulaştırma krizi”dir. O’Connor (1973) devletin artan gelire ihtiyacı ve sermaye birikiminin idamesi arasında bir çelişki bulur. Bu “devletin mali krizi”dir.

“Kriz” ya kapitalizmin yaklaşan çöküşünü ya da kapitalizmin yaşayacağını demokrasinin çökeceğini öngörür. Bunların ikisinin de düpedüz mümkün olduğunu, ama zorunlu olmadıklarını öne süreceğim. Geç kapitalist devletin kesinlikle erken dönem kapitalist devletlerin sahip olmadığı bir meşrulaştırma sorunu vardır. Daha önce ekonominin ve bunalımın tekrarlanan zararlı etkilerinin sorumlusunun devlet değil de piyasa olarak görüldüğü, kazançların, piyasa dağıtımlarının ya hakça ya da zaruri olarak görüldüğü zamanlarda devlet varlığını ve minimal işlevlerinin yerine getirilişini meşrulaştırmak konusunda pek büyük güçlüklerle karşı karşıya değildi. Fakat şimdi devlet ekonomi ve onun tali etkilerinde ağır sorumluluk yüklendiğinden ciddi bir meşrulaştırma sorunu sözkonusudur. Ve devlet daha çok (ve giderek daha pahalı) destek işlevleri üstlendikçe ya demokrasinin ya da kapitalizmin çöküşüne yol açabilecek bir dizi malî krizle yüzyüze gelmektedir. Meşrulaştırmanın ve malî krizlerin sonucu belirsizdir, çünkü bu sonuç yalnızca objektif güçlere değil, aynı zamanda bilinçli siyasi eyleme de bağlıdır.

Çağdaş Marksist devlet tahlilindeki ana noktalardan sadece bazılarına değindim. Fakat izlenmesi gereken fikir verici doğrultuları olduğu şimdi bile aşikardır. Liberal-demokratik değerlerin herhangi bir aşamasının ayakta kalması umudu ve böyle bir ayakta kalışa destek vermenin olası yolları bu ana dek belirtilenlerden çok daha karmaşıktır. Bir sonraki bölümde yukarıda kısaca tanımlanan ve liberal-demokratik sorun hakkında daha yeterli bir görüşe doğru bize az çok yol katettirebilen Marksist tahliller için bazı değişimler ve uzanımlar öne süreceğim.

ÖNÜMÜZDEKİ YOLLAR

Şimdi ilk önce yukarıda üçüncü ve dördüncü paragraflarda belirtilen değişimlerin bir sonucu olarak meşrulaştırma sorununun doğasının şimdiden değişmiş olduğunu; ikinci olarak aynı değişimlerin yeni bir çeşit çoğulculuk, tersine bir çoğulculuk kurduklarını; üçüncü olarak herhangi bir liberal demokrasiyi kurtarmak olasılığının halkın yeni bir çoğulculuğun gerçek doğasının farkına varmasına bağlı olan bir bilinç değişimine bağlı olduğunu ve dördüncü olarak da bunun 20. yüzyılın sonunda yararlı bir devlet kuramı için bir gündem oluşturduğunu öne süreceğim.

İlk önce meşrulaştırma sorunu başkalaşmıştır. Çünkü gelişmiş ileri kapitalist devlet kendini halkın çok büyük üç kesiminin gözünde kolayca meşru kılabilir.

i) Göreli iş güvenliklerini ve göreli yüksek ücretlerini devlete borçlu olan tüm kamu sektörü personeli. Artan sayıda hem beyaz hem de mavi yakalı kamu çalışanlarının yakın zamanda, devletin ilk başta kendilerine zarar verebilecek olan tasarruf politikalarına karşı durumlarını korumak amacıyla sendikalaştıkları (ve bazılarının da bir hayli militanlaştıkları) doğrudur. Fakat yine de rekabetçi özel sektörde çalışanlardan daha güvencededirler ve daha iyi ücret almaktadırlar.

ii) Refah devletinin ödeneklerini alanlar. Bunlar da (özellikle muhtaç durumda olanlar) kağıt üzerinde onlara ait olan kazançları güvenceye almak ya da daha fazla kazanç talep etmek amacıyla, sosyal hak grupları, kiracı örgütleri ve çeşitli türden topluluklarda örgütlenmektedirler. Bu onların devletin muhalifleri gibi görünmelerine neden olur. Fakat hâlâ alıcı durumdadırlar ve kazandıkları ölçüde devlete bağımlı hale gelirler.

Bu onların devletin atıl bağımlıları oldukları anlamına gelmez. Bütün Batı demokrasilerinde refah devletinin ortaya çıkış nedeninin, ister kurulu partiler üzerinde sendika baskısıyla ister sosyal demokrat ve işçi partilerinin gücündeki artışla ifade edilmiş olsun, örgütlü emeğin siyasi gücü olduğu gerçeği şüphe götürmez. Ama refah devletini yaratan ve devamını gereksinen şeyin onların gücü olduğunu söylemek, şimdi kazançlarını sürdürmek için devlete örgütsüz ve gereksiz emek gücü kadar bağımlı olduklarını inkar etmek demek değildir. İlişki karşılıklıdır: Refah devletini onlar yarattılar, fakat şimdi de onun eseri olmak durumundalar.

Aslında hâlâ kendi hesaplarına uymayı başaramayan bir hükümeti düşürme gücüne sahiptirler. Fakat bu başarısızlık devletin malî krizi yüzünden olacağı için, özel sermaye birikimi ihtiyacını kabul ettikleri sürece durumlarını daha iyiye götürmeyecektir. Böylece devlet tarafından beslendikleri ölçüde devleti beslemeye devam edeceklerdir.

iii. Özel sektörde emek gücünün sıkı bir şekilde örgütlenmiş kısmı. Göreli olarak avantajlı durumlarını devletin işverenlerinin faaliyetlerine sağladığı destek ve ödeneğe borçlu olduklarını gayet iyi görebilmektedirler. Sonuç olarak onların işine yarayan devletin meşruluğunu kolayca kabul edebilirler. Buna karşı onların kamu sektöründe çalışanlarla birlikte şimdi görünürdeki yerel ve sürekli fiyat ve ücret kontrollerinin sıkıntısını ilk çekenler oldukları ve bu tür düzenlere karşı şiddetli muhalefetleriyle devlete karşı hiç de iyi duygular göstermedikleri söylenebilir. Bu tür kontroller sürekli olduğu ölçüde devletin kendisini onların gözünde meşru kılmakta daha çok güçlük çekeceğini kabul etmeliyiz. Fakat avantajlı sektörlerdeki gerçekçi işçi sendikacıları buna rağmen işverenlerine süregiden devlet yardımı ve ödeneğinden gelen kazançlarının, geçici olacağını umdukları ücret kontrollerinden doğan kayıplarını aşacağını görebilirler.

Bu üç kategori birarada, seçmenlerin büyük bir çoğunluğunu oluşturmaktadır. Devlet para bulabildiği ölçüde kendini onların gözünde meşru kılmakta büyük bir güçlük çekmeyecektir.

Fakat ya sermaye sahipleri ve işletmecileri (IV)? Şimdi gerçek meşrulaştırma krizi devletin kendini seçmenlerden çok onlarnı gözünde meşru kılabilip kılamayacağında değil midir? Bundan bir meşrulaştırma sorunu olarak söz etmek meşrulaştırma kavramını orijinal ve günümüz Marksist kullanımından oldukça öteye götürmektir. Bu, gerçek doğasını mistik bir hale sokarak kendini siyasi toplum karşısında meşru kılmak zorunda olan devletin ya da devlet ve birleşmiş sermayenin örtük bir iltihakının (ki bu iltihak siyasi toplum için bir asalakmış gibi görünür) sorunudur.

Bu durumun gerçekliğini inkar ettiğimi söylemiyorum. Meşrulaştırma sorununu bu şekilde görmek ileri doğru atılan önemli bir adımdır, fakat benim öne sürdüğüm sorun da bir meşrulaştırma sorunudur. Çünkü sermayeyle ortaklaşa asalak durumunda olduğu düşünülsün ya da düşünülmesin devlet etkinliklerini birleşmiş sermaye karşısında haklı göstermek zorunda olduğu için ondan farklıdır. Eğer devlet bunu yapamazsa sermaye “greve” gidebilir: Şimdi devleti i, ii ve iii’ün gözünde meşru kılan tüm mekanizmaların işleyişini imkansız hale getirebilir ya da ciddi bir biçimde sınırlayabilir ve böylece de meşrulaştırma sorununu ağırlaştırabilir. Bana göre ileri kapitalist devletin ana sorunu budur. Fakat bu sorunun çözümsüz olduğu kanısında değilim.

Devlet, kendini iv’ün gözünde şu iki yoldan biriyle meşru kılabilir:

a) Özel sermayeleri devletin genelde sermayenin çıkarlarını desteklemesinin, uzun vadede, özel sermayelerin işine karışmamasından daha yararlı olacağına ikna ederek. Bu imkansız değildir. Yakın tarihte en azından bir kez başarılmıştır. Özel sermayeler Roosevelt’in Yeni Düzen’ine karşı sürekli muhalefetten sonra sonunda bunun yararlarına olduğunu kabul ettiler. Şu sıra gerekecek daha üst düzeyde bir ikna başarılabilir.

b) Özel sermayelerin her birinin (ve örgütlü emeğin özel kısımların) hepsinin ayrı ayrı (şirketler değil sanayiler) sahip oldukları refahı devletin sürekli yardımlarına ve ayarlamalarına borçlu olduklarının bilincine varmalarını (eğer hâlâ bilincinde değillerse), sağlayarak. Devletin vazgeçilmez bir destek kaynağı olduğu (gerçekte büyük birleşik sektörün tümünü içeren) o sanayilerde devletin önemli bir gücü vardır. Desteğini azaltmakla ya da çekmekle tehdit ederek onları ayrı ayrı “rehin” alabilir. Domuz üreticileri, buğday üreticileri, çelik üreticileri, motorlu taşıt ve tank üreticileri, dokuma üreticileri, cephane üreticileri (ve onların sendikalı emek güçleri) ve bütün örgütlü özel sektör – hepsi garantili fiyatlar, garantili satın almalar gümrük korumaları, resmî ihaleler, vergi imtiyazları ya da diğer ayrıcalıklı işlemlerle şöyle ya da böyle satın alınabilirler.

İkinci olarak, özel sermayelere böyle ayrı muameleler yapılması 20. yüzyıl sonuna doğru yeni çoğulculuğun esasıdır. Yeni çoğulculuk hem bilinen çoğulcu modelden daha sınırlıdır hem de tersine bir çoğulculuğu cisimleştirir. Bilinen çoğulcu modelden farkı açıktır. Hükümet ile gönüllü örgütlenmelerden birinde ya da birçoğundaki her dikkatli yurttaşa hükümetin kararlarında hakça bir nüfuz payı verdiği varsayılan binlerce gönüllü örgütlenme ve çıkar grupları arasındaki karşılıklılık ilişkisi değildir. Aslında bilinen model hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekçi olmamıştır. Çünkü demokratik siyasi süreci bir piyasaymış gibi -ki öyleydi- ele almakla toplumun kapitalist doğasını soyutlamıştır. Sermaye birikiminin gereklerinin devletin çoğulcu baskılara verdiği karşılığın yönünü belirlediğini ve bu karşılığa sınırlar koyduğunu kabul etmemiştir. Ve sanki tüm baskılar tarafsız bir devletten büyüklükleriyle orantılı karşılıklar alacaklarmış gibi düşünme eğilimindedir. Fakat bilinen çoğulcu model tam piyasa rekabeti çağında en azından bir açıdan çok doğrudur: Devlet baskılara göre hareket etti, kendisi bu baskılara pek de engel olmadı.

Bence şimdi değişen budur. Şimdi devlet üzerinde etkili olan baskılar, herbiri sahip olduğu güvence ve ayrıcalıklı muamele açısından devlete bağlı olan o örgütlü özel sermayeden (ve örgütlü emek gücünün özel kesimlerinden) gelen baskılardır. Devlete şu andaki gibi genelde sermayeden böylesi özerk olmasını sağlayan da budur. Bu açıdan çoğulculuk tersyüz olmuştur: Özel sermayelere verdiği iltimasları azaltma ya da kesme gücü sayesinde şimdi devlet sermayeyi çoğullaştırıyor.

Aslında tersin tersi çoğulculuk olarak adlandırılabilecek bir şey de bir ölçüde vardır. Çok uluslu ortaklıklar sermayelerini hareket ettirebilmeleri sayesinde tek tek ulus devletleri, ayrıcalıklar için, birbirlerine karşı kullanabilirler. Yani hükümetler ve bürokrasiler düzeyinde. Fakat ulus-devletin sermayeyi çoğullaştırma yeteneği hâlâ geçerlidir.

Bilinen çoğulcu kuramların umutla karşıladığı tüm baskı grupları dizisinin hâlâ ayakta olduğu ve yalnızca üreticilerin birleştikleri çıkar gruplarını ve örgütlü emeğin çeşitli düzeylerini ve kesimlerini değil, aynı zamanda diğer birçok grubu içerdiği doğrudur. Bunlar arasında meslek grupları kadınlar, etnik azınlıklar, bilimadamları, bankalar, üniversiteler, sahne sanatçıları, hatta yayıncılar vardır: tabii kürtaj, idam cezası, marihuana ve mahremiyet gibi konularla ilgilenen etik grupları saymazsak. Bunların hepsi lobicilikle meşguldürler. Sesleri duyulmaktadır. Fakat onlara aldırış edilmekte midir? Devletin malî sıkıntıları arttıkça bu diğer çıkar gruplarının tüm taleplerinin işinin biteceği makul bir tahmindir. Şayet etkili kalan çıkar grupları olursa, bunlar devletin kendilerine verdiği desteğin kapitalist ekonominin idamesi için çok önemli olduğunu gösterebilen özel sermaye örgütlenmeleri (ve onlara paralel olan işçi grupları) olacaktır. Sermayenin giderek belirli sanayilerde yoğunlaştığı gibi şüphe götürmez bir gerçek bile bunu etkilemez: Herhangi bir sanayide -çelik, tekstil, buğday, petrol, çimento, iletişim- yoğunlaşma ne denli büyükse lobileri de o denli güçlü hale gelmektedir, fakat devletin iltimaslarına bağlı oldukları ölçüde hizada tutulabileceklerdir.

O halde yeni çoğulculuk iki yönlü bir meseledir: Yeni unsur devletin sermayeyi çoğullaştırma yeteneğidir. Etkili olmaya devam eden gruplar devletin eğer isterse (ya da malî olarak buna zorlanırsa) dize getirebileceği o birleşik gruplar ve işçi gruplarıdır. Ve (devlet) bunu yapmaya giderek daha çok zorlanacak gibidir.

Devletin sermayeyi çoğullaştırmasının tarihsel bir paraleli vardır. Kapitalist devlet daha önceki toplumun komünal yaşamına el koymuş, onu atomize etmiş, insanların birlikte kullandıkları güçleri masssetmiş ve bu güçleri, halkı genelde sermayenin çıkarları doğrultusunda idare etmek için kullanmıştır (Wolfe, 1974, s.145). Aynı şekilde, ileri kapitalizmde devlet paralel bir faaliyet daha eklemek zorundadır: Özel sermayelerden güçlerinin bazılarını (yani bazı gelirlerini ve dolayısıyla birikim yapabilme olanaklarını) alır ve bu gücü, özel sermayeleri devlete bağımlı kılmak için genelde yine sermayenin çıkarları doğrultusunda devralır. Devlet ekonominin yönetimine, piyasaların dengelenmesine, üretimin ve fiyatların desteklenmesine daha çok giriştiği takdirde bu tersine çoğulculuğun ve devletin göreli özerkliğinin artması kuvvetle muhtemeldir. Kamu sektörü yayıldıkça ve tüm emek gücünü ve sermaye gücünü piyasanın belirleniminden siyasi belirlenime taşıdıkça devletin sermayeden göreli özerkliği artacaktır.

Ancak seçmenler kapitalizmi desteklemeye yani reddetmemeye devam ettikleri sürece göreli özerklikteki böylesi bir artışın belirgin sınırları olacaktır. Kapitalizm böylece idame edildiği sürece devlet yine özel sermaye birikimine bağımlıdır. Devlet özel sermayeler arasında manevra yapmakta ne denli becerikli olursa olsun, genişleyen kamu sektörüyle bile, genelde sermaye birikiminin idamesinin sınırları içinde faaliyet göstermek zorundadır. Kapitalist toplumda devlet tarafsız bir amca olamaz: Sermayenin çıkarlarına hizmet etmek zorundadır.

Üçüncü sorun: Göreli özerklik ne durumda? Bunun nasıl kullanılacağı halkın ileri kapitalizmin gerçek doğasının bilincine varıp varmamasına ya da ne kadar çabuk varacağına ve onu değiştirmek için siyasi eyleme yönelip yönelmeyeceğine ve bunu hangi hızda yapacağına bağlıdır. Devletin göreli özerkliği ya da tersine çoğulculuk, böylesi bir yeni bilincin kıvılcımı olmayacaktır. Bu kıvılcım ancak ileri kapitalizmin ve onu destekleyen ve idare etmeye çalışan devletin yetersizliğine varmak olacaktır. Devletin göreli özerkliği yalnızca kıvılcımın tutuşabileceği bir yoldur.

Daha şimdiden böylesi bir farkındalığın ortaya çıkışının bazı göstergeleri vardır. Yönetilen kapitalizmin teknolojiyi zararlı şekilde (kirlilik ve ekolojik yıkım) kullanması yüzünden teknolojinin her derde deva olduğu düşüncesi giderek değişmektedir. İş gücü cephesinde organizasyon ve teknolojiye bağımlılıktan duyulan rahatsızlık artmaktadır (sendikanın izni olmadan yapılan grevler ve sendikacı militanlığı). Ve devlet derinleşen malî sıkıntılarla karşılaştıkça halkın bazı kesimlerinde huzursuzluğun artması muhtemeldir. Bu kesimler daha önce, parayı ellerinde tuttukları sürece devletin meşruluğuna kolayca ikna olabildiklerini söylediğimiz i) kamu sektörü çalışanları (hastane, okul vb. harcamaları kesildikçe ve böylece göreli iş güvenliklerini azalttıkça ya da yok ettikçe) ve ii)refah devletinin faydalarını elde edenler (örneğin işsizler) bütçe payları azaltıldığında huzursuzluk çıkarabilirler.

Kapitalist devletin yarattığı böylesi hayal kırıklıkları önemlidir, çünkü kapitalizmin idamesi yalnızca devletin şu anda sağladığı yasal ve maddi destekleri değil aynı zamanda sistemin doğruluğunun genelde kabul görmesini ya da en azında kabul edilebilir bir alternatif olmadığına dair bir inancı gerektirir. Kapitalizmin ilk dönemlerinde rekabet herkes için kârlı olan “doğal özgürlük sistemi” olarak sunulmuştu. İleri kapitalizmde evrensel velinimet olarak rekabetin yerini organizasyon alır: “Sanayi sonrası” teknolojik, yönetilen toplum tüm sorun ve çelişkilerin çözümü olarak sunulur (Mandel, 1975, s.501). Organizasyona duyulan bu inanç yıkıldığı ölçüde siyasi eylemin insanî amaçları sermayenin amaçlarından daha üstün bir yere koyması olasılığı ortaya çıkar.

Aslında bu bir olasılıktan başka bir şey değildir. Birleşik sektörün siyasi toplumsallaşma kanallarımızın her noktasında var oluşunun pekiştirdiği bu inanç yıkılmayabilir. Batı’nın bizatihi parti sisteminde var olan en temel meseleleri karmaşıklaştırma eğilimi halkın kapitalizmin ekonomi-politiğinin gerçek doğasının bilincine varmasını engeller (Macpherson, 1977, s.64-9). Fakat en azından bu gerçekliğin ortaya çıkması olasılığı vardır.

Dördüncüsü, gerçekçi ve normatif bir devlet kuramı, burada ilk önce devletle kapitalist toplumun zorunlu olan ve zorunlu olarak değişen ilişkisini ve ikinci olarak kapitalist toplum ve devletin aslî insan ihtiyaçları ve yetenekleriyle ilişkisinin sınırlarını tanımlamakla katkıda bulunabilir. Çağdaş Marksist kuramcılar ilkini gayet iyi yapmakta fakat çoğu kez bunu ikinciyi göreli olarak ihmal ederek yapmaktadırlar. Büyük devlet kuramları geleneğini eski durumuna getirmek için ikinci üzerinde daha çok çalışmak gereklidir.

Devlet kuramı siyasi iktisadı incelediği ölçüde etkili bir biçimde geri dönecektir. Aynı zamanda insan ihtiyaçları, istekleri ve yetenekleri konusunda daha fazla ampirik ve kuramsal çalışmaya (Fitzgerald, 1977) ihtiyaç vardır ve davranışçıların günümüzde çocukluktan yetişkinliğe siyasi toplumsallaşma süreçleri hakkındaki bulgularını yeni baştan değerlendirmek gerekmektedir (Wolfe, 1977).

Bütün bunların II. ve III. kategoriye girenler tarafından ortaklaşa ve dostça bir rekabet içinde yapılabileceğine dair iyimser bir görüş vardır. Benim II. kategoriye yerleştirdiğim bazı çağdaş Marksist akademisyenlerin tahlilleri onları klasik Marksgil devrimci reçetenin günümüze uygunluğundan şüpheye düşürmüştür – ki II. ve III. kategorileri birbirinden ayıran esas şey bu reçeteye katılıp katılmama durumu idi. Daha da iyimser hatta ütopyacı görüş ise II. ve III.’nün birleşmesiyle I’den II’ye belirgin bir geçişin aynı zamanda gerçekleşeceği görüşüdür. Eğer bu olsaydı siyaset kuramı mesleğinin 20. yüzyılın sonuna girdiği söylenebilirdi.

(Democracy and the Capitalist State, ed: G.Duran, Cambridge University Press, 1989, çeviren NAZLI ÖKTEN)

Dipnotlar

1 Örneğin üç koleksiyona genel olarak katkıda bulunanlar: Mac Coy ve Playford (1971); Connolly (1969); Kariel (1970).

2 Bu sınıflandırmanın etraflı olduğunu öne sürmeyeceğim. Örneğin en azından devletin asli insan amaçlarıyla olan olumsuz ilişkisine dair bir kurama ihtiyaç duyan felsefi anarşist bir konum almış olanlar için ayrı bir kategori açılabilir: Bunlar devlet kuramını ortadan kaldırmak için bir devlet kuramına ihtiyaç duyarlar. Bu üç sınıf arasındaki çizgilerin tamamıyla kesin ve net olduğunu da söylemeyeceğim, ama bu sınıflandırmanın benim konum bağlamında anlam taşıdığını düşünüyorum.

Kaynakça

W.Connolly, 1969, The Bias of Pluralism.
R.Fitzgerald, ed.,1977, Human Needs and Politics.
J.Habermas, 1976, Legitimation Crisis.
H.Kariel, ed., 1970, Frontiers of Democratic Theory.
L.N.Lindberg, vd.,eds., 1975, Stress and Contradiction in Modern Capitalism: Public Policy and the Theory of the State.
C.McCoy-J.Playford, 1971, Apolitical Politics.
R.M.McIver, 1926, The Modern State.
W.J.M. McKenzie, 1975, Power, Violence and Decision.
C.B.Macpherson, 1970, “Bow and arrow power”, The Nation, 19 Ocak.
E.Mandel, 1975, Late Capitalism.
R.Miliband, 1969, The State in Capitalist Society.
R.Nozick, 1974, Anarchy, State and Utopia.
J.O’Connor, 1973, The Fiscal Crisis of the State.
N.Poulantzas, 1968, Pouvair politique et classes sociales.
J.Rawls, 1971, A Theory of Justice.
A.Wolfe, 1974, “New directions in the Marxist theory of politics”, Politics and Society, 4, no: 2, Kış 1974.
1977, The Limits of Legitimacy.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz