TEK BİLDİKLERİ, TESPİH ÇEKİP ANLAMADIKLARI BİR DİLDE YAZILMIŞ BİR KİTABI TEKRARLAMAK!
Beşinci sınıftayken, bize İslam’ı öğreten bir din hocamız vardı. Adı Molla Fetul ah Han’dı; çiçekbozuğu bir yüzü, boğuk bir sesi olan, kısa boylu, tıknaz bir adam. Bize zekânın ve hac görevinin erdemlerini anlatır, günde beş kez kılman namazı ve namaz sırasında okunan karmaşık duaları öğretir, Kuran’dan ayetler ezberletirdi – tercüme etme zahmetine hiç kalkışmadığı bu Arapça sözcükleri (“Tanrı sizi daha iyi duyabilsin!”) en doğru biçimde telaffuz etmemiz için bizi sıkıştırır, bunun için de bazen elindeki soyulmuş söğüt dalından yararlanırdı. Bir gün bize, İslam’ın içki içmeyi korkunç bir günah saydığını söyledi; içenler bunun hesabını Kıyamet Günü verecekti. O günlerde, Kabil’de içki içmek yaygın bir alışkanlık değildi zaten.
İçki yüzünden halk önünde kırbaçlanan filan yoktu, ama yine de, içki içenler saygıdan bu işi gizli gizli yapardı. İnsanlar viskilerini ‘ilaç’ niyetine, kahverengi kese kâğıtla, belli ‘eczanelerden’ alırdı. Torbayı görülmeyecek biçimde taşır, yine de, dükkânın ününü bilenlerin ters, ayıplayan bakışlarına hedef olurlardı.
Molla Fetulah Han’ın söylediklerini aktardığımda, üst katta, Baha’nın çalışma odasındaydık. Baba odanın bir köşesine yerleştirilmiş olan bardan kendine viski doldurmaktaydı. Dinledi, başını salladı, sonra içkisinden bir yudum aldı. Gelip deri divana oturdu, kadehini bıraktı, beni kucağına çekti. Bir çift kütüğün üzerinde oturuyormuş duygusuna kapıldım. Derin bir soluk aldı, soluğunu burnundan salıverdi; bıyığının arasından geçerken tıslamaya, boğuk bir ıslığa dönüşen ses hiç kesilmeyecek gibiydi. Ona sarılsam mı yoksa dehşet içinde fırlayıp kaçsam mı, bir türlü karar veremiyordum.
“Okulda öğrendiklerinle gerçek yaşamdaki eğitimin arasında bocaladığını görüyorum,” dedi, o derin sesiyle.
“Peki ama, eğer söyledikleri doğruysa, sen bir günahkâr oluyorsun, öyle değil mi, Baba?”
“Hımm.” Baba bir buz parçasını dişleriyle ezdi. “Babanın günah konusunda ne düşündüğünü bilmek ister misin?”
“Evet.”
“Öyleyse anlatayım,” dedi Baba. “Ama önce bir şeyi çok iyi anlamanı istiyorum, Emir: O sakallı yobazlardan asla değerli bir şey öğrenemezsin.”
“Mola Fetullah Han’ı mı kastediyorsun?”
Baba kadehini salladı. Buzlar şıngırdadı. “Hepsini kastediyorum. O kendini bir bok sanan, her şeyin üstünde gören maymunların sakalına tüküreyim.”
Kıkırdadım. Baha’nın herhangi bir maymunun sakalına tükürürkenki görüntüsü, gerçekten komikti.
“Tek bildikleri, tespih çekip anlamadıkları bir dilde yazılmış bir kitabı papağan gibi tekrarlamak.” İçkisini yudumladı. “Afganistan bunların eline geçerse, Allah yardımcımız olsun.”
“Ama Molla Fetullah Han iyi birine benziyor,” dedim, hâlâ kıkır kıkır gülerek.
“Cengiz Han da öyleydi,” dedi Baba. “Neyse, bu kadar yeter. Günahı sordun, ben de anlatmak istedim.
Dinliyor musun?”
“Evet,” dedim, gülmemek için dudaklarımı büzerek. Ama burnumdan bir kıkırtı horultuya benzer bir ses çıktı. Bunun üzerine kahkahayı koyuverdim.
Baba’nın buz gibi gözleri gözlerime çivilendi; aynı anda gülmeyi kestim. “Şurada seninle iki erkek gibi konuşmaya çalışıyorum. Bir kez olsun becerebilir misin bunu?”
“Evet, Baba, can,” diye geveledim, Baba’nın bir-iki sözcükle canımı nasıl yakabildiğine bir kez daha şaşarak. Çabucak uçup giden, güzel bir an yaşamıştık (Baba bırakın kucağına almayı, benimle doğru dürüst konuşmazdı bile), bense bir aptal gibi harcamıştım onu.
“Güzel,” dedi Baba, ama gözleri ikircikliydi artık. “Şimdi, mollalar ne derse desin, yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”
“Hayır, Baba” dedim, anlamak için kendimi umutsuzca zorlayarak. Onu bir kez daha hüsrana uğratmak istemiyordum.
“Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun,” dedi Baba. “Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Anlıyor musun?” Anlıyordum. Baba altı yaşındayken, bir gece yarısı büyükbabamın evine hırsız girmiş. Saygın bir yargıç olan büyükbabam, adamın karşısına dikilmiş, ama hırsız onu boğazından bıçaklayıp oracıkta öldürmüş – ve Baha’dan babasını çalmış.
Kent halkı katili ertesi gün, daha öğleye kalmadan yakalamış; adamın Kunduz yöresinden gelen serserinin teki olduğu anlaşılmış. Onu bir meşe dalına astıklarında, ikindi namazına daha iki saat varmış. Bu öyküyü
Baha’dan değil, Rahim Han’dan dinlemiştim. Baba hakkındaki bilgileri hep başkalarından alırdım zaten.
“Çalmaktan daha kötü bir suç yoktur, Emir,” dedi Baba. “Kendisine ait olmayan bir şeyi alan insan, bu ister bir can olsun isterse bir dilim nan… aşağılıktır. Böyle birinin yüzüne tükürürüm. Böyle biriyle yol arımız kesiştiğinde, Allah yardımcısı olsun. Anlıyorsun, değil mi?”
Baha’nın bir hırsızı evire çevire dövme fikri, hem gülünç hem de ürkütücüydü. “Evet, Baba.”
“Yukarıda bir yerde bir Tanrı varsa, umarım benim viski içmem ya da domuz yememden çok daha önemli meselelerle uğraşıyordur Hadi, in bakalım. Böyle günahtan konuşup durmak beni yeniden susattı.”
Barda kadehini dolduruşunu seyrettim ve az önceki konuşmamıza benzer bir konuşmayı bir daha ne zaman yapacağımızı merak ettim.
Khaled Hosseini
Kaynak: Uçurtma Avcısı (The Kite Runner)