Yayımlanması İle Furuğ Ferruhzad’ın Hayatını Alt Üst Eden Şiiri: Günah

Babaerkil çağın acımasız egemenliği, kadının başkaldırışını, darbeler altında tutup onu sindirip saklamıştır. Biz kadının başkaldırışı yerine onun işlediği günahı görüyoruz. Ve kadın kendisi bile, kendi başkaldırışından, vicdan azabı duyuyor. Günah hissi, kadının başkaldırışının unutuluşundan doğmaktadır. Ersel egemenlik, bu unutkanlığı insanlığa dayatmıştır. Tarihsel, toplumsal ve sanatsal babaerkil sistemler bu unutuşun temelini ve özünü oluşturur. Başkaldırışın unutuluşu ve günahın onun yerine oturuşudur. 


 

Furuğ Ferruhzad’ın 1955 yılında, önce basın ve sonra kendi ikinci toplu şiir kitabının, Duvar’ın başlarında, yayımladığı, ve onun birinci şairlik dönemi zihniyetini, yani “Tutsak”, “Duvar” ve “İsyan” kitapları dönemini, anlamamız açısından gerekli olan şiir, “Günah” şiirdir. Biz, onun birinci dönem şairliğini işte bu şiiri aktararak onun ışığı ve ekseninde inceleyelim:

Furuğ Ferruhzad ( فروغ فرخزاد) – Günah

“Günah işledim lezzet dolu bir günah
Titreyen esrik bir tenin yanında
Tanrım ne bileyim ne yaptım ben
o karanlık susku dolu zulada

O karanlık susku dolu zulada
Baktım gözlerine gizemleriyle dolu
Gözlerimin çaresiz isteklerinden
kalbim göğsümde çırpınıp durdu

O karanlık susku dolu zulada
yanında darmadağın oturdum
Dudaklarıma heves döktü dudakları
Deli kalbimin üzüncünden kurtuldum

Aşkın öyküsünü okudum kulaklarına:
Seni istiyorum ey benim cananem!
Ey bağrı can bağışlayan, seni
Seni ey aşığım benim divanem!

Kırmızı şarap camda çalkalandı
Gözlerinde heves yalazlandı
Yumuşak yatakta benim gövdem
Göğsünde onun sarhoşça kıvrandı

Günah işledim lezzet dolu bir günah
Alevli yangılı bir kucakta
günah işledim kinci, sıcak
Ve demirsi iki kol ortasında”

Bu şiirin yayımlanması Furuğ’un hayatını alt üst etti. Anlaşılan, şiir, onun, “Roşanfekr” (“Aydın”, ç.) dergisinin baş editörü Naşir Hodayar ile sevişmesi ile ilgilidir. Bu dergi, değil aydınlık, tam tersine en rezil ve en bayağı düzeyde yayımlanan haftalık bir dergiydi, diğerlerinden belki tek bir farkla , meşhur romantik şair, Feridun Müşiri’nin onun şiir sayfası sorumlusu olması. Sonraları Nasır Hodayar, o evli ve ünlü bir kadınla sevişmenin öyküsünü “Roşanfekr” dergisinde yayımladı. Bu tür cinsel ilişkinin ve peşinden gelen yankıların sonucu, onun kendi ailesi ve baba evinden temamen kopması oldu. O günün toplumu böylesi olaylara açtı. Şiirin kendisi, sadece evli bir kadının günaha olan itirafı açısından önemlidir. Ve gerçekte basma kalıplar yığınından başka bir şey değildir. Şiir imgesel olmayan ortalama bir sıfat ve zarflar yığınıdır: “serhoş ve kıvranan”, “karanlık ve susku dolu”, “gizem dolu”, “çırpınan”, “gereksinim dolu”, “divâne”, “sarhoşca”alevli yangılı”, “kinci, sıcak ve demirsi”, basma kalıp vasfi isimler: “günah”, zula”, kalp”, göğüs”, “kalbin üzüncü”, “aşkın öyküsü”, “cânâne”, “aşık”, heves” vs…Gerçekte şiir bir itirafın küstahlık ve korkmazlığı dışında hiç bir şairane ve sözsel, anlamsal ve anlatımsal, titreten hiç bir şeyi yoktur. Ve daha çok, halk arasında yaygınlaşabilen, bir kaç sözsel obsesiyonun dışında, sıradan şarkı sözlerine benziyor.

Temel nokta başka yerde aranmalıdır. “Günah” ve ona benzer anlamlar, Furuğ’un bu dönem şairlik yaşamında, bir tik gibi kaçınmaz bir şekilde onun tüm şiirine egemendir. İşte sorun budur: Furuğ’un, ki büyük olasılıkla evlilik öncesinde başka biri ile cinsel ilişki deneyimi olamamıştır, bu deneyimden kaçınmak için özel bir nedeni vardı. Aile, ilk baştan çocuğa, evlenmeden önce cinsel ilişki günahtır düşüncesini aşılıyor. 1944-1951 yılları İran toplumu gibi kapalı bir toplumda bile, genel olarak, erkek kadına göre daha fazla serbestti. Fakat bir kız için böyle bir serbesti söz konusu bile değildi. Oğlan bekaretini kaybettiğinde, cinsel biçim tam olmasına rağmen sorun, sadece zihinseldi. Ancak, kız için böyle bir şey, bedbahtlık, evlenme olasılığının yitirilmesi, adının kötüye çıkması ve rüsva olması demekti. Acımasız toplum tüm acımasızlığını kadına yöneltiyordu. Gelenekler her yönden onu bastırıyordu. Denebilir ki İran Yazın tarihinde, Furuğ’dan önce, hiç bir kadın ne aşıkane şiir söylemiş, ne de bir erkeğe hitaben söylemiştir. Ne evli bir kadın olarak kimse bir erkekle evlilik dışı ilişkisine böylesi bir açıklıkla itiraf etmiş, ne de o ilişkiden “lezzet dolu bir günah” diye söz etmiştir. Öyle görünüyor ki Furuğ’un “günah” ve “lezzet dolu bir günah”ı vurgulaması biraz da alaycıdır. Furuğ lezzetin günahla birlikte olduğunu söylemek istiyor. Genel olarak “yasak”, “yasal” ve “meşruluk”tan daha tatlıdır. Her tür geleneksel egemenliğin odak noktasında, alışkanlık, olağanüstülük ve gelenek dışlılığın tersine, günah oturmuştur. En büyük günah ise cinseldir. Furuğ bizi günahın odak noktası olan ilkel günaha geri götürüyor. Günah, bir yerde, en büyük geleneksel sisteme karşı başkaldırı olarak boy gösteriyor. Furuğ geleneğe karşı isyanı şaşılası bir hızla ve kısa bir sürede, 1951-57, yani evlenme ve İsyan kitabının yayımlanmasına kadar geçen süre içinde geçiyor.

Helene Sixous bir yerde başkaldırının erkeklerde görülmeyecek bir şekilde kadın benliğinde vardır, diyor. Ancak babaerkil çağın acımasız egemenliği, kadının başkaldırışını, darbeler altında tutup onu sindirip saklamıştır. Biz kadının başkaldırışı yerine onun işlediği günahı görüyoruz. Ve kadın kendisi bile, kendi başkaldırışından, vicdan azabı duyuyor. Günah hissi, kadının başkaldırışının unutuluşundan doğmaktadır. Ersel egemenlik, bu unutkanlığı insanlığa dayatmıştır. Tarihsel, toplumsal ve sanatsal babaerkil sistemler bu unutuşun temelini ve özünü oluşturur. Başkaldırışın unutuluşu ve günahın onun yerine oturuşu. Helene Sixous, Tevrat’tan iki öykü aktarıyor. Birinci öykü, Tevrat’ın hemen hemen ilk sayfalarında yer almakta. Adem ve Havva’ya cennetteki o yasak meyve dışında, tüm nimetlerden, yemeleri emredildiğinde, başkaldıran ve yasak meyveden yiyen kadındır. Lezzetin yolu o yasak meyvenin yenmesi ile başlıyor. Bu öykü, yeryüzüne lezzet kapısını açanın kadın olduğunu göstermekte. Başkaldırı ve lezzet ve peşinden ilkel günah. Esasında babaerkil çağ Tevrat ile başlamaktadır. Gerçi lezzetin duyumsanması insan yaşamının benliğini göstermektedir ve kadın onun odak noktasında yer almakta, ancak tarihsel devinim ve düşünme ve düşlemede ikiciliğin başlaması, kadını sahnenin gerilerine itiyor ve onu erkeğin uydusu ve sol kaburgasının parçası yapıyor.

Rıza Berahani
23 Mayıs 1998, Toronto
(Erel Tarih ve Egemen Kültür ve Mahkum Kültür’ün 1984’deki baskısının 136’ncı sayfası’nın çevirisi)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz