Başarısızlığa uğradı mı insan, her şey aptalca gelir!
Ben işlediğim bu cinayet aptallığıyla kendime bağımsızlık kazandırmak, ilk adımımı atmak, gerekli araçları edinmek istemiştim… Sonuçta sağlanacak yarar, bütün bu aptallıkları silip süpürecekti!.. Ama daha ilk adımda tökezledim, çünkü ben bir alçağım! Bütün sorun burada! Ama yine de sizin görüşlerinize katılmıyorum: başarabilseydim, bana da taç giydireceklerdi! Şimdiyse, kapana kaldım!”
“Sen neler söylüyorsun, kardeşim? Bu farklı birşey… Bu, o değil!”
“Demek bu o değil! Biçim olarak, estetik bakımdan, demek istiyorsun herhalde? Anlamıyorum doğrusu kuşatılmış bir halk üzerine, yolunca, yordamınca bombalar yağdırmak biçim bakımından kimseyi rahatsız etmiyor ve saygıdeğer birşey sayılıyor.
İnsan, suçunu hafifletmek için sığınacak bir liman bulur
“Acıyı üstlenmekle, suçunu yarı yarıya temizlemiş olmuyor musun?”
“Suç mu?” diye bağırdı Raskolnikov, bir anda öfkeden deliye dönmüştü.
“Ne suçu? öldürenin kırk günahından arınacağı aşağılık bir tefeciyi, hiç kimseye hiçbir yararı olmayan, yoksulların kanını emen zararlı bir biti öldürmek mi suç! Bu suç benim umurumda bile değil ve onu temizlemeyi de düşürtmüyorum. Nedir bu böyle? Dört yandan herkes “cinayet! cinayet!” diye bağırıp duruyor! Korkaklığımın ne kadar saçma olduğunu bütün açıklığıyla ancak şimdi, böylesine gereksiz bir utancı çekmeye karar verdiğim su anda anlayabiliyorum! Teslim olmam düpedüz alçaklığımdan ve yeteneksizliğimden… bir de, belki şu… Porfiriy’nin önerdiği indirimden…”
Dunya’ya yaklaştı, kolunu yavaşça beline doladı. Dünya karşı koymadı, ama yaprak gibi titriyor, yalvaran gözlerle ona bakıyordu. Svidrigaylov bir şeyler söylemek istedi, dudakları kıvrıldı, ama konuşamıyordu.
Dunya yalvarırcasına:
“Bırak beni!” dedi.
Svidrigaylov titredi, bu senli seslenişte deminkilere benzemeyen bir şeyler vardı.
“Sevmiyor musun beni?” diye sordu Svidrigaylov usulca.
Dunya başını olumsuz anlamda salladı.
Svidrigaylov umutsuzluk içinde fısıldadı:
“Ve… sevemezsin de? Hiçbir zaman?”
“Hiçbir zaman…” diye fısıldadı Dunya.
“Neler söylüyorsun sen, ağabey!” diye bağırdı Dünya, sesi umutsuzluk doluydu. “Kan döktün sen!”
“Herkesin döktüğü kanı!..” diye bağırdı Raskolnikov, büyük bir öfke içindeydi. “Geçmişte ve günümüzde bir sel gibi akıtılan, kanı!.. Şampanya gibi kan dökenler Capitol’de taç giyip insanlığın kurtarıcıları olarak kutsanmışlardı! evrene dana bir dikkatli bak bakalım! Ben de iyilik etmek istemiştim insanlara! Hem yaptığım bu bir tek aptalca şeye karşı yüzlerce, binlerce iyi ve güzel şey yapabilirdim… Aptallık da denmez benim bu yaptığıma… Doğrudan doğruya, beceriksizlik… Çünkü, başarısızlığa uğramazdan önce hiç de su anda göründüğü gibi aptalca görünmüyordu yaptığım iş (Başarısızlığa uğradı mı insan, herşey aptalca gelir!) Ben yaptığım bu cinayet aptallığıyla kendime bağımsızlık kazandırmak, ilk adımımı atmak, gerekli araçları edinmek istemiştim… Sonuçta sağlanacak yarar, bütün bu aptallıkları silip süpürecekti!.. Ama daha ilk adımda tökezledim, çünkü ben bir alçağım! Bütün sorun burada! Ama yine de sizin görüşlerinize katılmıyorum: başarabilseydim, bana da taç giydireceklerdi! Şimdiyse, kapana kaldım!”
“Sen neler söylüyorsun, kardeşim? Bu farklı birşey… Bu, o değil!”
“Demek bu o değil! Biçim olarak, estetik bakımdan, demek istiyorsun herhalde?
Anlamıyorum doğrusu kuşatılmış bir halk üzerine, yolunca, yordamınca bombalar yağdırmak biçim bakımından kimseyi rahatsız etmiyor ve saygıdeğer birşey sayılıyor.
Estetik kaygısı, güçsüzlüğün ilk belirtisidir! Hiçbir zaman, şu anda olduğunca apaçık duymamıştım bunu; suçumun anlamını ve buna niçin cinayet denildiğini su anda olduğunca hiçbir zaman anlamamıştım ve kendimi hiçbir zaman şu anda olduğunca güçlü ve inançlı duymamıştım!..”
Solgun yüzü al al olmuştu. Son cümlesini söylerken gözleri bir ara Dunya’nın bakışlarıyla karşılaştı ve bu bakışlarda kendisi için duyulan öyle büyük bir acıyı yakaladı ki, bir anda kendine geldi. Annesiyle kız kardeşinin mutsuzluklarını ve bu mutsuzluğun nedeninin kendisi
olduğunu düşündü…
“Dunya, canım! Suçum varsa, bağışla beni (Suçluysam bağışlanmam mümkün değil ya, neyse…) Elveda! Tartışmayalım artık! Zaman geldi, geldi de geçiyor bile! Yalvarırım sana, arkamdan gelme, daha uğrayacak yerim var… Şimdi hemen annemizin yanına git ve ondan hiç ayrılma… Yalvarırım sana… Bu senden son ve en büyük isteğimdir. Hiç ayrılma ondan. Onu öyle kaygılı bir durumda bıraktım ki, bu acıya dayanabileceğini hiç sanmam! Ya ölür, ya çıldırır! Onunla ol! Razumihin de sizinle olacak, kendisiyle konuştum… Benim için ağlama.
Katil de olsam, ömrüm boyunca yürekli ve dürüst olmaya çalışacağım. Belki birgün benden söz edildiğini duyarsın. Sizi utandırmayacağım, göreceksin… Kanıtlayacağım size nasıl bir…”
Bu son sözleri üzerine Dunya’nın gözlerinde yeniden tuhaf bir anlatımla karşılaşınca, kestirip attı: “Haydi, allahısmarladık! Niçin ağlıyorsun? Ağlama, ağlama! Sonsuza dek ayrılmıyoruz ya! Ah, az kalsın unutuyordum!..”
Masanın üzerinden üstü bir parmak toz, kalın bir kitap aldı, yaprakları arasından fildişi üzerine yapılmış küçük bir suluboya portre çıkardı. Bu, manastıra kapanmak isteyen eski nişanlısının, evsahibi kadının kızının resmiydi. Resimdeki sayrılı, anlamlı yüzü bir dakika kadar seyretti, öptü, sonra resmi Dunya’ya uzatarak, dalgın dalgın:
“Bir tek onunla konuşmuştum bu konuyu,” dedi. “Sonradan bu durumu alan, böylesine çirkinleşen tasarılarımı yalnız ona açmıştım. Merak etme: senin gibi o da doğru bulmamıştı düşüncelerimi… İyi ki yasamıyor…” Birden içindeki o büyük acıya döndü, kendi kendine konuşur gibi: “En önemlisi de”, dedi, “en önemlisi de şimdi her şey yeni bir biçim alacak, her şey ikiye bölünecek… Her şey, her şey! Ama acaba ben buna hazır mıyım? Bunu istiyor muyum? Bunun benim sınanmam için gerekli olduğunu söylüyorlar! İyi ama bütün bu anlamsız sınavların ne gereği var? Yirmi yıllık bir kürek cezasından sonra yaslanmış,aptallaşmış, güçten düşmüş, acılarla ezilmiş bir insan olarak çıktığımda şimdi olduğumdan daha mı iyi düşüneceğim? Neyapayım ben öyle yaşamayı? Ve beni bekleyen bu yaşama ben şu anda niçin rıza gösteriyorum? Ah, bu sabah durup Neva’ya bakarken bir alçak olduğumu, aşağılık bir yaratık olduğumu anlamıştım!”
Sonunda ikisi de çıktılar. ok zor bir şeydi bu Dünya için, ama onu yine de seviyordu!
Ayrılmışlardı, ama elli adım kadar yürüdükten sonra Dünya onu bir kez daha görmek için dönüp baktı. Raskolnikov daha gözden kaybolmamıştı. Sokağın köşesine gelince o da dönüp baktı. Son kez karşılaştı bakışları. Ama kız kardeşinin de durup kendisine baktığını görünce Raskolnikov sabırsız, hatta öfkeli bir işaretle gitmesini istedi, kendisi de sert ve hızlı bir dönüşle yan sokağa saptı.
“Kötü bir insanım, bu apaçık bir şey” diye düşündü, kız kardeşine yaptığı öfkeli el işaretinden utanmıştı. “Ama onlar da, sevgilerinin kırıntısına bile değmediğim halde beni niçin bu kadar öok seviyorlar? Ah, tek başıma olsaydım, kimseler sevmeseydi beni, ben de kimseleri sevmezdim! Bütün bunlar da olmazdı! çok ilginç, önümdeki onbeş, yirmi yıllık sürgün yaşayışım sırasında, her kelimede kendime haydut diyerek ağlama gösterilerinde bulunacak kadar alçalacak mıyım? Evet evet, tam da böyle! özellikle bunun iöin gönderecekler sürgüne beni, onlara gerekli olan bu!.. İşte, yollarda nasıl da kımıl kımıl, nasıl da bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlar! Oysa hepsi haydut yaradılışlı, hepsi alçak! Hatta bundan da beter, budala, hepsi! Ama benim sürgüne gönderilmeyeceğimi söyle bakalım, soylu bir öfkeyle nasıl kudurmuşa dönerler!.. Ah, nefret ediyorum, hepsinden nefret ediyorum!”
Aklına esaslı bir şekilde takılan bir konu vardı: “Onlara nasıl, nasıl boyun eğebilirim! Hem de inanç duyarak… Ama neden olmasın? üstelik de tam böyle olması gerekir. Yirmi yıl sürecek bir zulüm bunu onlara hem de kesin olarak sağlar. Su tası aşındırır… İyi ama, bütün bunlardan sonra yaşayıp da ne olacak? Bunun özellikle böyle bir sonuç vereceğini bile bile niçin gidiyorum?”
Dün aksamdan beri belki yüzüncü kez soruyordu bu soruyu kendine, ama yine de gidiyordu.
VIII
Raskolnikov Sonya’nın odasına girdiğinde hava artık kararmaya başlamıştı. Gün boyunca Sonya onu dayanılmaz bir heyecanla bekleyip durmuştu. Dunya’yla birlikte beklemişlerdi.
Dünya, Svidrigaylov’un, “Bu işi Sonya da biliyor” şeklindeki dünkü sözleri üzerine, daha sabahtan germişti. İkisinin konuşmalarını, gözyaşlarını, birbirleriyle nasıl anlaştıklarını
anlatmayacağız. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki, Dünya bu görüşmeden hiç değilse bir avuntu elde etmişti: Ağabeyi yalnız kalmayacaktı. Çünkü ilk kez Sonya’ya açılmış, en büyük gizini ona söylemişti; kendisine insan gerektiğinde Sonya’ya koşmuştu. Yazgısı onu nereye atarsa, Sonya da peşinden gidecekti. Dünya bunu Sonya’ya sormuş değildi, ama böyle olacağını biliyordu. Sonya’ya büyük bir saygıyla bakıyordu; onun bu saygılılığı Sonya’yı başlangıçta utandırmıştı, nerdeyse ağlayacaktı, çünkü, o kendisini saygı duyulmak surda dursun, Dunya’nın yüzüne bakabilecek değerde bile görmüyordu. Raskolnikov’un odasındaki o ilk görüşmelerinde, kendisine dikkatle ve saygıyla selam veren Dunya’nın o güzel yüzü, onda hayatı boyunca erişilebilecek en güzel hayal olarak kalmıştı.
Dünya sonunda dayanamamış ve ağabeyini gidip odasında beklemek iöin Sonya’yı yalnız bırakmıştı; nedense Rodya önce kendi evine uğrar gibi geliyordu. Sonya yalnız kalınca Raskolnikov’un gerçekten de intihar etmiş olabileceği düşüncesiyle kıvranmaya başladı.
Dünya da korkuyordu bundan. Ama ikisi birlikteyken birbirlerini yatıştırmışlar, binbir gerekçe sıralayarak bunun mümkün olmadığına birbirlerini inandırmışlardı. Şimdiyse, birbirlerinden ayrılır ayrılmaz, her ikisi de yalnızca bunu düşünmeye başlamıştı. öte yandan Sonya, Svidrigaylov’un, Raskolnikov’un önünde iki yol bulunduğuna ilişkin sözlerini hatırlıyordu: Ya Sibirya, ya da… Raskolnikov’un nasıl kibirli, özsaygılı olduğunu ve Tanrı’ya inanmadığını da biliyordu… Sonunda, umutsuzluk içinde: “Yalnızca ölümden korktuğu için yasayabilir mi bir insan?
***
Kendisini çevreleyen bu yeni ortamda, hiç kuşkusuz pek çok şeyin farkında değildi, aslında hiçbir şey fark etmek istediği de yoktu. Sanki gözleri yerde yasıyordu, iğrenç buluyordu, çevresini ve bakmaya dayanamıyordu. Ama sonunda pek çok şeye şaşırmaya, daha önce hiç kuşku duymadığı pek çok şeyi ister istemez görmeye başladı. İlkin, kendisiyle öteki mahkmlar arasındaki o korkunç ve aşılmaz uçurum şaşırttı onu, sanki ayrı ulusların insanlarıydılar. Birbirlerine kuşkuyla, hatta düşmanca bakıyorlardı. O, bu farklılığın böylesine güçlü ve derin olabileceğini doğrusu hiç düşünmemişti. Hapishanede siyasal suçlardan sürgün Polonyalılar da vardı. Bunlar, bütün bu insanları cahil, aşağılık yaratıklar olarak görüyorlar, küçümsüyorlar ve onlara tepeden bakıyorlardı. Ama Raskolnikov onlar gibi görmüyordu bu insanları: Bu cahillerin, pek çok konuda, onları beğenmeyen şu Polonyalılardan çok daha akıllı oldukları apaçıktı. Ruslardan da küçümseyenler vardı bu insanları: Eski bir subayla, iki papaz okulu öğrencisi örneğin…
Ama Raskolnikov onların da yanıldığını görüyordu.
Hiçbiri onu sevmiyor ve hepsi ondan kaçıyordu. Hatta sonunda ondan nefret etmeye başladılar. Raskolnikov bunun ne-denini bilmiyordu. Ondan daha ağır suçlular onu küçümsüyorlar, kendisiyle, işlediği cinayetle alay ediyorlardı:
“Sen beyefendisin!” diyorlardı. “Hiç de beyefendilere yakışmayan bir iş yapmışsın: Baltayla adam öldürmek kim, sen kim!” Paskalya’nın ikinci haftasında kiliseye gitme sırası onların koğuşuna gelmişti. O da herkesle birlikte gidip dua etmişti. Bir-gün, neden olduğunu kendisi de anlamamıştı, aralarında bir kavga çıkmış ve hepsi birden kudurmuşçasına üzerine saldırmışlardı.
“Sen dinsizsin! Sen Tanrıya inanmıyorsun!” diye bağırıyor-lardı.” Gebertmek gerek seni!”
Oysa onlarla din, Tanrı üzerine hiçbir şey konuşmamıştı Raskolnikov, yine de dinsiz diyerek öldürmek istemişlerdi onu. Susmuş, karşı koymamıştı onlara. Mahkmlardan biri iyice kendinden geçerek müthiş bir öfkeyle üzerine atılmıştı. Raskolnikov durmuş ve beklemişti onu, ne kaşı kapırdamış, ne yüzünün bir çizgisi oynamıştı
Suç ve Ceza Dostoyevski