Acıyla Ölümle Disipline Etmeye Çalışıyorlar! – Emek Erez

Emek Erez“Hakikatin yalan, yalanın hakikat olarak görüldüğü bir dönemeçteyiz şimdi.”
Adorno’nun bu cümlesiyle başlamak istedim. Kaç gündür aklımdan geçip duran her şeyi açıklamasa da, gözümüzün önünde olup bitenlere rağmen yalanın gerçekmiş gibi bir algıyla yoğrulup yoğrulup önümüze sürüldüğünü, çok iyi anlatıyordu. 10 Ekim 2015 Ankara neler gördü gözlerimiz, neler duydu kulaklarımız. İnsani bir yanı olan herkesin içi yanmadı, yüreği kanamadı, parçalandı. Biz yaşadığımızı biliyoruz bu nedenle çok ayrıntıya girmeyeceğim. Zaten azıcık vicdanı olan bir insan hangi düşünceden olursa olsun yaşananları görmüş izlemiştir. Ha! bir de yalanı hakikat edinmiş olanlar var ki onlara ne denir bilemiyorum.

İşte Adorno’nun cümlesi tam da onları karşılıyor. Ölüme bile saygısı olmayan, kendisi dışındakinin varlığını hiç önemsemeyen ahlȃki çöküntünün, çürümüşlüğün dibine vurmuş ‘insanlar’ sadece belleği değil vicdanı da devlet tarafından inşa edilmiş, görevli kötülük memurları. Tüm anlama çabamızı yok eden, tüm insani sınırlarımızı zorlayanlar, hakikatleri yalan olanlar. Onca acının arasında nefretini kusmayı bir gün ertelemeyenler. “Patlamaya hiç üzülmedim, Türk bayrağı yoktu” diyeninden, alana konulmuş karanfilleri ezenlere kadar. Cümlelerin anlatmaya yetmeyeceği birçok şey yazılabilir daha ama sanırım Sema Kaygusuz’un şu cümlesi bu konuda en anlamlı yerde duruyor: “Düşman bulmadan Türk olamayanlar.

Bizi yıldırmaya çalışıyorlar, bizi bu sefer okullarıyla, ordularıyla, polisleriyle, hapishaneleriyle değil, acıyla ölümle disipline etmeye çalışıyorlar. Bizi tutuklayarak, sansürleyerek, yaşamlarımıza müdahale ederek sindiremeyenler, bize bir araya geldiğimiz her yerde saldırmaya çalışıyorlar. Suruç’un ve Ankara’nın ortak noktasından bahsediyoruz ya devamlı. O ortak nokta Türkiye’nin her yerinden insanların bir arada olmasıydı. Ankara’da: Denizli’den Diyarbakır’a bu ülkenin en güzel düşlü insanları vardı, Suruç’ta da. Gülüşleri güzel, hayalleri başka dünya umuduyla dolu yürekli insanlar. İnsan türünün geldiği noktada dünyaya varoluşları umut olan genç, yaşlı, kadın çocuk çiçek gibi insanlar. Şimdi o insanları bizden kopardıklarını düşünüyorlar ne kadar yanılıyorlar oysa. Yanıldıklarını kabul etmeyenler bir gün sonra Sıhhiye’den cenazeler uğurlanırken gelen insanlara baksınlar. Yüzlerinde acıyı görürsünüz belki, gözyaşını da keza ve hȃttȃ öfkeyi ama korkuyu göremezsiniz. Dedik ya en başta bizi acıyla ölümle disipline etmeye çalışıyorlar diye bunu nasıl yapmaya çalışıyorlar biliyor musunuz? Korku yayarak, güvenliksiz hissettirerek, bedenlerimize bombalarla müdahale ederek, bizi parçalayarak, katlederek, umudu unutturup, karamsarlığa, yılgınlığa gark ederek. Ama başaramıyorlar çünkü en çok görmek istedikleri o korkuyu göremiyorlar. Sadece öfke görüyorlar Emel Kitapçı’nın bakışlarında gördüğümüz, o dirençli öfkeyi, Ulrike’den beri üzgün olmaya tercih ettiğimiz öfkeyi görüyorlar.

Amacım kahramanca acıyı görmezden gelen bir yazı yazmak değil. Korku, keder, üzüntü hepsi şu yaşadıklarımızı anlatamayan kelimeler haline geldi. Bu nedenle bir yas sürecine de ihtiyacımız olması normal. Çünkü hüsrana uğramış hissetmenin tamiri zor. Ölüm en yakınlarımızı yeri dolmaz bir şekilde bizden alıp gidiyorken elbette “normal” devam etmeyecek hiçbir şey. Ancak zaman içerisinde hüsranımızı dönüştürmek zorundayız. Adam Phillips: “hüsranla başa çıkma girişimlerimizden biri duyarsızlık olsa da hüsran, duyarsız kalamayacağımız bir şeydir” diyordu. Duyarsız kalamayacağımız acılarımız, hüsrana uğratılmış dostlarımız var ve bu nedenle işte yasımızı bir “karşı yasa” evirmek zorundayız. Serhat Celal Birdal, Hrant’ın yasının kendine onun arkadaşları adını veren insanlar tarafından nasıl bir karşı yasa evrildiğinden bahsediyordu. İşte bu gün yapılması gereken yasımızı bir karşı yasa dönüştürebilmek olmalıdır. Acımızı da hüsranımızı da kalbimizden taşan feryadımızı da bir isyan haline getirebilmeliyiz. Bize acı çektiren, bizi ölümle normalleştirmeye, biçimlemeye, denetimli hale getirmeye çalışanlara karşı gücümüzü hatırlamalıyız. Dünya umurumuzda olmasa bile kaybettiğimiz güzel gülüşlü insanlar adına toparlanmalıyız. İşte bu nedenlerle kendimi gereklilik kipli cümleler kurmaya mecbur hissediyorum, gerekliliği hissetme özgürlüğünü de size bırakıyorum.

Bize devamlı adaletten söz edecekler, devletin adaleti sağlayacağına inandırmaya çalışacaklar ama devletin ya da yönetenlerin adaleti bizim için değil. Hatırımızda tutmamız gereken bir diğer gerçeklik de bu maalesef. Bu nedenle adalet talebi ve cezasızlığın önüne geçmek bir diğer yükümlülüğümüz gibi geliyor bana. Durmadan konuşuluyor Suruç’un sorumluları yakalansaydı, Ankara olmazdı diye doğrudur ama katilden adalet bekleme yanlışlığıdır da aynı zamanda. Birileri dört yüzlü bir sayı vermişti hatırlarsanız huzurumuzun bağlı olduğu şey rakamlarla ifade edilmişti. İşte huzurumuzu otoritenin yükümlülüğünden kurtarmamız gerekiyor. Daha çok klasik anarşistler devlet ve hükümeti örgütlü şiddetin en yüksek ifadeleri olarak görürler ve Randolph Bourne’nin “savaş devletin sağlığıdır” ifadesine inanırlar. Klasik anarşistlerin pek çok ifadesi yalnızca devlet karşıtlığına indirgendiği için eleştirilse de bu gün geldiğimiz noktada ve coğrafyamızda yaşananlar bize bu durumun hȃlȃ geçerli olduğunu her gün hatırlatıyor. Bu nedenle de hükümetinin sağlığını savaşla korumaya çalışanların olduğu bir yerde barış kelimesi otoritenin ağzına bırakılamayacak kadar önemli bir vaziyet aldı bizim için. O videoyu görmüşsünüzdür: “öle öle barışı getireceğiz” diyordu güzel bir kadın öfkeyle, tüm yaşadıklarına rağmen o cümleyi kuranlara bu coğrafyanın hakikati yalan olmayan güzel insanlarının, direniş ve barış borcu var. Ve yine borcu ödemeyi de özgür yükümlülüğünüze ve gönüllülüğünüze bırakıyorum.

Yaşadıklarımızın bize yüklediği bir durum daha var ki o da tanıklık. Bunca şeye tanıklık edip, belleğimize her gün yeni bir acı eklentisi açıyorken bu yaşananları geleceğe birinci elden anlatmak gerekiyor. Çünkü bu günleri bire bir yaşayanların içindeki “hıncın” sessiz bir karşılık bulması yıkıcı olur. Jean Améry Auschwitz tanıklıklarını anlatırken; “geçmişe dönük kine” karşı aldığı sessiz karşılığa sitem ediyordu. Haklıydı o işkencenin en derin acısını tüm bedeninde hissetmişti, adalete hiç güvenmiyor, kendisini bu hıncından dolayı eleştirenlere kırılıyordu. O bir tanıktı tarihin en kara sayfalarından birisini birebir yaşamıştı. İşte böyle bir sorumluluk düşüyor bir de bizlere, olaya birebir tanıklık edenlerin hıncının karşılık bulabilmesi için hınçlarını anlatırken sessizlikle karşılaşmamaları için belleğimizin yükü ağırlaşsa bile, bu günleri unutmamamız gerekiyor. Özgür irademizle, kendiliğimizle, buna gönüllü olmamız gerekiyor.

Tüm bu bahsettiklerimiz için acıya acıya, yasımızı tuta tuta isyanımızı diriltmek, hepimizi yaşatacak tek şey gibi görünüyor bana yoksa insan dayanır bunca aymazlığa.

Emek Erez
13/10//2015 | emekerez.wordpress.com

Kaynaklar
Améry, J. (2015), Suç ve Kefaretin Ötesinde, İstanbul: Metis.
Adorno, W. T, (2009), Minima Moralia, İstanbul: Metis.
Birdal, S. C. “Bir karşı-yas çalışması olarak Hrant Dink anması”
Kaygusuz, S. (2015), Barbarın Kahkahası, İstanbul: Metis.
Marshall, P. (2002), Anarşizmin Tarihi, Ankara: İmge.
Phillips, A. (2015), Kaçırdıklarımız, “Yaşanmamış Hayata Övgü”, İstanbul: Metis.

1 Yorum

  1. Teşekkürler TÜRKİYENİN diğer ucundayim yalnız değilsin.İnsan isek bu kine sesli bir karşılık vermek gerekiyor.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz